• Sonuç bulunamadı

ilişkileri etnisite, siyasal katılım ve siyaset yoluyla uzlaşma, asimilasyon mağduriyeti, entegrasyon potansiyeli ve bu konulara ait teorik literatür çalışmada birlikte incelenmiştir.

2.1. Siyasal Katılım

Siyasal katılım demokratik düzenlerde sık kullanılan bir kavramdır. Birçok insan siyasal katılımı demokrasilerde geçerli bir kavram olarak algılar. Oysa totaliter sistemlerde de insanlar siyasal mücadelelerini bazen siyasal içerikli mektup, makale, resim ve müzikle, bazen sokak eylemleri, duvar yazıları ve protestolarla ortaya koymuşlardır. Bu mücadeleler çoğu kez idam ya da sürgün gibi hayati cezalarla karşılık bulmuştur. Siyasal katılım sadece demokrasilere has ve hür bir şekilde kendini ifade etme, parti faaliyetine katılma ya da oy kullanma olarak algılanamaz. Bazen sadece siyasal bir slogan bile dünya çapında büyük ses getirebilir. Örneğin, Marx ve Engels’in 1948’de yayınladıkları Komünist Manifestosunda yer alan meşhur “Dünya işçileri birleşin, zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz neyiniz var” sözü sol siyaset anlayışında hala gündemini koruyan bir slogandır. Siyasal katılım çok geniş bir perspektifte işlenen, zengin bir faaliyet alanı olan önemli bir kavramdır. Önemi nedeniyle de tanımı konusunda siyasal bilimcilerin üzerinde uzlaşamadığı bir kavram olagelmiştir.

Türk alan yazınında siyasal katılım üzerine birçok farklı tanım bulunmaktadır. Bunlar arasında çok kabul görenlerden birisi Kalaycıoğlu’nun tanımı olup ona göre siyasal katılım, “kişinin otonom olarak yaptığı tercihler ve verdiği kararlar sonucunda siyasal karar mevkilerine gelecek olanları veya bu mevkileri ellerinde bulunduranları etkilemek üzere yaptıkları eylem ve faaliyetlerdir” (Kalaycıoğlu, 1998, s. 10).

Kalaycıoğlu siyasal katılımın alanına geniş bir perspektiften yaklaşıp; siyasal katılımı legal faaliyetlerle sınırlamamaktadır. Zira ona göre bir seçimde parti için seçmen toplamak, partiye maddi destek vermek, aday olmak gibi rutin ve bilindik katılımın yanı sıra, siyasal nedenlerle adam öldürmek, suç işlemek, devrim, darbe, isyan gibi faaliyetlere katılmak da bireyin iradesiyle gerçekleştiği takdirde siyasal katılım olarak değerlendirilir (Kalaycıoğlu, 1998, s. 10-11). Modern demokrasilerde bile tolere edilmesi zor olan bu tanım, uygulama aşamasında siyasal katılım olmaktan ziyade terörizm faaliyet olarak algılanmaktadır. Örneğin, demokrasi ve insan haklarının en önemli savunucusu

15

olan Fransa’da Aralık 2018’de başlayan zam karşıtı sarı yelekli eylemleri siyasi faaliyet olarak değil, anayasal düzene karşıtlık olarak değerlendirilmiştir. Siyasal katılım faaliyetleri ile terörizmi ayıran keskin sınırların ülkelerin menfaatlerine göre değişmesi her iki kavramın zaman zaman griftleştiğini gösterir.

Özbudun da Kalaycıoğlu gibi siyasal katılımı geniş ve sınırsız bir eylem olarak görmektedir. Ona göre siyasal katılım, yöneten kesimi ve yönetim işleyişini kendi fikri ya da başkalarının telkini ile etkilemek için yapılan legal ya da illegal; başarılı ya da başarısız tüm faaliyetler olarak tanımlar (Özbudun, 1975, s. 1-4). Daver ise “bireyin siyasal sistem karşısındaki durumu, tutumu ve davranışları” (Daver, 1993, s. 203) olarak daha kapsayıcı bir tanımlama yapmakta ve siyasal katılımın sınırlı olamayacağını vurgulamaktadır.

