• Sonuç bulunamadı

Modern Dönemde Epistemik Öznenin Ontolojik Statüsünün EleĢtirisi

Descartes tarafından yöntemsel şüphe üzerinden yapılan sorgulamaya göre şüphe ettiğimizden şüphe etmek bizi şüpheye götürür, öyleyse şüphe eden bir varlığın var olduğu şüphe edilemez tek gerçektir. Buna göre herhangi bilgiden şüphe edilse bile, şüphe eden, düşünen bir varlık olduğundan şüphe edilemez. Bu sorgulamanın sonucunda ulaşılabilen en kesin bilgi, şüphe eden, sorgulayan yani düşünen merkezin varlığının bilgisidir. Bu şekilde ―Düşünüyorum öyleyse varım.‖ önermesiyle düşünen merkezin varlığı ispatlanmış olur. Sorgulanan çevrenin yani dış dünyanın ise tanrının bizi yanıltamayacağı gerekçesiyle varlığı kabul edilir ve böylece düşünen merkez ve sorgulanan çevrenin iki farklı ontolojik kategori olduğu sonucuna ulaşılır. Buna göre bütün varlık düşünen merkez (yani ruh) ve sorgulanan,

7

Bu sorun daha sonraki filozoflarca sorgulanmış ve bu özellik sistemin ilk nedeni (hareket etmeyen hareket ettirici) ile özdeşleştirilerek çözüm üretilmeye çalışılmıştır. Bkz. (Arslan, ilkçağ Felsefe Tarihi 3 Aristoteles, 2007. 199), (Aristoteles, Ruh Üzerine, 2011: 157 dn:837)

60

düşünülen çevre (yani madde) olarak iki farklı değişmeyen varlığın (töz) etkileşimi sonucu oluşur. Yani var olan her şey ruh ve maddeden meydana gelmiştir. Madde uzay zamanda yer kaplama özelliğine sahipken, ruh düşünme özelliğine sahiptir ve uzay zamanda yer kaplamaz.

Yapılan sorgulama sonucunda şüphe etmenin kendisinden, yani düşünceden şüphe edilemeyeceği söylenerek ―Düşünüyorum, öyleyse varım‖ önermesiyle varlık kanıtlaması yapılmıştır. Bu önermeye geri çekip baktığımızda ―düşünüyorum‖ aslında ―ben-düşünüyorum‖, ―varım‖ ise ―ben-varım‖ demektir. Dolayısıyla bu önerme ―ben-düşünüyorum, (öyleyse) ben-varım‖ şeklinde ifade edilebilir.

(5) Sorgulanamayan tek gerçek olarak ―şüphe etme‖, yani ―düşünce‖nin olduğu sonucuna ulaşılmış, bu sonuçtan da düşünme eylemini gerçekleştiren merkezin var olduğu çıkarımı yapılmıştır. Lakin bu çıkarım hatalıdır. Şöyle ki; fail olarak düşünmeyi gerçekleştiren ―ben‖in yanında düşünmenin konusu olan ―ben‖in varlığı da kabul edilmiştir. Bir düşüncenin olması, o düşünceyi gerçekleştiren faili gerektireceği gibi, düşüncenin edilgin tarafını yani konusunu oluşturan varlığı da gerektirir. Dolayısıyla, bu düşüncenin etkin tarafında da (yani özne), konusunu oluşturan edilgin tarafında da (yani nesne) ―ben‖ vardır. Öyleyse bu önerme kendi içinde ―Ben, Ben‘i biliyorum.‖ önermesini de içerir. Yani ―Düşünüyorum öyleyse varım.‖ önermesinin kurulabilmesi için o düşünceyi gerçekleştiren merkezin kendini biliyor olması, kendi farkındalığına sahip olması gerekir. Aksi takdirde şüphe edilemeyen tek gerçek olarak şüphe etmeye ya da düşünmeye ulaşılmışsa, bu durumda ―Şüphe ediliyor, öyleyse bir şüphe var‖ ya da ―Düşünülüyor, öyleyse bir düşünce var‖ şeklinde bir önerme kurulmalıdır. Böyle bir önermeden de, bu önermenin kime ait olduğu sonucuna ulaşılamaz. Zira düşünen de düşünülen de düşüncedir. Başka bir deyişle, bu şüpheyi ya da düşünceyi kimin düşündüğü, bu düşüncenin bene mi yoksa ona mı ait olduğu bilinemez. Bu noktada kanıtladığı iddia edilen önermenin ―Ben varım‖ değil, ―Düşünce var‖ şeklinde olması gerekir. Bu yanlış çıkarımın sonraki dönemde karşılaşılacak çeşitli felsefi sorunlara da (Solipsizm gibi…) temel teşkil ettiği söylenebilir. Bunun yanında varlığı ruh ve beden olarak ayırmak bu ikisi arasındaki etkileşimin nasıl gerçekleştiğini açıklamayı

