• Sonuç bulunamadı

Divan edebiyatında daha çok ayrılık, hasret hecr ve hicran gibi eşanlamlılarıyla kullanılır. Âşığın en belirgin özelliği ayrılık içinde olmasıdır. Bu ayrılık ona büyük ıstırap verirse de o bu durumdan ancak arada sırada şikâyetçi olur. Âşık ayrılık yüzünden o derece zayıflar ki artık beli kıl gibi incedir. Ayrılık nedeniyle âşık kan yutar, ölümcül hasta olur. Toprağa döner, geceleri sabahlara dek yanar, ağlar, ah eder; daima kanlı gözyaşları döker, beli bükülür, gam ve keder içinde kalır. Ayrılık aşığı en çok yalnız geçen gecelerde etkiler. Çünkü yalnızlık duygusu geceleyin artar.(Pala; 1999:145)

Mesnevînin tamamı ayrılık teması üzerine kuruludur. Ayrılık sözcüğü mesnevînin anahtar kelimelinden biri olarak kabul edilmelidir. Zira olay ya da kurgunun dayandığı temel gerilim noktası ayrılıktır. Mesnevînin başlangıcında bu ayrılıktan bir şikâyet söz konusu olsa da konunun sonlarına doğru ayrılık düşüncesinin boyut değiştirerek Allah’tan ayrılma hüviyetine büründüğü için şikâyet yerini Allah’a kavuşma arzusuna bırakmıştır.

