• Sonuç bulunamadı

Modernizm, Kapitalizm, Kültür, Sanayi ve Yabancılaşma

1. BÖLÜM: TEORİK VE SOSYOLOJİK ARKA-PLAN

1.1.5. Modernizm, Kapitalizm, Kültür, Sanayi ve Yabancılaşma

Jean Baudrillard

Baudrillard, Tüketim Toplumu17 adlı çalışmasında yabancılaşma kuramını modern dünyanın tüketim kültürü üzerine inşasına ve içinde yaşadığımız dünyanın teknoloji ağırlıklı yapısı üzerinden kurar.

Modernizm ile gelen tüketim çılgınlığı, modern insanı marka ve imaj ekseninde yeniden kurarken, insana aslında bir hayalin satın alınabilirliğini de etiketler üzerinden anlatır. Araçları ellerinde bulunduran egemen güçlerin imaj ekseninde yarattığı silikleşen, renksizleşen, tekil ve robotik bir dünyanın gelişmesine zemin hazırlar. Her şeyin fiyatıyla/ etiketiyle belirlendiği bir çağda, insanın bu sanal/ suni gerçeklikle baş başa kalma durumu Baudrillard’ın ana çıkış noktasını oluşturur.

Sanayileşme sonucunda gelişen teknolojik hamleler ve kentleşme oranındaki artış ile birlikte büyük nüfuslu metropollerde insanların kapitalizmin etkisiyle yaşamlarının merkezine aldığı tüketim, bu yönüyle bilinçli bir yönelimden çok etki bulma, değer kazanma ve statü belirleme yönleriyle modern hayatın üstünde önemle durulması gereken bir konudur. İnsanın tüketime olan yönelimlerinin belirlenmesinde de araçları ellerinde bulunduran güçler, insanların hayali isteklerine göre uygun ürünler, uygun sloganlar ve uygun reklam yüzleri kullanarak, tüketimin sınırsızlığına ve geçirgenliğini ön plana alırlar. “Moda” terimi bilinçli olarak kendi içinde tutarsız bir eylem birliği oluştururken aynı zamanda da insanın sınırlarına çarpan bir tarzda kendini en çok insanın, sistemin onayladığı hizmet ürünlerini seçerek toplumla eşit statü ve değerde olma görüşünden hareketle beslenir. Bu moda tarzı beslenme, kendisini en çok medya, TV reklamları vb. şekillerde göstererek, insanlara sahip olabilecekleri hayali satın aldırma gücüsünden beslenerek geçici bir haz güdüsünden beslenir.

17 Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, (Çev. Hazal Deliceçaylı, Ferda Keskin), İstanbul: Ayrıntı Yay.,

Yabancılaşmayı daha çok sosyal ve kültürel olgular üzerinden açıklayan Baudrillard’a göre (2014: 17). modern dünyada anlamın uzağına düşen insanın, hipergerçekliğin egemen olduğu simülakrum dünyasında olduğunu savunmuştur.

Toplumsal değerler, insanın olması gerek sesleri medya tarafından birer birer simüle edilerek, içi boşaltılır. Bu tür değerler, medyanın gösterdiği tarzda sanal bir gerçekliğe dönüşür ve olanın yerini alır. Bu simüle etme biçimiyle, ekranlarda boy gösteren yeni ve farklı değer ve yaşam modellerini modern insan ödünçleyerek kendisine yeni bir algı ve yeni bir fikir edinir. Bu tür simüle etme, geçeği sanalıyla değiştirme biçimi Baudrillard’a göre (2014: 18), modern insanın zihnini kemiren en önemli sorunlardan bir tanesidir. Zira bu tür hipergerçeklik/ simülakrlar ve simülasyon içinde yaşayan insan, eli kolu bağlı bir şekilde “bir göstergenin, bir anlamın yenini alabileceğine” inanır.

Tüketim toplumunda medya aracılığıyla ürünler nesnel varlıklar olarak değil daha çok öznel “semboller” olarak tamamlanmaktadırlar. Ürünün ne olduğundan çok neyi temsil ettiği önemlidir. Gerçek olan değil, ürünün taşıdığı ve yarattığı imaj, odak noktasıdır. (Durak, 2016: 83-84).

Baudrillard (Yelman, 2012: 46), hipergerçeklik olgusunu Disneyland örneği ile açımlar. Burada hayalet bir dünyanın inşası ile bu dünyanın gerçekmiş gibi algılatılmak istendiğinin altını çizer. Oysa burası gerçek değil, gerçeğin simüle edilmiş halidir. Disneyland, çocuklar için özel olarak inşa edildiğinden yetişkinlerin gerçek dünyada dışarıda yaşadıklarına inandırır. Baudrillard, Disneyland örneği ile doğanın eskisi kadar saf yaşamadığına dair bir resim çizer.

