• Sonuç bulunamadı

MERKEZDE SOYLULAŞTIRMA SÜRECİ VE SÜRECE DAİR KURAMSAL YAKLAŞIMLAR

Belgede VII. ULUSAL SOSYOLOJİ KONGRESİ (sayfa 157-160)

TÜRKİYE’DE SOSYOLOJİ TARTIŞMALARI-I: GÜNCEL

MERKEZDE SOYLULAŞTIRMA SÜRECİ VE SÜRECE DAİR KURAMSAL YAKLAŞIMLAR

Soylulaştırma, yaygın örneklerinin 1970’lerde ABD ve başta İngiltere olmak üzere kimi Avrupa ülkelerinde görüldüğü bir kentsel yenileme sürecidir. Türkçe’de yaygın karşılığı soylulaştırma olan gentrification kavramı ilk olarak Ruth Glass tarafından İngiliz soylu sınıfının, 1960’larda Londra’nın merkezî işçi semtlerine bu alanları işgal edercesine yerleşmesi ve burada yaşayan dar gelirli nüfusun değeri gittikçe yükselen bu mekânlardan kovulması ve dışlanmasını tanımlamak adına kullanılmıştır (Glass’dan akt. Behar ve Perouse, 2006: 2). Konut stokunda fiziksel iyileşmeyi ve kiracılıktan ev sahipliğine geçişi de içeren bu süreci Glass karmaşık bir süreç ya da süreçler seti olarak tanımlamıştır (Hamnett, 2000: 331).

131

Londra’da başlayan bu süreci takiben “küresel ‘rüzgar’ bunu yeni ülkelere ve kentlere taşımıştır” ve soylulaştırma sadece Batı kentleriyle sınırlı olmayan bir minvalde yaygınlaşmıştır (Atkinson ve Bridge, 2005: 1-2). Glass’ın bahsettiği soylulaştırma sürecinin öncü aktörü olan soylu sınıf yerini sanatçılara, profesyonellere ve yeni orta sınıfa bırakırken (Uzun, 2006: 32), sürecin aktörleri devlet, şirketler ve devlet-şirket ortaklığı şeklinde çeşitlenmiştir.

Gonzales’e göre soylulaştırma sürecinin yaşanabilmesi için gerekli birçok unsur söz konusudur (Lydersen’den akt. Ergün, 2006: 18):

Alandan gelir elde etmeye istekli girişimciler, arazi geliştiricileri, sigorta ve inşaat şirketlerinden oluşan bir soylulaştırma sanayisi

Çekici bir konumu ve tercihen bakımsız fakat çekici mimari olgunlukta konut stoku olan bir mahalle

Bölgesini koruyabilmek için politik veya ekonomik gücü olmayan düşük gelirlilerden oluşan yöre sakinleri

Alana taşınabilmek için harcayabilecek parası olan, konum ve hareket arayan genellikle genç, çocuksuz profesyoneller

Bu unsurların birkaçını veya tamamını birden içerebilecek soylulaştırmanın tarihsel süreçte üç dalga halinde yaşandığı genellikle kabul görmektedir. Fakat her bir dalganın ve dalgalar arası geçişlerin, sürecin yaşandığı ülkenin, kentin ve kent içindeki mahalle veya semtlerin özgün koşulları çerçevesinde farklı görünümler sergilediği, buradan hareketle de siyasal, ekonomik, toplumsal ve mekânsal süreçler arasındaki ilişkilerin bu özgün koşullar çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Yine özgün koşullar göz önünde bulundurulmak üzere Gonzales soylulaştırma sürecinin genellikle üç aşaması olduğunu belirtmiş ve bu aşamaları şu şekilde sıralamıştır:

Birinci aşamada yeni gelenler bazı konutları satın alır ve rehabilite ederler. Bu çok küçük bir yer değiştirmeye neden olur. İkinci aşamada alandaki kira değeri veya değer farkı duyulur, yer değiştirme oluşmaya başlar ve çıkar çatışmaları görülür. Üçüncü aşamada rehabilitasyonun etkileri daha görünür hale gelirken, fiyatlar yükselir ve yer değiştirme zorla oluşmaya başlar. Yeni sakinlerle orijinal sakinler kurumları ve gelenekleriyle yer değiştirirler (Ergün, 2006: 20).