643 Eyyâm-ı visâle yetdi hicrân Vakt oldı ciğerler ola büryân

678 Felek ayırdı meni cevr ile cânânumdan Hazer etmez mi aceb nâle vü efgânumdan

679 Oda yandurmasa bir şu‘le ile nüh feleği Ne biter âteş-i âh-ı dil-i sûzânumdan

680 Gam-ı pinhân meni öldürdi bu hem bir gam kim Gül-ruhum olmadı âgeh gam-ı pinhânumdan

681 Âh idi hem-nefesüm âh ki ol hem âhir Çıhdı ikrâh kılup külbe-i ahzânumdan

682 Men ne hâcet ki kılam dâğ-ı nihânum şerhin Âkıbet zâhir olur çâk-i girîbânumdan

683 Hak bilür yâr değül cân ü dilümden gâib N’ola ger gâib ise dîde-i giryânumdan

684 Cân eğer çıhsa tenümden eser-i mihri ile Eser-i mihri sağınman ki çıhar cânumdan

685 Lutf edüpsen meğer ey bâd bu günden beyle Veresen bir haber ol serv-i hırâmânumdan

704 Elbette cefâ-yı ta‘n-ı ağyâr Ol gün yolına bırahdı bir hâr

705 Nevmîd olup etdi nâle bünyâd Dedi nedür ey felek bu bî-dâd

706 N’etdüm sana kasd-ı cânum etdün Kat‘-ı reh-i dil-sitânum etdün

707 Kesdün taleb-i garazda râhum Bildür mana kim nedür günâhum

708 Evvel meni eyledün mükerrem Vasl-ı sanem ile şâd ü hurrem

709 Döndün yine beyle cevr edersen Ol devre nakîz devr edersen

710 Vehm eylemedün mi kim çeküp âh Sûz-ı ciğer ile bir seher-gâh

711 Yanduram oda tokuz revâkun Sûzın sana bildürem firâkun

742 Sûz-ı dil ile tökülse yaşum Tîğ-i gam ile kesilse başum

743 Cândan çıharıp hevâ-yı aşkı Terk eylemezem belâ-yı aşkı

744 Bu günleri kim gam içre zârem Hicrân elemiyle bî-karârem

2485 Yâ Rab kemâl-i bâr-geh-i Kibriyâ hakı Ya‘nî fürûğ-ı nûr-ı ruh-ı Mustafâ hakı

2486 Kıl garka bahr-ı aşka vücûdum sefînesin Fermân-ı Hızra Mûsî eden iktidâ hakı

2487 Subh-i visâle eyle bedel şâm-ı hecrümi Subhun demindeki nefes-i dil-küşâ hakı 2.3.7- KIŞ ZAMANI(AYRILIK)

Kış mevsimi mesnevîde ayrılık zamanını temsil eden bir zaman dilimi olarak kullanılmıştır. Zira kış soğuk ve hüznü temsil eden bir mevsimdir. Bu mevsim bir sonun başlangıcıdır. Mecnûn’un ölümünden sonra kış tasvirinin yapılması bir sona eriş duygusunun hissettirilmesi amacıyla yapılmıştır. Zira her sonun bir başlangıcı vardır. Kış mevsiminin sonu da bahar mevsimidir. Kahramanların ölümü, onlar için bir vuslat olmuştur. Mezarlarının yan yana oluşu bu vuslatı temsil eder.

2765 Kim vasldan olmayup tesellî Mecnûndan olanda dûr Leylî

2766 Kesmişdi teallukın cihândan Kat‘-ı nazar eylemişdi cândan

2767 Bir fasl ki dest-i gâret-i dey Gül-zâr bisâtın eyledi tayy

2768 Mâtem-kede oldı arsa-i bâğ Mâtemde sürûd nâle-i zâğ

2769 Leylâ kimi oldı lâle mestûr Mecnûn kimi şâh-ı ergavân ‘ûr

2770 Renc-i yerekandan oldı eşcâr Lerzân ü zaîf ü zerd-ruhsâr

2771 Söndi gül ü lâlenün çerâğı Sarsar yeli zulmet etdi bâğı

2772 Gül bîm-i taarruz-ı havâdan Lâle sitem-i dem-i sabâdan

2773 Rahtını yaşurdı bağlarda La‘lini itürdi dağlarda

2774 Bir mâr misâli oldı her nehr Her nehrde su mesâbe-i zehr

2775 Gökden yere yetdüğinde bârân Her katra olup misâl-i peykân

2776 Gûyâ ki yetürdi bâğa bî-dâd Kim şu‘bede-i taharrük-i bâd

2777 Bir sihr ile âbı âhen etdi Andan ten-i bâğa cevşen etdi

2778 Bir gün bu havâda Leylî-i zâr Gam def‘ine etdi meyl-i gül-zâr

2779 Gördi gül ü lâleden eser yoh Envâ‘-ı şecerde berg ü ber yoh

2780 Sahn-ı çemenün safâsı getmiş Noksân-ı safâ kemâle yetmiş

2781 Ne sebze teninde tâb kalmış Ne berg yüzinde âb kalmış

2782 Mâtemkede gördi bûstânı Rikkat odına dutuşdı cânı

2783 Sûz-ı ciğer ile yana yana Şerh etdi gamını bûstâna

2784 K’ey bâğ nedür bu âh-ı serdün Men hasteye zâhir eyle derdün

2785 Men dahi senün kimi nizârem Bir gülden ırağ zerd ü zârem

2786 Ne devlet-i kurbine kabûlüm Ne ravza-i kûyşına vusûlüm

2787 Sen gerçi hazânasen giriftâr Elbette bahâra yetmeğün var

2788 Ümmîd-i visâl mende yohdur Senden gam ü gussa mende çohdur

2789 Arturdı gam ağladukça derdin Giryân göğe dutdı rûy-ı zerdin 2.4 - LEYLÂ VE MECNÛN’ DA MEKÂN

Dünya yaratıldığından bu güne insanoğlunun bütün maceralarını dev bir roman olarak var sayarsak, bütün insanları bu romanın kişileri, insanın yaşamaya başladığı ilk zaman diliminden bugüne kadar geçen süreyi bu romanın zamanı, bu insanların yaşadıkları dünyayı da romanın mekânı olarak görebiliriz. İşte romanın temel elemanları böylesine geniş ve derin bir açılıma müsaittir. Bu temel elemanlardan “mekân” nedir, diye sorulsa bu soruya “dünya”dır cevabı verilebilir. Hatta daha da ileri gidip “mekân” bütün kâinattır.” Diye de cevap verilebilir. (Sağlık;2002:142)

“ Bir eserde olayların geçtiği yer onun çevresi demektir ve çevre, özellikle bir evin içi karakterlerin mecazî olarak anlatılışı şeklinde düşünülebilir. Bir kimsenin evi onun bir parçasıdır. Evini anlatırsanız sahibini de anlatmış olursunuz (Wellek- Warren:304). Mesnevîde bahsedilen mekânların tamamı kahramanların psikolojisine göre şekillenir. Çöl Mecnûn’un psikolojisini; ev Leylâ’nın ruh halini yansıtır.

