• Sonuç bulunamadı

Kamu açıklarının finansmanı, iç ve dış borç stoku ile faiz oranlarını artırmaktadır. Artan faiz oranları kredi maliyetlerini yükseltmekte bu da reel sektörün kredi talebini azaltmaktadır. Kamunun açıklarını gidermek için piyasadan talep ettiği fonlar, crowding-out etkisi ile özel sektörün daralmasına yol açarak finansal kesimi, menkul kıymet taraflı olarak büyütmekte ve enflasyonun düşmesini zorlaştırmaktadır.

Kamu kesiminin iç borçlanma süreci, bankaların aktif yapısını da değiştirmektedir. Aktif yapısındaki büyüme, çoğunlukla menkul kıymetlerdeki artıştan kaynaklanmaktadır. Bu süreç, bankacılık sektörüne kısa vadede garantili yüksek kâr oranları olarak geri dönecektir.

Ekonomilerde yüksek enflasyon dönemlerinde, banka fonlarının büyük bir kısmı reel getirinin yüksek olması ve riskin olmaması nedeniyle, kamu kağıtları ağırlıklı menkul kıymetlere plase edilir. Enflasyonist süreçte, bankaların kaynak maliyetinin yüksekliği, likit bulundurmanın maliyetini de artırmaktadır.

Kamunun, borçlanma vadesini uzatarak borç yükünü azaltmaya çalışması, mevduatın ortalama vadesini kısaltarak vade uyumsuzluğu oluşturabilmekte ve bir dışsal şokta, bankaları ödeme güçsüzlüğüne sokabilmektedir. Bu durumda artan fon talebi, faizleri yükseltmekte ve bankacılık kesimi, dolayısıyla ekonomi krize sürüklenmektedir. 2000 ve 2001 yılında Türkiye’de yaşanan ve bankaların Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (TMSF) devriyle sonuçlanan süreç bunun örneğidir.

55 2.3.1.1.6. Takipteki Krediler

Bankacılıkta kâr, basit bir ifadeyle, faiz gelirleri, komisyon gelirleri ve diğer gelirler toplamından; işletme giderleri, faiz giderleri ve diğer giderlerin çıkarılması sonucu bulunan pozitif değer olarak ifade edilir. Bunun için kredilerin kârlılığının ölçülmesi bankaların faaliyetlerini etkin sürdürebilmeleri açısından önemlidir. Mevduat faizlerinin yüksek olması kredi faiz oranlarının da yükselmesine neden olur. Yüksek faiz oranları sonucu firmalarca kredi talepleri azalacaktır. Yüksek faiz oranları, bankaların kullandırdıkları kredi miktarını da azalmasına neden olacaktır. Bankalar, yüksek faizlerden kredi kullandırmaya devam ederlerse, toplam krediler içinde batık kredilerin oranı yükselecek verilen kredilerin dönmeme riski artacak, bunun sonucunda da batık krediler bankaya zarar olarak dönecektir (Çankaya ve Öz, 2001: 49-50).

Sorunlu kredi; banka ile borçlu arasındaki geri ödeme anlaşmasının önemli şekilde bozularak, tahsilatın gecikmesi ve zarar olasılığının ortaya çıkması olarak tanımlanabilmektedir (Seval, 1990: 251). Bankaların beklenen kârlılığı sağlayabilmeleri için tasarrufları kredi kanalıyla doğru yatırım alanlarına yönlendirmeleri gerekmektedir. Ancak, açılan her kredi, vadesinde geri ödenmeme riskini taşımaktadır. Bu sebeple bankalar, kredi taleplerinin değerlendirilmesinde oluşabilecek riskleri minimum düzeye indirgeyecek ve kaynakların verimli alanlara yönlendirilmesini sağlayacak kredilendirme politikaları oluşturmalı ve kredi tahsisinde temel prensiplere uymalıdırlar. Aksi durumda, kullandırılan kredilerin vadesinde ödenmemesi ve sorunlu hale gelmesi kaçınılmaz olmaktadır. Sorunlu kredilerin artışı ise bankaların maliyet yapılarını etkilediğinden ve ekonomideki kaynakların etkin kullanılmasını engellediğinden, gerek finans sistemi gerekse ekonominin geneli üzerinde olumsuz etkiler ortaya çıkarmaktadır. Sorunlu krediler, bankaların kârlılığını olumsuz etkilediğinden, bankalar kredi faiz oranlarını yükseltmekte bu durumda, maliyet enflasyonuna neden olmaktadır. Ayrıca, sorunlu kredilerin payının artmasıyla bankalar, üretim ve istihdam için kredi talebinde bulunan firmalara olumlu cevap verememekte ve bu durumdan ülke ekonomisi zarar görmektedir.