Bireyin hazzı üzerine odaklanan ve onu mutlu etme yolundan hareketle reklam dilini de oluşturan üretim modelleri, ister sanal isterse reel ortamda tüketim çılgınlığını modern insanı merkeze alacak şekilde kurgular. Her şeyin etiketi ile belirlendiği renksiz modern çağda, insanın kendini bir anlama bağlamadan çok geçici bir anın verdiği kısa süreli hazza bağlayarak, sanal ve/ya gerçek anlamda var olacağı görüşünü hissettirir.

İhtiyaçların giderilmesi fikrinden doğan tüketim yerini modern çağda, lüks içinde yaşayarak statü belirlemeye, şunu içersen hayatın tadını alacağına, bunu giyersen modaya uyacağına ve akıllı telefonu kullanırsan da farklı görüneceğine insanları hapseder. Bu yönüyle modern insanda yeni bir yaşam tarzı/ biçimi oluşur.

Bu yeni hayat tarzı/ biçimi, insanı toplumsal değerlerden uzaklaştırarak bireyselliğin kör cenderesine hapseder. Zira bu tür yaşamlarda erdem, empati ve samimiyet gibi değerler kendisini yapay/ suni bir bireyselliğe bırakır. Zaten samimi olmayan şeyin karşısında sunilik/ yapaylık vardır.

Gerçek ihtiyaçlarla sanal ihtiyaçların yer değiştirdiği, üretim sisteminin tüketim etkinliğinin kendisi olduğu ve tüketimin statü belirlediği/ toplumsal bir norm olduğu zamanda bu geçici arzuların etrafında insanın kendini gerçekleştirmesi/ kurması Baudrillard’a göre imkansızdır. Zira topyekûn bir kuşatma ile yabancılaşan insan, tüketim toplumunun yaşaması için tükettiği nesnenin kendisine dönüşür.

Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno

Adorno, bireyin kendi otonomisini yitirmesini, kendini bir özne olarak edilgenleşmesini totalitenin bir parçası olmasına bağlar. Genellikle kapitalist toplum biçiminde görülen bu durum, totalitenin kıskaca aldığı birey üzerine yoğunlaşır.

Toplumu bir süreç olarak gören Adorno’ya göre (Kulak, 2018: 69), insanlar arası ilişkiler olarak ağı olarak toplum statik olana karşı dinamik bir içerik gösterir. Toplumu tam olarak ilişkiler ağı olarak gören Adorno’ya göre toplum, bireyleri pozitif olarak içine alabileceği gibi, negatif anlamda onları ezerek şekilsiz ve istenen kalıba sokabilecek bir kitleye çevirebilir.

Bireylerin tek tek oluşturdukları bir bütünlük olarak toplum, totalite ile bu bütünlüğün kendine özgü bir formudur. Adorno’ya göre totalite, toplumsal ilişkiler neticesinde toplumda farklılıkları tek potada eriterek benzerlik formu dayattığı durumun adı olur. Yani toplum bireyleri tek tek bir bilinçten ziyade toplum tarafından şekillenmiş ve biçimlendirilmiştir.

Zira, totalite, kendisine tabii olan bireyi kendisi olma şansı vermez ve ona kendi gerçekliğini baskılar. Böylece birey totalitenin içinde adeta dişli işleviyle ön plana çıkar. İleri işleyim toplumunda Sisifos mitosu gibi her gün kendisine dikta edilen işin üstesinden gelmeye çalışan insan, yaşamın değişmezliği ile karşı karşıya kalır. Bu durumda birey, Sisifos’un cezası gibi işi de kendisine verilen bir ceza haline gelmiş şekilde işler. Adorno,

kapitalist toplumun oluşturduğu totalite biçimini şeyleşme ya da şeyleşmiş ilişkiler olarak adlandırır. (Kulak, 2018: 70).

Toplumsal sınıflanmada burjuva ve işçi sınıfının emek ve satın alma çelişkisinde sürdüğünü söyleyen Adorno, üretim araçlarını elinde bulunduranların işçi sınıfının emek gücünü satın almasından, araçlarını elinde bulunduranlar tarafından emek gücünün tüketim metalarına dönüştürülme durumunu nesneleşme fikrine dayandırarak açıklar. Adorno, Marx’ın düşündüğü gibi başlıca sürecin, üretim değil, değişim ve ona bağlı olarak tüketim süreci olduğunu düşünür. (Kulak, 2018: 72). Üretimin değişim odaklı yeniden şekillenmesine vurgu yapan Adorno, değişmeyi ise üretimin yansıma biçimi olarak görür.