“İtibari bir metinde mekânın da itibari olması tabiidir. Vaka zincirini meydana getiren

Halkaların mahiyeti ve ona iştirak eden şahıs kadrosundaki fertlerin içinde bulundukları şartlar bu itibari mekânın şekillenmesine tesir eden faktörlerdir (Aktaş, 1998:125)

Mehmet Tekin’e göre romancı mekân unsurunu olayın cereyan ettiği çevreyi tanıtmak, roman kahramanlarını çizmek (çünkü bazı romanlarda, bazı kahramanların kişisel özelliklerinden çok içinde yaşadığı çevreyle hatırlarız.), toplumu yansıtmak, atmosfer yaratmak, en önemlisi de anlatılanlara gerçeklik hissi kazandırmak gibi amaçlarla kullanılır.(Tekin:129)

Ancak romanlarda mekânlar başka işlevlerde de kullanılırlar. Bunları şöyle sıralayabiliriz.

a) Mekânın romanlarda “yansıtma” işlevi vardır. Roman kahramanı çevreye bakar ve çevreyi değerlendirirken aynı zamanda kendi psikolojik durumunu da ortaya koyar (Tekin:147). Ayrıca “Çevre, insan iradesinin bir ifadesi olabilir. Çevre şayet tabii bir çevre ise insan iradesinin bir yansıması olabilir. Ruh tahlilcisi Amiel ‘Bir tabiat manzarası insanın ne düşündüğünü gösterir.’ diyor. Çevre ayrıca kaderi etkileyen büyük bir kuvvet de olabilir. Olayın geçtiği muhit, kişinin kontrolü dışında fiziki ve sosyal bir etken olarak düşünülebilir. ( Wellek-Warren,1998:304)

Mesnevîde olayın kahramanı Mecnûn’un Leylâ’dan ayrılmasından sonra bulunduğu mekânların tamamı onun, karamsar ruh halinin birer yansıması olarak karşımıza çıkar.

b) Romanlarda yapılan mekân tasvirlerinin “çağrışım” işlevi vardır. Romancı bazen mekânı öylesine tasvir eder ki, o mekân sadece olaylara sahne olmakla kalmaz; o mekânda daha önceden yaşanan olay ve hatıralara da göndermede bulunur. Okur, bu türden mekân tasvirlerinin yapıldığı romanlarda aynı anda birden fazla zamanı hissederek yaşayabilir. ( Furrer,2000:198)

Mesnevîde bu türden adı geçen mekân çöl olarak değerlendirilebilir. Çöl denince Mecnûn’un akla gelmesi bu mekânla kahraman arasında kurulan organik bağın kuvvetini yansıtması açısından dikkate değerdir.

c) Bazı mekânlar insan ilişkilerinin bir sembolü işlevinde kullanılırlar. Mesela salonlar ve konserler restoranlar ve akşam yemekleri; karşılaşma, tanışma, birleştirme, ayrılma gibi işlevlere sahiptirler ( Kıran, 2000:235). Romancını bu tür mekânları tasvir edişinden, okur orada geçecek olayın mutlu ya ada mutsuz olup olmayacağını sezebilir.

Mesnevîde bu tür mekânlara örnek olarak; Leylâ ile Mecnûn’un tanıştığı okulu karşılaşma-tanışma mekânı; ev ve çölü ayrılma mekânı olarak gösterebiliriz.

d) Mekânlar kişilerin mutluluk- mutsuzluk, huzur-huzursuzluk nedenleri de olabilirler. “Bu evde çok sıkılıyorum” diyen bir roman kişisinin bulunduğu evin tasviri okura da kasvet verebilir (Kıran, 2000:235).