56

Bankaların işlevlerinden biri, ekonomideki atıl fonları yatırımcı sektörlere aktarmaktır. Bu nedenle, bankaların kredi işlemlerinde sağlayacağı başarı önemlidir. Takipteki kredilerin, toplam kredi rakamına oranın düşük olması banka açısından olumlu bir ölçüttür. Takipteki kredilerin toplam kredilere oranı ne kadar düşükse bankanın kârlılığı o kadar artacaktır. Bankalar, dönemler itibariyle takipteki kredilere karşılık ayırmak zorunda olduklarından bu oranın artması, bankanın rasyolarını bozacak ve kârlılığı azaltıcı bir etki yapacaktır.

Banka bilançosunda sorunlu kredilerde yaşanan artış, sektörün geneline yayıldığında, maliyetlerin artmasına ve kâr oranlarının düşmesine neden olmakta bu durum ise sektöre olan güvenin azalmasına yol açmaktadır. Yaşanan güven azalışına bağlı olarak da bankalar, kaynak bulmakta sıkıntı içerisine girmektedir. Diğer taraftan bankalar, kredi plasmanlarını bu dönemlerde daralttığından, sektörde kredi hacminde de daralma yaşanmaktadır. Sorunlu kredilerin, sektörde belirli bir seviyeyi aşması ise finansal krizlere yol açarak banka iflaslarını beraberinde getirebilmektedir.

2.3.1.1.7. Likidite

Likidite, dar anlamı ile vadesi gelen borçları, tam ve zamanında ödeyebilme gücü olarak tanımlanırken geniş anlamda, işletme aktiflerinin daha akışkan, daha kısa vadeli ve daha kolay paraya dönüştürülebilecek şekilde, pasiflerle vade açısından uyumlu bir finansman politikası izlenmesi anlamında kullanılan bir kavramdır. Bir ticari bankada likidite kavramı ile bankanın nakit kullanımları ifade edilir. Likidite yönetimi ise banka bilançosunda, likidite giriş ve çıkışlarının dengelenmesidir (Öcal ve Çolak, 1999: 201).

Bankalar, yükümlülüklerini zamanında yerine getirebilmek için likiditesi yüksek finansal araçlar bulundurmak zorundadırlar. Eğer, bankanın yükümlülüklerini yerine getirecek yeterli likit değerleri yoksa, o banka likidite riskine maruz kalabilir. Özellikle kriz zamanlarında, ödeme sıkıntısı çeken bankaların fon talepleri faiz oranlarını artırmaktadır. Bu da krizleri daha derinleştirmektedir.