Dünya alan yazınında da siyasal katılım tanımları farklı farklıdır. Verba, Nie ve arkadaşları kapsamı daha geniş tutarak siyasal katılımı “rutin seçim faaliyetine katılmak ve yönetimin kararlarını etkilemek için yapılan tüm legal faaliyetler” olarak tanımlayıp, hiç katılmayanlar, sadece oy kullanarak katılanlar, sınırlı ve bireysel eylemlerle katılanlar ve kitlesel / grup halinde katılanlar olarak gruplandırmaktadırlar (Nie, Verba, Converse ve arkadaşları, 1989, s. 1).

Diğer taraftan Milbrath bireylerin siyasal katılıma dâhil olma basamaklarını şu şekilde sıralamaktadır; birey başlangıçta eylemsizdir. Bir adım sonra siyasal mesajlarla ilgilenmeye başlar ve onlara ilgi gösterir. Bu ilgi oy kullanma isteğine dönüşür. Oy kullanma sürecinde başkalarıyla siyasal tartışmalara girilir. Savunulan siyasal görüş doğrultusunda oy avcılığına başlanır. Bireyin siyasi eylemleri daha ileri bir seviyeye taşınarak partiye ait resim, amblem, rozet ile lider posterinin görünür yerlerde (kıyafet, ev, işyeri, araba vb.) teşhiri ile desteklenir. Bu adımı siyasetçilerle bağlantı kurma, parti için para toplama, partinin toplantı ve mitinglerine katılma, parti için daha çok vakit harcama eylemleri izler. Bir sonraki aşamada partiye üye olma, önemli parti toplantılarına katılma, aday olma ve parti yönetiminde yer alma şeklinde devam eder (Milbrath & Goel, 1977, s. 18-21).

Bireylerin siyasal katılım süreçlerini; ilgi, önem verme, bilgi edinme ve faaliyet gerçekleştirme olarak sıralayanlar da vardır. Örneğin Dahl, toplumda siyasetle ilgilenmeyenler, ilgilenenler, iktidar için çalışanlar ve iktidar olanlar şeklinde tabakalar bulunduğunu belirtir (Dahl, 1963, s. 56-57). Siyasal Katılım açıklık (yönetimin şeffaflığı

16

ve yönetime erişilebilirlik), yönetimde saydamlık ve karar almada çoğunluğun dikkate alınması gibi özelliklere sahiptir (Çevikbaş, 2008, s. 3-4). İnsanlar siyasete, menfaat elde etmek, sosyal çevreyi genişletmek, ego tatmini, toplumsal statü elde etmek ve yabancılaşmamak için de siyasete katılmaktadırlar (Öztekin, 2001, s. 231). Hatta sadakat, dayanışma, menfaat ve vatandaşlık bilinci gibi nedenlerle de insanlar siyasi hayata dâhil olmaktadırlar (Özbudun, 1975, s. 5-6).

Siyasal katılımın şekli ve yöntemi konusunda düşünürler ve araştırmacılar çeşitli yaklaşımlar sergilemektedirler. Örneğin Topbaş’a (2009) göre sekiz çeşit siyasal katılım şekli bulunmaktadır: “Açık veya gizli siyasal katılım, özerk veya zorunlu katılım, yaklaşan veya kaçınan katılım, geçici veya devamlı katılım, menfaate dayalı katılım, açıklayıcı ve araçsal katılım, sözlü ve sözsüz katılım; sosyal ve anti sosyal katılım” (Akt. Balcı vd., 2013: 43-44). Siyasal katılımı etkileyen belli başlı faktörler cinsiyet, yaş, eğitim, sosyo-ekonomik durum, kentleşme, teknolojik gelişim, mesleki konum, ülkenin hukuki ve siyasi yaşantı şartları, inançlar, tutumlar, değer yargıları ve beklentiler sayılabilir (Çukurçayır, 2002, s. 62; Hasırcı, 2008, 9). Diğer taraftan bazı toplumlarda siyasete katılımı engelleyen etkenler söz konusu olup, bunların başında da yoksulluk, eğitimsizlik, din, dil ve etnisite gelmektedir (Gültekin, 2017, s. 1562).