Benzer şekilde Hackworth’de Kuzey Amerika ve Avrupa bağlamında üç soylulaştırma dalgasından bahsedilebileceğini belirtmiştir (akt. Smith, 2006: 21):

1950’ler ilk dalga,

1970 ve 1980’ler ikinci dalga,

1990 ve sonrası ise üçüncü dalgaya işaret etmektedir.

Smith, ilk dalganın Glass’ın gözlemlediği kadarıyla “dağınık soylulaştırma”, ikinci dalganın Hackworth’ün isimlendirdiği şekliyle “demir atma safhası” ve üçüncü dalganın da “yaygınlaştırılmış soylulaştırma” olarak adlandırılabileceğini belirtir ve sürecin her kentte farklı bir ritme sahip olduğunu da vurgular (2006: 21).

Bu tartışmalardan hareketle sürece dair araştırmaların genellikle iki koldan ilerlediğini söyleyebiliriz. Bu araştırmaların bir yanı soylulaştırmanın ortaya çıkışındaki ekonomik etkenleri ele alırken, bir yanı da sosyokültürel yapıdaki değişimler ve konut politikalarına odaklanmıştır. Bazıları ise hem kültürel hem ekonomik süreçleri kapsayacak şekilde süreci ele almaya çalışmıştır. Örneğin Sharon Zukin, özellikle başlangıçta çekici olan sanatsal aktiviteler etrafında cereyan eden kültürel yeniliklerin, sonrasında soylulaştırmanın ticari boyutu tarafından yok edildiğini belirmiştir (akt. Atkinson ve Bridge, 2005: 6).

Kapitalizmin eşitsiz gelişme dinamiklerinin mekânsal düzeydeki eşitsizliklerin temeli olduğunu vurgulayan ekonomik temelli yaklaşım, sermaye birikim süreçlerine odaklanmaktadır ve Neil Smith’in “rant farkı” teorisi bu yaklaşımda merkezi bir konumdadır. Bu teoriye göre, ilkin banliyöleşmenin ve rant farkının ortaya çıkması kent merkezinin sermaye açısından değer kaybetmesine yol açmıştır; 1980 sonrasında ileri kapitalist ülkelerde yaşanan sanayisizleşme ve bunun karşısında hizmet sektörünün

132

genişlemesi ve büyüyen beyaz yakalı istihdamı bir taraftan merkezin tekrar değer kazanmasına yol açarak buradaki konut ve arsa fiyatlarının yükselmesine neden olmuş, bu süreç diğer taraftan mekânın merkezileşmesi ve aynı zamanda sermayenin merkezsizleşmesi olarak kendini göstermiştir (Smith’ten akt. Şen, 2005: 130; Uzun, 2006: 34).

Bu çerçevede Smith, özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa kentlerinden yola çıkarak günümüz neoliberal şehirciliğin bir boyutunu oluşturan soylulaştırmanın temel hatlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Smith bir taraftan yoksul ve etnik açıdan azınlık olan kesime karşı devletin uyguladığı “sıfır tolerans taktikleri” çerçevesinde, günümüz neoliberal şehirciliğinin “rövanşist” bir yapıda olduğunu belirtirken (1996), daha çok yerel yönetimlerin süreçteki değişen rolü üzerinde durmuştur. Burada Smith’in zor ve sermaye arasındaki sembiyotik ilişkiyi ortaya koymaya çalıştığını söyleyebiliriz4

.

Soylulaştırmanın yaygınlaşmasında etkisi azımsanmayacak yeni rövanşizm “hem muhalefeti ortadan kaldırmak[…] hem de sokakları soylulaştırma için güvenli hale getirmek[…]” bahanesiyle gerçekleştirilen bir strateji olarak karşımıza çıkmaktadır (2006: 22). Smith ilkin 1990’larda New York’ta yaşanan bir dizi olay çerçevesinde yeni rövanşizmden bahsetse de bu sürecin Amsterdam’daki işgalci karşıtı kampanyalardan, evsizlerin kamplarına yönelik Paris polisinin saldırısına, Sao Paulo’da sokaklarda yaşayan insanlara uygulanan baskıcı taktiklere kadar çeşitlilik gösterdiğini vurgulamıştır (2006: 22).