Mesnevîde Leylâ Mecnûn’la olan alakası öğrenildikten sonra okuldan alınarak eve kapatılır. Leylâ evde karamsar bir ruh haline bürünür. Bu anlamda ev mekânı Leylâ için huzursuzluk yaratan bir mekân haline gelmiştir

e) Mekânın romanlarda sanatsal işlevi de söz konusudur. “ Mekânı sanatsal olarak ele almada, edebiyatın plastik sanatlardan ve resim sanatından daha olanaklı olduğu yanlar da vardır. Nesnelerin dil yoluyla anlatılmasını kullanarak, yazar bir imgeden ötekine sonsuz bir çabuklukla geçebilir. Ve okuyucuyu çeşit çeşit olay ve eylem yerlerine kolayca götürebilir( Gennadiy,2002:95).

f) Romanlarda yapılan mekân tasvirlerinin, ülkeyi ve hatta bölgeyi( memleketi) tanınır, bilinir hale getirerek sevdirme işlevi de vardır.” Ayrıca mekân unsurundan, kahramanın kimliğiyle birlikte yaşanılan ortamın sosyo-kültürel portresinin çizimi yönünden de yararlanılır.”( Tekin,2002:148)

Mesnevîde Leylâ’nın adının Mecnûn’la anılması onu toplumda olumsuz bir bakış açısıyla karşılaştırmıştır. Bu da dönemin sosyo- kültürel yapısı hakkında bize bir fikir verebilir.

g) Romanlarda yapılan mekân tasvirlerinin fikri işlevi de vardır. Romancı, bazı genel ve büyük mekânları öylesine olumsuz özellikleriyle tasvir eder ki okurda o mekânın düzeltilmesi ve iyileştirilmesi fikri uyanır “ çevreyi değiştirmedikçe insanın değişmesine imkân yoktur( Tekin,2002:146).

Fuzûlî mesnevînin tamamında bir mekân olarak dünyayı olumsuz bir yer olarak tasvir etmiştir. Dünya insan için bir ayrılık mekânıdır. Nitekim Mecnûn’un dünyaya gelişi “düşmek” olarak adlandırılır. Bu İslam mistisizminin dünyaya fikri bakış açısını yansıtması açısından önemlidir. Her ne kadar Hıristiyan inancındaki cennetten kovulma düşüncesi İslam inancında yoksa da İslam’da dünyanın cennetle karşılaştırılması, faniliği, geçiciliği, aldatıcılığı sürekli vurgulanmıştır. Mistik bir âşık olarak Mecnûn dünyanın zevklerine erişememekten mutsuz değildir. Dünyanın Allah’tan ayrılığa neden olan bir mekân olduğu düşüncesiyle dünyadan kurtulmak ister.

h) Bazı romanlarda yapılan mekân tasvirlerinin sembolik ya da sezdirme diyebileceğimiz bir işlevi vardır. Şerif Aktaş’a göre vakanın mahiyeti çok defa mekân tasvirlerine ayrılan satırlarda sezilir. Bu bakımdan mekân tasvirlerinin sinemada film başlamadan önceki musikiye benzer bir fonksiyonu vardır( Aktaş,1998:128). Yine romanlarda mekân unsuru ilerleyen sayfalarda cereyan edecek iyi veya kötü olayları sezdirmek cihetinde kullanılır. Mesela iyi bir hava mutluluk; kötü bir hava da mutsuzluk ve kötülük gibi durumların sembolü olarak gösterilebilir( Tekin,2002:146)

Mesnevîde olayların gelişiminin mevsimlere göre kronolojisi incelendiğinde kavuşma zamanlarının baharda, güzel havalarda, ayrılık zamanının da kışta, kasvetli havalarda geçmesi kahramanın psikolojisinin mekânın havasına uyum sağladığı görülür.

i) Bazı mekânlar da içinde yaşayan insanları tanıtma işlevine sahiptirler. Şerif Aktaş mekân tasvirlerinin eserdeki kahramanların bazı hususiyetlerini dikkatlere sunmaya yardım ettiğini söyledikten sonra bir odanın tefriş tarzının orada günlerin geçiren insan hakkında bilgi verebileceğini de belirtir( Aktaş,1998:128).