Siyasal amaçlı her etkinlik bir siyasal katılım mıdır? Hangi tür faaliyetler siyasal katılım sayılır? Bir etkinliğin siyasal katılım olarak değerlendirilebilmesi için hangi özellikleri taşıması ve neleri kapsaması gerektiği konularında farklı yaklaşımlar vardır. Bu konuda güncel ve kapsayıcı bir çalışma van Deth (2016: 7-12) tarafından yapılmış ve konunun kavramsal haritasını vererek, siyasal katılımı tanımlamada şu sekiz kuralı önermektedir: siyasal katılımın bir faaliyet mi yoksa bir eylem mi olduğu; yapılan faaliyette gönüllülük esası olup olmadığı; etkinliğin profesyonel olmayanlarca yürütülüp yürütülmediği; etkinliğin bir hükumet/devlet alanında yapılıp yapılmadığı; etkinliğin kamusal alanları hedefleyip hedeflemediği; faaliyetin kolektif ve/veya toplum problemlerini çözmeyi hedefleyip hedeflemediği; faaliyetin siyasi bir bağlamda/içerikte olup olmadığı ve nihayet faaliyetin siyasi amaçları ifade etmek niyetiyle mi yapılıp yapılmadığına bakılması gerektiğini vurgular. Bu kurallar dikkate alındığında Türk azınlıkça gerçekleştirilen birçok etkinliğin birer siyasal katılım faaliyeti olduğu görülür. Örneğin isim değişikliğini protesto için yapılan mitingler; hükumetçe el konulan malların iadesi için yapılan protestolar; 1984 yılında Kırcaali’nin Kirkovo ilçesi Mogilyane

17

köyünde Bulgar askerleri/milisleri tarafından henüz 17 aylıkken katledilen Türkan bebeği anma törenine katılım da birer siyasal katılım faaliyetidir.

Azınlıklar için siyasete katılım çoğunluğun katılımından daha elzem ve önemli hale gelmektedir. Zira bunlar için siyaset kendilerini ifade etmek, varoluşlarını duyurmak için bir araçtır. Bulgaristan’daki Türk azınlığın siyasete katılımı keyfiyetten ziyade bir ihtiyaçtan, zorunluluktan kaynaklanır. Bulgar yönetiminin Türk ve Müslüman azınlığa karşı uyguladığı baskı, yıldırma, sindirme ve asimilasyon faaliyetleri birer siyasal taktik olup, bu amaçla kullandıkları yöntemler de (zorla adların değiştirme, mal/mülklerine el koyma, yükseköğrenime geçişte engeller çıkarma, önemli mevki/makamlardan uzak tutma, göçe zorlama, vb.) birer siyasal baskı unsurlarıdır. Çoğunluğun (hükumet) uyguladığı bu yöntem ve politikalar azınlığı aktif olarak siyasal katılım adeta itmiş, mecbur bırakmıştır. Gültekin’in de vurguladığı gibi (2017) Bulgaristan’da Türk topluluğunun siyasal katılıma teşvik eden en önemli nedenlerden biri de siyasal katılıma yönelik konan engeller ve yasaklardır.

2.2. Etnisite, Etnik Kimlik, Etnik İlişkiler ve Göç 2.2.1. Etnisite

Küreselleşme ile ülkeler arasındaki sınırlar keskinliğini kaybetmeye başlamıştır, ancak bazı insanların beyinlerindeki sınırlar keskinliğini devam ettirmektedir. Günümüzde etnisite/etnik çalışmalar, ırksal farklılıkları temel almaktan ziyade kültürel, dilsel ve dinsel farklılıklar üzerine yoğunlaşmaktadır.