Gittikçe yaygınlaşan soylulaştırmanın bir diğer boyutu ise yerel devletin değişen özelliği çerçevesinde açıklanmaktadır. Buna göre 1980 öncesinde devletin desteklediği kentsel yenileme daha çok özel piyasa soylulaştırmasını teşvik amacı taşıyorken; 1980 sonrası süreç arazi ve konut piyasasının yoğunlaşan özelleştirmesini ifade etmektedir (Smith, 2006: 20). Daha çok neoliberal politikaların hakim olduğu 1980 sonrasına odaklanan Smith, yerel yönetimlerin “özel sektörün seçtiği yolu düzenlemek yerine piyasa mantığı tarafından zaten oluşturulmuş olan oluklara kendini yerleştir[diğini], esasında küresel sermayenin acemi ancak oldukça etkin bir ortağı haline gel[diğini]” vurgulamıştır (2006: 13).

Smith’in burada vurgulamak istediği nokta, kentsel ölçeği belirleyenin ne olduğudur. Buna göre, 1980 öncesinde kentsel ölçek yeniden üretim süreci tarafından belirleniyorken, 1980 sonrasında bu ölçek üretim süreci tarafından belirlenmektedir. Bu durum toplumsal yeniden üretimin kentsel ölçeğin belirlenmesinde etkili olmadığı, yani ‘devletin etkinlerinin’ belirleyici olmadığı anlamına gelmez. Aksine problem, mekânın toplumsal yeniden üretimi tehlikeye atacak şekilde örgütlenmesidir. Yani bizzat mekânın kendisinin sermayenin çıkarları çerçevesinde üretilmesi ve bu sürecin bir mekân üretim krizi ortaya çıkarması söz konusudur. Bu nedenle Smith, kentsel ölçeğin belirleyicisi olarak toplumsal yeniden üretimin kilit önemde olduğunu, fakat 21. yüzyıl kentlerinin ölçeğini bundan önce bizzat mekânın kendisinin üretiminin belirlediğini vurgular. Bu durum daha çok üretimin küreselleşmesine, yani sermaye birikim süreçleri çerçevesinde kentsel mekânın küresel ölçekte üretimine odaklanılması gerekliliği anlamına gelmektedir.

Yani Glass’ın hikayesinde gelişigüzel ortaya çıkan ve ilkin Londra, New York, Paris ve Sydney gibi kentlerde görülen süreç günümüzde artık sistematikleşmiştir ve 1960 ve 70’lerde konuta yönelik iyileştirme projeleriyle tanımlanan süreç bugün sermaye ve yerel devlet ortaklığı kapsamında uygulanan bir küresel kentsel strateji haline gelmiştir (Smith, 2006: 20). Bu nedenle Smith’e göre, “kent sınırlarının derinlemesine zorlanması, bir başka deyişle kentsel mekânın yıkılıp yeniden yapılandırılması ve satışa sunulması son kertede ekonomik bir girişim” olarak görülmelidir (Yavuz, 2006: 63).

Süreci sosyokültürel yapıdaki değişimler ve konut politikaları bağlamında ele alan yaklaşım ise günümüzde soylulaştırmanın daha önce hiç olmadığı kadar kamu politikasıyla bütünleşmiş olduğunu vurgular. Soylulaştırmanın 1960 ve 1970’lerdeki ilk dalgasından itibaren kamu politikasıyla sembiyotik ve uzun süreli bir ilişki içinde olduğunu vurgulayan Loretta Less ve David Ley, toplumsal karışma politikası uyarınca toplumsal yenileme adına organize edilen soylulaştırma sürecinin bugün devlet öncülüğünde gerçekleştiğini belirtir (2008: 2381). Less ve Ley, Eric Clark’ın çalışmasına

133

referansla, soylulaştırmanın artık bir “soylulaştırma tasarlama” süreci olarak ele alınması gerektiğini belirtirken (2008: 2379), sürece neoliberal politikaların ve yukarıdan aşağıya bir planlama stratejisinin eşlik ettiğini vurgularlar (2008: 2380).