Bankaların yükümlülükleri genellikle, istenildiğinde hemen ödenmesi gereken kısa vadeli mevduattan oluşmaktadır. Varlıkları ise ağırlıklı olarak, likiditesi

57

düşük orta ve uzun vadeli kredilerden oluşmaktadır. Belirtilen bu vade uyumsuzluğu, bankaları ani ve büyük miktarlı mevduat talepleri karşısında istikrarsızlığa açık hale getirmektedir (Carletti, 2007: 5). Buna göre, “bankaya hücum” (bank run), mevduat sahipleri arasında herhangi bir nedenden dolayı bir güven krizi oluşması halinde, bankanın batacağı endişesiyle fonlarını eş zamanlı olarak çekmek istediğinde ortaya çıkmakta ve iki şekilde gerçekleşmektedir. “Temel banka hücumları” (fundamental bank runs), bankanın kârlılığının, iktisadi dalgalanmalar veya bankaya özgü sebeplerle düşük olduğunda gündeme gelmektedir. Eş zamanlı ve yüksek miktarda mevduat talebi sonucunda banka, likidite problemi yaşayarak iflas edebilmektedir. “Panik banka hücumları” (panic bank runs), spekülasyonlar nedeniyle mevduat sahiplerinin bankaya olan güvenini kaybettiğinde oluşmaktadır. (Freixas ve Rochet 2008, 218).

Mevduat sahiplerinin bankalara hücumu ve mevduatlarını hızla çekmesi, para ve bankacılık kriz tarihinin ortak özellikleridir. Bir bankanın ödeme zorluğu içerisinde bulunduğu yönünde bir beklentiye giren mevduat sahipleri, bir veya birden fazla bankanın batacağını düşünerek mevduatlarını hemen çekmek için bankaya hücum ederler. Bütün mevduatın aynı anda çekilmesi durumunda ise bankalar, likit olmayan varlıklarını likit hale getireceklerdir. Vadesi gelmeyen varlıkların çoğu da değerinin altında likit hale getirileceğinden bankalar zarar edecek ve sonuçta ödeme güçlüğü içerisine düşecektir. Panik hallerinde mevduata hücum edilmesi nedeniyle bankaların batması, mali sistemin zarar görmesine ve mal ve hizmet üretiminin düşmesine yol açacaktır (Diamond and Dybvig, 2000: 15).

Bankaların, Merkez Bankası’nda bulunan zorunlu rezervlerle birlikte dönen varlıklarını, resmi otorite tarafından belirlenen asgari seviyede tutmaları gerekir. Asgari likidite zorunluluğu arkasındaki başlıca neden, bankaların her zaman olağandışı mevduat çekilişlerini karşılayacak likit rezerve sahip olmasıdır. Bu oran, finansal durumu etkileyen bir araç olarak da kullanılabilir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, likidite, bir varlığın kolaylıkla risk ya da zarar olmadan nakde çevrilebilmesindeki kolaylığı da ifade eder. Bir banka, ödeme yükümlülüklerini ve finansal taahhütlerini süresi içerisinde yerine getirecek yeterli nakit ve diğer varlıkların yanı sıra başka kaynaklardan da hızlı bir şekilde fon sağlayacak durumda ise, o banka likit kabul edilir. Ne zaman ki, likitlerin toplam talebi toplam arzı geçerse bankalar, likidite

58

açığı ile karşı karşıya kalırlar. Böyle bir durumda bu kuruluşlar, borç alma ya da bazı likit varlıkların elden çıkarma yoluyla ek fon sağlama durumunda kalabilirler. Genellikle kısa dönem borçlanmalar maliyetlidir ve likit varlıkların satışı nedeniyle oluşacak zararlar kârlılığı olumsuz etkiler. Diğer taraftan, kullanılmayan fonlar ve likit varlıklar üzerinden elde edilen düşük gelirler, bu kuruluşların kârlılıklarını likit fazlası nedeniyle olumsuz etkilerler. Likidite yönetimi, ticari banka kârlılığını belirleyen önemli etkenlerden biri olarak ortaya çıkar (Rasiah, 2010: 79).

Piyasada faaliyet gösteren büyük bankalar, diğer küçük bankalara nazaran daha az likidite riski ile karşılaşırlar. Ölçekleri nedeniyle büyük bankaların, daha geniş bir alanlarda ve daha uygun şartlarda borçlanmaları bunun en önemli nedenidir.

Benzer Belgeler