Çöl bu bakımdan Mecnûn’u tanıtan ana mekân olarak düşünülebilir. Zira çölde yaşayan Mecnûn sosyalliğini yitirmiş yalın bir insan olarak karşımıza çıkar.

j) Romanlardaki mekânların felsefi anlamda insanı bireyselleşmesi ve özgürleşmesi işlevinden söz edilir.

Mesnevîde Mecnûn’un evini ve ailesini terk ederek kendine çölü ve yaban hayatını mekân olarak seçmesi onu tamamen bireysel ve diğer insanlardan soyutlanmış bir hale getirmiştir. İnsan dışındaki varlıkları dost edinerek bu bireyselleşmeyi ve özgürleşmeyi açığa vurmuştur.

Anlatılarda mekânın fiziksel niteliklerinden çok algısal niteliğinin ön planda olması aslında deneyimsel halk psikolojisinde derin bir hakikat olarak kendini göstermektedir. Halkın oldukça zor durumda kalmış insanlar için kullandığı “dünyanın başına dar olması” ibaresi yine fiziksel bir darlaşmadan çok algısal bir sıkıştırılmışlığa yalıtmaya ve çatışmaya gönderme yapmaktadır. Yine böylesi güç durumda kalmış birinin söyleyebileceği “ayağımın altından yer kaçtı .” sözü mekânın psikolojik bir sıkıştırma unsuru olarak nasıl içe doğru aktığını ve darlaştığını gösterir. ( Korkmaz,2007:399)

Mesnevîde mekânın psikolojik algılanılışı parçalar halinde değişiklik göstermez. Mecnûn’un Leylâ’yı görmediği durumlarda dünya daralır ve Mecnûn’a yetmez olur. Belki Mecnûn’un çöle kaçışı bu bağlamda daralan dünyadan kaçış olarak algılanmalıdır. Zira bu kaçış bir yandan dar alandan geniş bir alana kaçışı sembolize ederken öte yandan sosyal bir alandan asosyal bir alana kaçışı gösterir. Kaçış dünyaya ve insanlara bir tavırdır. Mekânı Mecnûn için dar kılan insanlar ve insanların yarattığı ayrılık psikolojisidir.

Açık ve geniş mekânlar içtenlik mekânlarıdır. İçtenlik mekânı içten dışa doğru çeviren ve açan bir niteliktir. Bu mekânlarda karakter kendisiyle çevresi ve bütün evrenle uyuşum içindedir. Kapalı ve dar mekânlar nasıl çatışma mekânları ise açık ve geniş mekânlar da uyumun ve huzurun mekânlarıdır. (Korkmaz, 2007:400)

Mesnevîde Mecnûn’un Leylâ’yı gördüğü mekân psikolojik olarak genişlemektedir.

2.4.1 - OKUL

Okul mekânını anlamlı kılan öncelikle mesnevîde Leylâ ve Mecnûn’un tanışma mekânı oluşudur. Zira dönemin kapalı Arap toplumunda karşı cinsiyetlerin buluşması için tek mekân okuldur. Leylâ ve Mecnûn arasındaki aşkın toplumsal baskılardan uzak bir biçimde olgunlaşması okul sayesinde olmuştur. Bu genel olarak okulu psikolojik açıdan başlangıçta geniş bir mekân olarak algılanmasına neden olur(697. beyit). Ancak toplumun bu ilişkiye vakıf olması ile Leylâ’nın okuldan uzaklaştırılması Mecnûn için okulu dar bir mekân haline getirir.(701-702 nolu beyitler)

Bazı mekânların insan ilişkilerinin bir sembolu işlevinde kullanıldığın söylemiştik. Zira okul Leylâ ve Mecnûn’un hem karşılaştığı hem de ayrıldığı mekândır.