Hamnett, 1970’lerin başında Londra’da hükümetin iyileştirmeye ayırdığı ödeneklerin gerçekleştirilecek olan soylulaştırma için bir araç olduğunu belirtirken (akt. Less ve Ley, 2008: 2379), Less ve Ley’e göre de benzer bir süreç New York’tan Toronto’ya, İsveç, Hollanda ve Kanada’nın pek çok kentine hakim olmuştur. Bu süreçte önemli olan, 1970 öncesinde devletin sağladığı konut tedarikinin bu dönemden sonra özel sektör, yerel organizatör ve devlet-şirket ortaklığı şeklindeki birliklere bırakılması ve kentin iç bölgelerinin orta ve üstü sınıflar için satın alınabilir konutların oluşturulduğu bir alana evrilmesidir. Örneğin Walks, neoliberalizme meyleden Kanada hükümetinin 1990’ların başında konut tedarik etme rolünü terk ettiğini ve yoksul kesimlerin yaşayabileceği koşullarda konut yapımının 1970-80 arası yıllık 20.000’i aşarken, 1995 sonrası bu rakamın yıllık 2000’in altına düştüğünü belirtir (akt. Less ve Ley, 2008: 2381).

Konut politikalarına yönelik açıklamalarla birlikte talep yönlü yaklaşımın bir diğer yönü, soylulaştırma sürecini kentin iç bölgelerinde yer seçenlerin mesleki, kültürel ve demografik özellikleri çerçevesinde incelemesidir. David Ley soylulaştırmanın ilk aşamalarında, kent merkezinde terk edilmiş fakat kültürel ve tarihi değer taşıyan konutlara sanat ve uygulamalı sanatlar, medya, eğitim ve hizmet sektörü çalışanlarının yerleştiğini, bu aktörlerin ikinci dalgadan sonra yerini yeni orta sınıf ve yatırımcılara bıraktığını vurgular (Uzun, 2006: 34). Buna göre Ley Kanada’da yaptığı araştırma kapsamında endüstri sonrası toplumların, basitçe ekonomik olarak açıklanamayacak nitelikte bir yaşam sürme uğraşındaki yeni orta sınıf profesyoneller öncülüğünde, kentsel bağlamda kullanılan toprağın bölüşüm mantığını değiştirdiğini belirtir (akt. Less vd., 2008: 92). Dolayısıyla soylulaştırma kentsel gelişimde yeni bir aşamayı temsil etmekte ve bu aşama ‘banliyöye alternatif bir kentselliğin imaj yaratıcıları” olarak görülen ve gittikçe genişleyen yeni orta sınıfın kente yönelik estetik bakış açısı, tüketim kalıpları ve beğenileri ile şekillenmektedir (Ley’den akt., Less vd., 2008: 92).

Toparlarsak, arz yönlü yaklaşım devletin üretim sürecindeki rolüne odaklanırken, talep yönlü yaklaşım talebin oluşturulması ve tüketim araçlarının organizasyonu sürecinde devletin rolüne vurgu yapmaktadır. Vurgular farklı olmakla birlikte her iki yaklaşım açısından kentin neoliberal deneyler için bir laboratuvar olduğu ve devlet politikalarının bu deneyler için uygun koşulları yaratan ve deneyleri meşrulaştıran bir işlev gördüğü sonucu çıkmaktadır. Neoliberalizm her ne kadar her türlü devlet müdahalesinden özgürleşmeyi ifade eden bir ütopya yaratmayı arzulasa da, bir taraftan piyasa hakimiyeti biçimlerini dayatırken diğer taraftan bu piyasanın sonuçlarını ve çelişkilerini yönetebilecek bir yapılanmaya ihtiyaç duyar (Thedore vd., 2012: 23). Başka deyişle neoliberalizm “tek başına durmak yerine […] devlet ve toplum formlarıyla parazitvari bir ilişki içinde var olma eğilimindedir, ki kendisine eşlik eden yeniden yapılanma stratejilerinin biçimi ve sonuçları da bu melez bağlamda şekillenir” (Peck’den akt. Thedore vd., 2012: 24-25).

Belgede VII. ULUSAL SOSYOLOJİ KONGRESİ (sayfa 157-160)