Nesnelere dayalı bireylerin ilişkileri üzerinden, kişilerin metanın başka bir meta üzerinden değişimini önceler. Böylece asıl önemli olan bireyler değil, aldıkları/değiştikleri metaların birer içeriği olmuş olma durumudur. Zira, insanların etiketlerle yaşadığı, herkesin tek renk, tek tip olduğu bir meta endüstrisi çağında bütün herkes nesne durumuna düşer.

Nesnelerin kendiliğinden doğal bir değer taşıdıkları yanılmasını meta fetişizmi üzerinden değerlendiren Adorno, değerin kaynağının emekten ziyade dışsal nitelik kazanmasının öncelendiğini söyler.

Nesnelerin tahakkümü altına girmiş ve onların kendilerine dışsal birer nitelik kazanmasına boyun eğmiş özneler, değişimin, emek-gücünün metalaştırılmasıyla başlayan ve her şeyin emek-zamanı üzerinden eşitlenmesiyle devam eden bu süreçte, nesne bağımlı ya da özne hem bağımlı bir varoluş deneyimleyerek bir yanılsamalar ağına düşerler (Kulak, 2018: 74). Şeyleşme ve fetişizmin değişim alanından başlayarak topluma yayıldığının altını çizen Adorno, toplumun bütün ilişkilerini belirleyen, onlara yön veren niteliğini ön plana çıkarır. Zira kişi/ özne, nesnede/metada olmayan bir özelliği ona atfederek bilişsel olarak kafasında kendi ideal nesnesini kurar, bu durum içindeki bilinç meta fetişizminin oluşumuna zemin hazırlar.

Adorno’ya göre bireyler üretim süreçlerinin birer nesnesi konumuna düşer; üretilen metayı kendi emeğiyle meydana getirir ve onu bir an önce alıp daha sonra satarlar. Bu tür

nesneler dünyasında tüketim üzerine yaşayan “şeyleşmiş bilinç”teki insan için hayatın başlıca amacı olur.

Ferdinand Tönnies

Tönnies, sanayileşmenin ve endüstriyel gelişme sonucunda ortaya çıkan yeni kentleşme durumunun insan ilişkilerini birbirinden farklı iki temel arasında ayrım yapmasının gerekliliğini savunur.

Tönnies (Popenheim, 2002: 56), birbirinden kopuk durumdayken kendi özel çıkarlarını etkili bir biçimde sürdüremeyeceklerini kavrayan ve bu yüzden bir araya gelen bireyler tarafından daha önceden tasarlanarak kurulmuş ilişkiyi Gesellschaft (Cemiyet); aslında bilinçli bir tasarım eseri olmayan toplum birimini ise Gemeinschaft (Cemaat) olarak tanımlar ve insan kendisini bu grupta evinde gibi hissettiğinden bahseder.

Üzerinde durduğu ve Gemeinschaft olarak adlandırdığı grubun sanayileşme ve endüstriyel gelişme ile yerini daha çok cemiyete bıraktığından bahseden Tönnies, Gesellschaf’’te insan ilişkilerinin daha yakın, sıcak ve geleneksel; içsel bağların da daha kuvvetli olduğunu bir dayanışmanın hâkim olduğu ortamda meydana geldiğini söyler. Bunlar, akrabalık, hemşerilik ve arkadaşlık gibi üç tür şeklinde açıklanır.

Gesellschaft ise bir cemiyet ilişkisidir. Burada da ilişkiler kısa ömürlü, çıkara dayalı ve araçsal anlamda bağları bulunan bir yapıdır. Burada kişiler toplum bağlarından ziyade kendi çıkarlarını koruma hedefi güderler ve bireysel bir yaşama doğru yönelirler. Sanayileşme sonu kentleşmenin getirdiği bu yeni toplumsal yapıyı Tönnies, arada sırada oluşan birliğe rağmen ayrılığın egemen olduğunu söyler.

Gesellschaf’ta beliren insan ile insan arasındaki ayrılığın herkesi kendi başına tecrit noktasına getirmesi ve diğer insanlara karşı bir gerilim söz konusudur. Tönnies’de tarihsel olarak insanın Gesellschaf’ın hüküm sürdüğü bir çağa girdiğini sanayi devrimi ile daha da hızlandığını söylemiştir.

Kişisel ilişkilerin bıçak gibi kesildiği, insan ile insan arasındaki iletişimin bireyselliğe döndüğü bu yeni toplumdan kurtulmanın imkansızlığı üzerinde duran Tönnies, bu toplumda insanın kendisine yabancılaşmanın başladığı belirtir. Böylece Gesellschaf’ta kendini tecrit edilmiş hisseden bir kişinin yaratıcı düş görme ve kendinden başkasını

düşünme olasılığı silinmiş, bu yalnızlığını bir kader gibi yüzüne vurmuşluğunu kabul etmek zorunluluğunun olduğunun altını çizer.

Benzer Belgeler