Karşılaşmanın okulda olmasının, âşkın cahilliğe dayalı bir âşk hüviyetine bürünmesini engellemek gibi bir işlevi de olmuştur.

521 Esbâb ana eyleyüp mürettep Verdiler anunla zîb-i mektep

634 Min-ba‘d gel eyle terk-i mekteb Bil mektebüni hemîn ced ü eb

635 Etme kalem ile meşkden yâd Sûzen dut ü nakş eyle bünyâd

636 Etfâlden eyle kat‘-ı ülfet Hem-râz yeter yanunda lu‘bet

697 Her subh gederdi mektebe şâd Mektebde olurdı gamdan âzâd

698 Meşk-i hat-ı hüsn-i yâr ederdi Def‘-i gam-ı rûzgâr ederdi

701 Gördi ki behişte hûr gelmez Gün çıhdı henüz nûr gelmez

702 Hurşîdsüz oldı rûz tâ şeb Oldı başına karanu mekteb

703 Bildi ki sipihr-i şu‘bede-bâz Bir şu‘bede eyleyüpdür âğâz 2.4.2 - EV

Bachelard Mekânın Poetikası’nda özgül olarak “ev”i ele alır. Ancak evi fiziksel bir nesne olarak ele almaz. Bir tür zamanla ve anı izleriyle dolu olarak ele alır. Bu yüzden mekânlar sadece verili değildir. Mekân zorunlu olarak zamana nitelik kazandırır. Mekân, anıyı olası kılacak biçime dönüştürür. Bu bakımdan “ev” özellikle anı oluşumunda önemli bir rol oynar. Ev hayal kurmayı barındırır.

Bachelard, eve tamamen metaforik bir anlam yükleyerek, cisimleşmiş bir bellek görünümü sunar. “Evler kişinin bedeni ve anıları aracılığıyla yaşanırlar. Ev bize hem dağınık imgeler, hem de bir imgeler bütünü sağlar.”

Bachelard, bir fenomenologun görevinin evleri anlatmak, evlerin manzaralarının ayrıntılarını anlatmak vs. olmadığını söyler. Önemli olan mekânın özünü yakalamaktır. İlk kozayı oluşturan özü yakalamak gerekmektedir. Bu yüzden ev, varlığın ilk mekânıdır. “Evimiz bizim dünya köşemizdir. Bizim -sık sık yinelendiği gibi- ilk evrenimizdir. Ev gerçek bir kozmostur. Sözcüğü tam anlamlarıyla kapsayan bir kozmos. İçtenlikle bakıldığında en yalın ev bile güzel değil mi? “Yalın ev”leri betimleyen yazarlar, mekânın poetikasına ilişkin bu öğeye sık sık değinir. Ne var ki bu değinmenin üzerinde gereğinden çok daha az dururlar. Bu yazarlar, anlatacak pek bir şey bulamadıklarında yalın bir evde hiç oyalanmazlar. Yalın evi, ilkel yalınlığını gerçekten yaşamadan, güncelliği içinde niteler –ki bu ilksellik, zengin olsun yoksun olsun düş kurmayı kabullenen herkesindir.”

Evin ele alınışı tekil imgesellikler taşır ancak ev, bir temel yapı gibi insan ruhunun çözümlenme aracı olarak görülmektedir. “..bu aracın yardımıyla basit evimizde düşler kurarken kendi içimide mağara avuntularını yeniden bulmayacakmıyız? ....Yanlızca anılarımız değil unuttuklarımız da içimizde barındırılmıştır. Bilinçsizliğimiz barındırılmıştır. Ruhumuz bir oturma yeridir. Ve evleri, odaları sürekli anımsayarak kendi içimizde oturmayı öğreniriz.” Bachelard’ın yapmaya çalıştığı mekân olarak “ev”in çözümlemesini gerçekleştirebilmektedir. Ancak evin çok geniş ve derin

anlamları vardır. Ev bir varlık olarak ele alınmaktadır. Ev varlığın ilk mekânıdır. Hatta daha da ileri gidilip, varlığın kendisini oluşturandır da denebilir. Dolayısıyla mekân (Bachelard’a göre ev) belleğin, zamanın, alışkanlıkların, yaşam tarzlarının oluşumunu yansıtan bir örüntüye sahiptir. Ev Bachelard’da mekân çözümlemeleri için bir temeldir: “İçinde gerçek anlamda oturulan her mekân, ev kavramının özünü kendi içinde barındırır.

