• Sonuç bulunamadı

Millî şiirler

Belgede Zekâ (inceleme-metin-dizin) (sayfa 167-172)

A.4. OSMANLI DEVLETİNDE DERGİCİLİK

I. BÖLÜM

3.2. NESİRLER

3.2.12. Millî şiirler

Eskiden şairlerimiz yalnız meyden, mahbuptan bahsederlermiş. Sonra kelebekler, havalar, bulutlar, ahlar, ohlar başladı. En nihayet kavgalar, küller, kumlar, mehtaplı geceler, beytimiz tükenmez misafirler, füsunlar mevta oldu… Edebiyatta Arap, Acem kızının ruhu kaynaşıyor, Türklük kör ve sağır bir şuursuzluk içinde kaybolup gidiyordu. Son zamanlar da “Millî Edebiyat” için bir hareket, bir arzu görüldü. Lisanımızda ilim ve fen hususunda yabancı olan aruz vezinleri ihmal olunmaya ve bütün medeni milletlerin kabul ettiği hece vezniyle manzumlar isnadına başlandı. Lisan sadeleşti. Hayır, lisan sadeleşmedi. O zaten sade idi. Konuştuğumuz lisanın içinde ne öyle mana ve tertibi Türk harfine uymayan Arapça, Acemce terkiple ne de, Arabça, Acemce edatlar vardı. Konuşurken cümlemiz kısa, Arabça, Acemce terkiplerden, (atıf tefsiri)’lerden külliyen müberra idi. Şavtı ahengimizle şivemiz gökçe Türkçe olmayan kelimeleri bile yumuşatıyor, Türkleştiriyordu. Mesela ilk hecesinde (ü) olan bir kelimenin ikinci hecesi “ü” olacaktı. Üzüntü, Üzüm gibi… Sonra Arapça “Münir” kelimesini biz “Münir” telaffuz etmiyor, daima şavt-ı ahengimize uydurarak “Münür” diyoruz. Ve hemen her kelimeyi lisanımıza girince bozup kendi şivemize sokuyor ve o kelime eski milliyetini ancak imlası ve terkip kaideleri sayesinde muhafaza ediyordu. Yavaş yavaş anlaşıldı ki “bir lisan kendi cüzlerinden değil, tasarruflarından mürekkepti. Tasarruf ettiğimiz, kelimeler ise tekellüm lisanına inen ve Türkçesi olmayan Arapça, Acemce kelimelerle ıstılahlardı. Konuşur gibi yazarsak Türkçe yazmış addolunuruz. Tabii hareketleri de yaşar. Türkçede, Türkçe sarfının hâkimiyetini eskiler ve hatta yenilerden bir kısımı istemiyorlardı. Son günlerin gayet tabii, sade, terkipsiz ve saf yazıları yanında yine birçok Arapça, Acemce terkiplerle doldurulmuş, anlaşılmaz ağır, tatsız, yazılar yazılıyordu. Meselâ Hüseyin Dâniş Bey’in manzumeleriyle, Süleyman Nazif Bey’in makaleleri…

Tahrir-i lisan-ı tekellüm lisanından uzaklaştırmak, milletsiz bir lisan kullanmak her ne kadar fena ise de yine bir mislik, bir mektup demekti. Bu mektubun şimdi yazan ancak birkaç müntesibi var. Zaten onlar müseliklerini bırakmazlardı. Nitekim Şinasi lisandan atf-ı tefsirleri kaldırdığı kuvvet yine birçok edipleri bu atıfları daha fazla kullanmaya başlamışlardı. Ekrem Bey’in ve Hamit Bey’in tecdidine Muallim Naci Efendi’nin nasıl mukavemet ettiğini daima edebi

muhasebelerde okuyoruz. Aynı hâl bugün de tekrar ediyor. Milli Edebiyat yavaş yavaş teessüs ediyor, milli vezinler doğuyor. Fakat eskiler yine o milliyetsiz ve anlaşılmaz, uydurma lisanlarını bırakmıyor ve onu yaşamak istiyorlar. Milli şiirler, millet için yazılır. Bir kısım bir zümre için yazılan şiirler milli ad olunmaz. İşte eskiler bu noktayı düşünerek kendileri gibi Arapça ve Acemceye son derece vakıf, hususu ve edebî bir lisana sahip edipler için yazmadıkları zaman Türk milletinin konuştuğu lisanı Türkçe harfini, Türk tertibini kullanmalıydılar. Millî matemler, millî sürurlar, millî ve konuşulan lisanla terennüm olunmalıdır ve bu pek mantıkidir. Aksini, biraz düşünen eda edemez. Yazarken konuştuğmuz saf ve sade Türkçeyi kullanmayarak “Osmanlıca” denilen Arapça, Acemce terkiplerin selika, şive ve hissimize muhalif bir tertip ile yan yana getirilmesinden hâsıl olan sanii Enderun lisanının terennüm eden eski şairlerimiz Namık Kemalzade, Ali Ekrem Bey de tayyarecilerimiz için bir şiir neşretti. Niçin bu şiiri Türkçe yazmadı? Bu millî matem lazımdı ki Türkçe yazılsın. Ve eminim ki kimse o terkiplerin bitmez tükenmez zincirinden bir şey anlayamadı. Bu şiirin de, dikkat olunursa görülür ki, Ekrem Bey mümkün oldğu kadar içini kâğıtlarla terkip yapmış, Türkçenin yalnız kelimelerini değil, sarfını cereyanı da sevmediğini göstermiştir. İki üç parça nakledeyim de bakınız:

Vatan ey (fikr-i ismen Peyma) Vatan (Encâ-yı zar zarından) Vatan evladığının mezarından bakıyor (tabeş güzârından) Ona coşan olur (Nücum u sema) işte bir (İsmen ruh u âlud) ki hevâsında (İbtisâm-ı bahar) ki kebudunda (Cünbüş ü ebhar) bus eder arzı bir (taravet-i har) yükselir cevve bir (dua-yı vedûd) Sanki (Aguş bizim maderdir) Çırpınır kollarında bir Nevzad vechi bir (Zühre-i mübeşşirdir) Şimdi bir (fend-bâd-cûşa cûş) ve ilh… Şimdi bundan ne anlaşılır. (Tend-bâd cûşa cûş) un Türkçesi yok mudur? Yoksa Türklere bu terkibin de lüzumu yok mudur? Demek. Lakin maksat söylenilen tabii Türkçeyi yazmak… Milli matemi konuşulan güzel Türkçe ile ve milli Türk vezniyle yazan Aka Gündüz’ün de şiirini nakledeceğim. Aka Gündüz bu şiirinde “Şevket, gayret, hamiyet, saik, layık, gayil, kügrân ve ilh…” gibi kelimeleri Türkçeye addediyor. Çünkü bunlar tekellüm lisanına girmiş, tasrif edilmiş, manasını her Türk’ün öğrenmiş olduğu kelimelerdir. Hiçbir Türk’ün konuşurken “Zühre-i mübeşşir, dua-yı vedûd, tend-bâd, cûşa cûş, taranet-har, sükût, harman, hayal-i Nigar, enhâ-yı zar râz, tabeş-güzûr, cünbüş ü ebhâr ve ilh…” demez, hatta

diyemez. Çünkü Türk’ün sudurunda ancak Türk sarfı yaşar. İşte Aka Gündüz’ün konuştuğumuz güzel, sade ve saf Türkçe, millî Türk vezniyle yazdığı şiir: Yaşayan Ölüler.

Gökte bulutlara bir yoldaştınız, Denizler aştınız, dağlar aştınız, Hâlâ nuri gibi uçup taştınız, En sonra düştünüz toprak üstüne, Tarihte bir altın yaprak üstüne.

Ey fetih! Ey şehit!

Gördü şu cihan öldüğü toprakta, yeniden doğan Kaçanlar önünde, uçan kahraman,

Aktı mı kanların toprak üstüne? Tarihte bir şanlı yaprak üstüne!

Vatan ey sadık sadığı şehit! Yükselmekle kıldın küfranı tehdit. En sonunda düştün toprak üstüne, Tarihinde bir altın yaprak üstüne,

Kanlardan deniz müslümanlığı, Eflaka saldınız kahramanlığı. Yükselttiniz gafil, kör insanlığı.

Lakin ise düştünüz, toprak üstüne, Toprakta bir altın yaprak üstüne.

Asıl ölü biziz, asıl cihansa bizle Siz imanlısınız, asıl kansız biz, Siz şereflisiniz asıl şanssız biz, İşte siz düştünüz toprak üstüne Tarihte bir altın yaprak üstüne.

Ey çifte şehitler! Çifte kahraman! Şahit sizlere yerle asuman,

Yokluğu örttünüz, varlıkla hemen, Düşmediniz asıl toprak üstüne, Düştünüz bir şanlı toprak üstüne.

Yok, bir küçük şeref, bir küçük duygu! Kahrımıza kâfi, bir küçük pusu!

Bizi ister mi hiç bu toprak pusu? Felek bizi atsın toprak üstüne, Hazana uğramış yaprak üstüne.

Bir lahza hayat için silahı atan, Irzını düşmanın hırsına katan, Atılsın çürümüş toprak üstüne, Yazılsın çamurlu yaprak üstüne.

Saklamak gerekmez duyuyor vecihten Yalandan ağlıyor, sizi ağlayan,

Kurtarsın bu halden bizi yaradan. Ne yiğitler attık toprak üstüne! Ne kurtlar üşüştürttük yaprak üstüne! Şerefe hayata layık olanlar,

Düştüler, gittiler toprak üstüne, Tarihi ağlatan toprak üstüne.

Şimdi bu şiiri okur da hangi Türk anlamaz hangi Türk müteessir olmaz? Çünkü lisan Türkçedir konuştuğumuz dildir. Eskiler, Enderun Osmanlıcasıyla terkipler, terkipler, terkipler yazan şairler bari kırk yılda bir defa millî bir matemi, millî bir süruru Türkçe terennüm etmek lütfunda bulunsalar… Ve anlasalar ki artık Türkler; Arap, Acem, gerinin edebiyatının doğurduğu çirkin mahsulleri istemiyorlar. Gördükleri rağbetsizlik olsun bu zatları uyandırmıyor mu? Uyan, kendi dilinin satırlara geçtiğini görmek isteyen koca bir milletin kavmi ve meşru iştiyaklarını duymuyorlar mı?

Belgede Zekâ (inceleme-metin-dizin) (sayfa 167-172)

Benzer Belgeler