Hutchinson ve Smith (1994), Yunanca kökenli olan etnisite (ethnos) teriminden ortak köken, biyolojik benzerliği vurgular (Akt. Nişancı & Işık, 2015, s. 198). Oxford çevrimiçi İngilizce Sözlüğünde etnik azınlık, Yunanca “ethnos” kelimesinden gelen “etnik” terimi, bir grubun ortak kültürünü, geleneğini, dil, din, geçmiş ve kökenini karşıladığı belirtilmiş ve devamında; “bir ülkede yaşayan ana grubunkinden farklı bir kültürden ya da ırktan gelen insan topluluğu” olarak tanımlanır (Oxford Learner’s Dictionary, 2018). Birleşmiş Milletler, etnik terimini “etnik, dinsel, dilsel olarak nüfusun geri kalanından farklı özellikler taşıyan (…) kendi kültür, gelenek, din veya dillerini koruma yönünde dayanışma sergileyen grup” için kullanmıştır (Çelik, 2013, s. 24).

Etnisite terimini daha önce Homeros, Herodot, Aeschylus, Sofokles, Pindaros, Aristo ve Platon kendilerinden olmayanları tanımlamak için kullanmışlardır. Örneğin, Aristo, etnisite kelimesini barbar kelimesini anlatmak için kullanmıştır (Tonkin, Mc

18

Donald, & Chapman, 1989, s. 12). Etnisite terimi 1941 yılında W. Lloyd Warner ve Paul

S. Lunt’un The Social Life of a Modern Community adlı eserinde kullanılmıştır. Bilimsel anlamda ise ilk kez 1953 yılında Amerikalı sosyolog David Riesman tarafından kullanılmıştır (Eriksen, 1993, s. 4; Hutchinson & Smith, 1996, s. 4; Malesevic, 2004, s. 1; Tonkin, Mc Donald, & Chapman, 1989, s. 15). Yukarıda verilen eserlerde etnisite

terimi daha ziyade ayrıştırıcı ve ötekileştirici olayları anlatmada kullanılmıştır.

Hutchinson ve Smith’in (1994) verdiği bilgiye göre, David Riesman’dan önce etnisite terimi, Yunanlıların kendilerinden olmayanları “barbar” olarak tanımlamak için kullanmıştır (Akt., Nişancı & Işık, 2015, s. 198). Yunanlıların “barbar” nitelemesinden sonra kavramı, 19. Yüzyılın ortalarına kadar Hıristiyan ve Yahudiler kendi dinlerine mensup olmayanları dışlamak için “kâfir” ya da “putperest/pagan” anlamında kullanmışlardır (Cornell & Hartman, 1998, s. 16; Tonkin, Mc Donald, & Chapman, 1989, s. 13). Etnisite terimi daha sonraki zamanlarda toplumsal ve siyasal bir anlam yüklemesiyle insanlığın eşitsizliklerinin sosyal anlatımı ve kabulü düşüncesine evrilmiştir.

Günümüzde etnisite terimi bağımsızlık hareketlerinin beslendiği, farklılıkların kökensel olmaktan ziyade kültür, dil ve din gibi (Nişancı & Işık, 2012, s. 110) sonradan edinilen kazanımlarla ilgili olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Sonradan edinilen bu kazanımların benzerlik düzeyi oranında etnisiteler oluşur. Orhan Türkdoğan’a göre, sosyoloji alanında etniklik hiçbir zamana ırk veya soy temelinde ayrımcılık olarak ele alınmamıştır. Sorokin etnik grupları, aynı dili konuşan ve aynı kültür değerlerine ortak olan fertler etnik grubu teşkil ederler (Türkdoğan, 1997, s. 9, 105). De Vos etnisiteyi, “aynı kültür boyutunda yer alan bir insan grubunun sübjektif, sembolik ve amblematik amaçlarla, grup içinde dayanışma sağlamak ve öteki gruplarla farklılıkları vurgulamak için kullandığı etnik kimliğin içselleştirilmesi ve davranışa dönüştürülmesi durumu” olarak tanımlamaktadır (İnanç, 2005, s. 31).