Bachhelard amacının, evin insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük birleştirici güçlerden biri olduğunu kanıtlamak olduğunu söyler.”Bu birleştirmede bağlayıcı ilke düş kurmadır. Geçmiş, bugün ve gelecek, eve farklı dinamizmler kazandırır; çoğu zaman birbirinin içine giren, kimi zaman birbirine zıt düşen, kimi zaman da birbirini uyaran dinamizmler. Ev, insan yaşamından, kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi. Ev, insanı gökten inen fırtınalara karşı olduğu gibi, yaşamında yaşadığı fırtınalara karşı da ayakta tutar.

Aynı zamanda hem beden, hem ruhtur. İnsan varlığının ilk evrenidir. Üstünkörü metafiziklerin öğrettiği gibi insan “dünyanın ortasına bırakılmadan önce”, evin beşiğinde yatırılır. Kurduğumuz düşlerde evi her zaman bir büyük beşik olara düşünürüz. Somut bit metafizik öğreti bu olguyu, bu basit olguyu bir kenara atamaz; öyle ki, bu olgu bir değerdir; düş kurmalarımızda dönüp dönüp geldiğimi önemli bir değer. Varlık, hemen bir değer niteliği kazanır. Yaşam güzel başlar; evin kucağında kapalı, korunmuş, sıcacık.”

Bu anlamda varlık, evi her zaman içinde taşır. Bunun tersi de doğrudur. Ancak bu arada sözü edilen ilk evlerdir; varlığın doğup, büyüdüğü, oturma işlevlerinin kazanıldığı mekânlar olarak. Daha sonra oturulan diğer evler o ilk belirleyiciliği altındadır. “Daha sonra art arda içinde yaşadığımız evler, hareketlerimizi kuşkusuz sıradanlaştırmıştır. Ama başımızdan bir sürü serüven geçtikten, uzun süre uzakta kaldıktan sonra o eski eve yeniden girecek olursak, en incelikli hareketlerin, o ilk hareketlerin içimizde capcanlı, hiç değişmeden kaldığını görmek bizi çok şaşırtır. Sonuçta doğduğumuz ev içimize, çeşitli oturma işlevlerinin hiyerarşisini kazımıştır. Biz, o evin oturma işlevlerinin diyagramıyızdır ve öteki bütün evler, bir ana izleğin çeşitlemelerinden başka bir şey değildir. Alışkanlık sözcüğü, o unutulmaz evi hiç

unutmayan bedenimizin bu tutkulu bağlılığını ifade edemeyecek kadar yıpranmış bir sözcüktür.”

Söz konusu olan fiziksel mekânın taşıdığı önem değildir. Varlığın doğduğu ev, onu barındıran çatı olmaktan çok, düşleri barındıran bir çatıdır. Bu bakımdan ev bellektir, bilinçaltıdır, düştür. Mekân olarak ev, Bachelard’da varlığın oluşturan katmanların toplamı gibidir (Bachelard:1996 )

Bachelard’ın belirlediği gibi ev imgesi Leylâ’nın karakterini de doğrudan etkilemektedir. Fakat Leylâ’nın varlığının ilk unsuru olmaktan ziyade mağara tarzında bir mitik imge olarak sınırlayıcılık ve sıradanlaştırıcılık işlevini Leylâ üzerinde kurmuştur. Bachelard’ın ev tanımına uygun bir imge olarak kullanılan mesnevîdeki bir başka ifade evin bilinçaltı ve düş mekânı olmasıdır. Bu bağlamda Leylâ’nın okuldan alındıktan sonra eve hapsedilmesi bu eve sınırlayıcı bir özellik katmaktadır. Leylâ’nın