61

gerektirir. Bu etkileşim içinde; düşünme, bilme özellikleriyle ―ruh‖ bir ontolojik statü olurken, yer kaplama özelliğiyle ―madde‖ diğer ontolojik statüdür. Bu ikisi arasındaki etkileşim ise bilgiyi oluşturmaktadır. Bu bağlamda epistemolojik literatürde bilen, ―özne‖ olarak tanımlanırken, bilinen, ―nesne‖ olarak tanımlanır. Gelinen noktada bilme özelliği olan ontolojik statü ruh, epistemolojik statü ise özne iken, bilinen konumunda ontolojik olarak madde, epistemolojik olarak da nesnenin yer alması beklenir. Lakin bilinen konumundaki nesnenin ontolojik statüsü bulanıklaşır. Düşünen ruh kendini düşündüğünde, düşünülen (yani nesne) ontolojik olarak yine ruh kategorisine girer. Bu durumda öznesi de nesnesi de yani bileni de bilineni de ruh olan, sadece düşünceden ibaret olan bir yapıyla karşılaşırız ki bu felsefi literatürde solipsizm olarak ifade edilebilir. Öyleyse bilinenin ontolojik statüsü bilenden farklı olmalıdır. Ya da bilme, düşünme özelliği olan ruh bilinen, düşünülen olmamalıdır.

Tartışma, bilinenin nasıl bilindiği konusuna odaklanırken Locke tarafından varlıkların bazı özelliklerinin (tat, koku vs.) sadece bilme edimi olduğunda, yani öznenin nesneyle etkileştiğinde bilindiği, bazılarınınsa (şekil, büyüklük vs.) bu etkileşim olmadan da var olabileceği iddia edilmiştir. Çok geçmeden bu görüşe Berkeley tarafından özne olmadan hiçbir bilginin bilinemeyeceği, dolayısıyla özne olmadan herhangi bir varlıktan söz edilemeyeceği gerekçesiyle itiraz edilerek, varlığın öznel (zihinsel) temsillerden, idelerden ibaret olduğu öne sürülmüştür. Böyle bir görüş literatürde idealizm olarak isimlendirilir. Buna göre varlıkların bilgisi, onların zihinsel temsilleri olan ideleridir ve bu idelerin dışında bir varlıktan söz edilemez.

(6) Bu durumda bilme özelliği olan ontolojik statü ruh, epistemolojik statü ise

özne iken, bilinen konumunda ontolojik olarak ruh, epistemolojik olarak da nesnenin

yer alması beklenir. Lakin ruh ontolojik statüsünde, özne ve nesnenin mevcut olması çelişkilidir. Ruh kategorisinin ontolojik açıklayıcısı onun düşünen bir şey olmasıdır. Eğer düşünme, bilme özelliğine sahip ―ruh ontolojik statüsü‖ içinde, özne-nesne

62

ayrımı yapılacak olursa,8

bu durumda öznenin de, nesnenin de ―bilen‖ özelliğine sahip olması beklenir. Gelinen noktada ise birbirini bilen özne ve nesne vardır (ki, bu da yine solipsizmdir).

Bilinen nesne ise, bilinen bir ―bilen özne‖ artık bilen özne değil bilinen nesnedir. Öyleyse özne-nesne ayrımı ―nesne‖ olarak birleşir; …ki bu durum solipsizmin neden tek bir düşünceden (düşünülen nesnedir!) ibaret olduğunu açıklar. Çünkü filozof tüm düşünceyi tek bir nesneye indirgemiş ve o nesneyi bilen öznenin kendisi olduğunu unutarak tekrardan bir bilen özne arayışına girmiştir. Bu noktada (tekrar) ―birbirini bilen özne ve nesneyi‖ bilen farklı (aşkınsal) bir bilen özne (ya da ruh) olması gerektiği düşünülür ki bu da farklı bir ontolojik statü demektir. İdealizm bu aşkınsal statüyü ―Tanrı‖, ―Mutlak Ben‖, ―Geist‖, ―İstem‖ gibi kavramlarla farklı şekillerde kurgulayarak felsefi literatürde çeşitli şekillerde sistemleşir.

Felsefe tarihine epistemik bir bakışla bakacak olursak: Çevresindeki dünyayı tek bir varlığa indirgeyerek açıklamak isteyen filozof da, oluş ve yok oluşu sabit bir varlıkla açıklamak isteyen filozof da, tümel ve tikeli tek bir var olanla açıklamak isteyen filozof da, ruh ve bedeni tek bir varlıkla açıklamak isteyen filozof da; çevresindeki her şeyi tek bir nesneye indirgemeye çalışan, bunu başardığında ise (kendi varlığının bilgisini unutarak) o tek nesneyi kimin bildiğini sorgulayıp yeni bir özne üreten filozof da, her zaman sistem dışı kalmış, epistemik öznelerdir.

3.4. ÇağdaĢ Dönemde Epistemik Öznenin Ontolojik Statüsünün EleĢtirisi