Etnisite; kolektif bir ad, ortak bir tarih, din, dil, ortak soy/atadan gelme, ortak bir kültüre ait olma, belirli bir mekân ile özdeşleşme ve dayanışma varsa ortaya çıkmaktadır (Smith, 2002, s. 47-61). Sosyolog Max Weber etnik grubu şöyle tanımlamaktadır;

“Etnik grup, fiziksel tip veya geleneklerin veya her ikisinin benzerlikleri veya kolonileşme ve göç hatıraları sebebiyle ortak bir kökene dair öznel bir inanç taşıyan insan gruplarıdır. Özellikle siyasal alanda grup oluşumunu kolaylaştıran bir olgu olan etnik gruba dâhil olmada “kan bağı”nın fazlaca bir önemi yoktur. Zamanla bu siyasal topluluk dağılsa bile etnik grup; fiziksel ve geleneksel yapısında bir farklılaşma meydana gelmezse, varlığını devam ettirmesi kuvvetle muhtemeldir. Zira o, akılcı düzenlemelerin ikinci plana atıldığı, yüksek topluluk bilincinin ön planda olduğu bir örgüt

19

formasyonudur; siyasal toplulukların dağılmasına rağmen etnik grubun varlığını devam ettirmesinin temelinde yatan sebep de budur” (Nişancı ve Işık,2012, s. 110).

Smith (1986), Connor (1994) ve Craig’e (1997) göre, toplumların etnisite inancında ortak atalarının kültürel mirasının etkisi çok fazladır. Bu nedenle etnisite biyolojik değil, sosyolojik olarak anlamlıdır (Akt., Kurubaş, 2008, s. 21).

İnsanlar yalnız yaşayamadıkları için kendisine yakın buldukları ve aynı değerleri paylaştıkları insanlarla bir topluluğu oluştururlar. Toplum olmak bir zarurettir. Herder bu zarureti şöyle izah etmektedir;

“Herder’e göre, insanlar yemeğe, içmeye, güvenliğe ve hareket özgürlüğüne nasıl ihtiyaç duyuyorlarsa, aynı şekilde bir gruba ait olma ihtiyacını da duyuyorlar; bunu bulamadıklarında kendilerini yalnız, zayıf ve mutsuz hissediyorlar… İnsan olmak, kendi cinsinden biriyle aynı yerde bulunup kendini evinde hissetmek demektir. Her grubun bir dizi gelenek ve yaşam tarzından, yalnızca ona ait bir anlayış ve davranış biçiminden oluşan kendi “Volksgeist”ı ya da “Nationalgeist”ı vardır. Kültürel yaşamın bütünü, yalnızca grup üyelerinin paylaştığı kolektif tarihsel deneyimlerden kaynaklanan belli bir gelenek ırmağının içinde şekillenir” (Bilgin, 1994, s. 16).

Althusser’e göre, etnisite, kişilerin kendilerini diğerlerinden farklı olacak şekilde tanıtmaları ya da baskın ideolojinin kişileri farklı tanımlamasıyla gelişen bir olgudur. “Ben kimim?” sorusunu soran herkes aidiyet arayışında ve bu aidiyetin kazanımlarını elde etme çabasındadır. (Althusser, 1994, s. 1). Bu mücadele ise etnisiteleri doğurur. Verkuyten’e (2005) göre, aidiyet duygusu, ait olduğu grubun faaliyetlerine katılmak, aidiyeti hissetmek, sadakat göstermek, kendini adamak, ait olduğu grubun tarihini, kültürünü ve değerlerini bilmek etnik kimliği oluşturan özelliklerdir (Akt., Yayak, 2018, s. 784).

Etnik gruplar ile egemenler birbirini önemsediği zaman toplumsal barış sağlanabilmektedir. Aksi halde egemen yok saymaya ve ötekileştirmeye başladığı anda etnik gruplar da şiddete ve illegal eylemlere başvurmaya başlamaktadır. Kurubaş (2009), egemen ile etnik gruplar arasında şiddetin başlama sürecini şu şekilde ifade etmektedir;

“Dış göç, küreselleşmeyle gelen serbest insan dolaşımı gibi pek çok etmenden etkilenerek oluşur ve değişir. Böylece ülkelerde hukuksal vatandaşlık, anayasal eşitlik gibi ırka, dine ve ya başka tür bir değere ayrıcalık tanımayan eşitlikçi bir yaşam şekli talep edilir ve benimsenir. Gelişmiş ülkeler uzun süren özgürlük ve demokrasi tarihleriyle anlamışlardır ki; ülke içindeki etnik grupları yok saymak ve ya baskı uygulamak, şiddet ve sosyal patlamayla neticelenir. Oysaki egemen anlayış etnik gruplara kendini ifade için alan tanırsa, uzun dönemde etnik gruplar temel niteliklerini yitirerek asimile olmuşlar, egemen anlayışın kültürüne uymuşlardır. Fakat elbette ki böyle bir asimilasyon süreci güçlü bir merkezi devlet algısı ve sağlam bir otorite gerektirir. Çünkü şiddete başvuran etnik gruplar, egemen kültürü yenebileceğini düşünür ve bazı varlıklar (toprak gibi) kazanabileceğine inanırsa, girilen süreç demokratik olmayacağı gibi insancıl da olamaz” (Kurubaş, 2009, s. 42).

Peter Andrews’a göre etnik gruplar bir ülkenin zaafı değil, gücüdür (Akt., Türkdoğan, 1997, s. 15). Bulgaristan’daki Türk ve diğer azınlıklar da o toplumun zenginliği ve gücüdür. Bulgaristan’daki etnisitelerin kendi kimliklerinin önemsenmesini

20

istemekten fazla bir talepte bulunmamaktadırlar. Şiddet veya legal olmayan yollardan otorite paylaşımı ya da toprak talebi gibi bir istekleri bulunmamaktadır.

2.2.2. Etnik Kimlik

Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik akımı ve ulus devlet fikri egemen kimliğe sahip olanların diğerlerini ötekileştirmesine göz yummuş ve böylelikle etnik kimlikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Egemenler ötekileştirdiklerini genellikle kökenleri itibariyle bozulmuş topluluklar olarak göstermeye gayret ettiler. Bulgaristan’daki akademi ve siyaset camiasında da savunulan bir görüşe göre, Türklerin, Pomakların ve Romanların Müslümanlaştırılmış Bulgarlardır. Fransız aydınlanması bir süre sonra Avrupa’da etnik ayrımcılık içeren fikirlerin popüler olmasına sebep olmuştur. Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı ve Jivkov Bulgaristan’ı bu fikirleri uygulamaya koyan örneklerdir.

Ulus devlet fikriyle ortaya çıkan etnik kimlik terimi aslında sosyal bir kimliktir. Etnik kimlikte birey kendisini etnik unsurlar üzerinden tanımlar. Bilgin’e göre sosyal kimlik, “bireyin kendini sosyal bir çevreye göre tanımlamasını ve konumlamasını ifade eder” (Bilgin, 1995, s. 66). Bireyin “ben kimim?” sorusuna verdiği cevap bir kimlik tanımıdır. Bu tanım mutlaka bir aidiyet içerir (Göka, 2006, s. 297). Kavram olarak kimlik; “kolektif aidiyetler dışında, arzularımız, hayallerimiz, bireylerin kendilerine ilişkin algılarını ve hayata dair ilişki kurma biçimi gibi toplumsal hayatta yerimizi bildiren niteliklerin toplamını” ifade etmektedir (Bostancı, 1998, s. 42). Aydın’a göre de, “Kimlik, kendini tanımlama ve toplum içinde belli bir sınıfla, toplumsal olarak tanınma hem insana özgüdür hem de insani bir ihtiyaçtır” (Aydın, 1998, s. 12). Bireylerin kimlik ifadelerindeki aidiyet bağları etnik kimliğin içeriğini oluşturur.

Barth’a göre, etnik kimlikler diğerleri tarafından dışlanıp ya da kabul görme süreçlerine yaşarlar (Barth, 2001, s. 11-12). Kendi etnisitelerine olan aidiyet bağlarındaki gücü belirleyen de dışlanma ya da kabul edilme oranıdır. Etnik kimlikler kültürel kimliklerle değer kazanır. E. Burnett Tylor’a göre “kişinin bir toplumun üyesi olarak kazandığı bilgi, inanç, sanat, hukuk, ahlak, adet, gelenek, alışkanlık ve yeteneklerin karmaşık bir bütünü olan kültür” (Haviland, Prins, & Walrath, 2008, s. 103) bireyin ait olduğu topluluğun kimliğini edinmesini sağlar.

Etnik kimlik, özellikle toplumda kaos/kargaşa zamanlarında birleştirici rol oynar (Göka, 2006, s. 261). Kültürel kimlik bireyin kendisini millet, etnisite, ırk, cinsiyet ve din

21

gibi çeşitli kültürel kategorilerden oluşan belirli bir grup ile tanımlaması veya ona ait olduğunu hissetmesi anlamına gelmektedir. Kültürel gelenekler; miras, dil, estetik, kurallar ve örfler gibi kolektif bilginin paylaşılma sürecinde oluşur ve devamlılığını sürdürür (Hua Chen, 2017).

Verkuyten’e (2005) göre, etnik kimlik bir yandan kültürel içeriği yok olurken bile varlığını ısrarla sürdürebilir. Böylelikle bir taraftan kişi etnik kökeninden dolayı Türk olduğunu söylemeye devam ederken öte yandan da dilini konuşamadığı ve Türk etnik yaşam pratiğini takip etmediği için aslında Türk olmadığı da ileri sürülebilir. O halde bir kişinin bir yanda hislerinden bahsettiği, diğer yanda da etnik yaşam ve davranışlarını dile getirdiği iki farklı ifadesinin tutarsız sayılması gerekmez (Akt., Yayak, 2018, s. 782).

Bulgaristan'da 1969’a kadar Politbüro belgelerinde Bulgaristan’da yaşayan Türkler için sadece “Türk” kavramı kullanılırken, BKP’nin Şubat 1969 tarihli kararı ile Bulgaristan’daki Türkler için ilk defa “Bulgar Türkleri” deyimi kullanılmıştır. (Asenov, 1994’ten akt., Tahir, 2009, s. 75). Kayapınar’a göre bu tabirin akademide ve basın kuruluşlarında aynen kullanılması sorunludur. Çünkü bu tanım Bulgar otoritelerinin Türkler konusundaki resmi tezini güçlendirmektedir. Bu konudaki doğru tanım “Bulgaristan’da yaşayan Türkler”dir. Türkiye’ye göç edenler için de, “Bulgaristan’dan gelen Türkler” denilmelidir. Bunlara ek olarak “Bulgaristan Türkü” de denilebilir (Kayapınar, 2012, s. 101). “Bulgar Türkleri” tanımının kullanımı sayesinde “Bulgar olan Türkler” tezine hizmet edilmektedir.

Bireyleri belirli bir etnisiteye göre tasnif ederek kimliklendiren, daha çok çevresidir. Dışlanmak ya da kabul görmek başkaları tarafından gerçekleşir (Maalouf, 2000, s. 26). Çalışmamızda bu tip dışlanma örneklerine sıklıkla değinilmiştir. Bulgaristan’daki Türk ve Müslüman etnik kimliğe sahip olanlar, Bulgar otoritesi ve destekleyicileri tarafından özellikle 1984-1989 yıllarında yoğun bir şekilde ötekileştirilmiş ve dışlanmıştır. Bulgaristan’daki baskıcı rejimler ve komünist idareler, Türk ve diğer etnik grupların kültürlerini yaşamalarını istemedikleri için yasaklamışlardır. Bu yasaklamalar etnik grupların bir kimlik altında birleşmesine ve mücadele etmesine neden olmuştur. Güçlü bir mücadeleyle karşılaşan Bulgar idaresi baskısını “zulüm psikozu”1 seviyesine varacak kadar şiddetlenmiştir. Bulgarları bu derece

baskıya sevk eden şeyler aslında ülkenin yaşadığı ekonomik krizlerin çözümsüzlüğüyle

22

yakından ilgiliydi. Bulgaristan’da nüfusun kırsalda toplandığı yıllarda Türk azınlığın elindeki verimli topraklara Bulgarların göz koyması, şehirleşen nüfusta işsizlik, eğitim seviyesinin düşüklüğü, dini inançların katılığı ve kentleşememek neticesinde ortaya çıkan sıkışmışlığı politikayla çözemeyen Bulgar politikacılar, halkı etnik temelli düşünceye

Benzer Belgeler