• Sonuç bulunamadı

1.3. Mekânsal Ayrışma

2.1.1. Ev Kavramı

Konut kavramı ile ortak anlam ve çağrışımları bulunan “ev” ise, özellikle sahip olduğu psikolojik boyut dolayısıyla zihin haritalarında farklı bir bağlama sahiptir. Konut daha çok fiziksel bir mekân ünitesini anlatır ve bu mekânsal birim, üzerinde mücadelenin sürdüğü toplumsal, ekonomik ve siyasal bir alandır. Ev ise, bütün bu anlamların dışında bireylerin psişik dünyalarında duygusal olarak bağlandıkları, yaşamları boyunca birçok şeyler paylaşmış oldukları ve bu nedenle kopamadıkları konutun “özel” halidir. Kathleen Arnold, birçok ihtiyacı karşılayan evin, kişinin kendini gerçekleştirdiği ve özel, ailesel ilişkilerinin gerçekleştirildiği bir yer olarak, hem sırdaş hem de hatıralar için kap görevi gördüğünü ve bu nedenle de özgürlüğün ön koşulu olduğunu anlatır. Çünkü sahip olduğu bütün kolaylıklara rağmen bir otel odasından farklı olarak ev, kişilik ve kimliğin sembolüdür. Zira evde, birey “görünür”, mekân ise hissedilir durumdadır. Ev kimliğin gerçekleşmesinin bir aracı olarak, kimliği, geçmişle şimdi arasındaki devamlılığı sağlamak üzere fiziksel varoluşa bağlar (akt. Yıldız ve Zümrüt, 2012: 396). Ev, en yalın ifade ile bir yuvadır. Yaşanan yıllara, çocukluğa,

gençliğe, yaşlılığa tanıklık eden dört duvardan fazlasıdır. İnsana benzer, kirlenir, temizlenir, bakıma muhtaçtır, o da yıllara dayanamayıp yaşlanır. Bir barınaktan, sığınaktan fazlasıdır, yalnızca bireye ve ailesine değil, anılara da ev sahipliği yapar. Bireyin kendisiyle baş başa kalmasına olanak tanır. Ailedeki her birey o yuva ile evlenir. Bir fotoğraf albümü gibidir, çoğu zaman odalarına, duvarlarına baktıkça geçmişe gitmenizi sağlar. Anıların mekânıdır. Her insan gibi, evler de yaşlanır, bakıma muhtaç hale gelir, daha çok ilgi göstermek gerekir. Her ev mutlu anıların mekânı değildir, aidiyet kurulamaz. İnsana yabancıdır, insanı boğar, ya da artık masraflarına yetişmek zorlaşmıştır. O zaman dahi yaşamınız bir bölümüne olan etkisiyle ayrılması zorlaşabilir, tıpkı bir boşanma gibi. Ne de olsa her evlilik mutlu değildir.

Rochberg-Halton, Chicago’nun kuzeyinde yaşayan insanlar üzerinde 1977’de yaptığı bir çalışmada evde gerçekten değer verilen nesnelerin, materyalist bir kültürün “insanın sosyo-ekonomik sınıfının, yaşının, cinsiyetinin ve benzeri şeylerin güvenilir göstergeleri” olabilecek “parasal ganimetler” olmayıp, “yakınlarla ve akrabalarla bağları, değer verilen deneyimleri ve faaliyetleri, yaşanmış önemli olayların ve insanların anılarını” cisimleştiren nesneler olduğunu ortaya çıkarır. Fotoğraflar, belirli nesneler (örneğin bir piyano, bir duvar saati, bir iskemle) ya da olaylar (bir plağın çalınması, bir şarkının söylenmesi) derinlemesine bir belleğin odağı ve dolayısıyla tüketimci bir kültür ve modanın aşırı-yüklenmesinin dışında yer alan bir benlik duygusunun yaratıcısı haline gelir. Ev böylece zaman-mekân sıkışmasının yarattığı tahribata karşı korunmaya yarayan bir özel müze niteliğini kazanır (Harvey, 2010: 326).

Konuta kıyasla ev, çok daha öznel değerlendirmelere, anlamlara içkindir. Konut için öne sürülen ölçütler varken, ev için ölçütler de öznelleşir. Ev her zaman kişiseldir, herkese göre ev, ideal bir ev, pek çok insanın hayalini yansıtmaktan uzak kalabilir. Bu durum her insanın algısı farklıdır, diyerek açıklanamaz, daha çok her insanın istekleri farklıdır denebilir. Çünkü konutlar, insanların isteklerini, beklentilerini, düşlerini, hayata geçirdikleri ölçüde eve dönüşebilirler.

Her insanın ev hayali farklıdır ve bu hayal zamanla da değişebilir. Giderek öznellikten de uzaklaşır, çok daha temelde, işlevsellik boyutunda değerlendirilir. Bir gereksinimin karşılanmasına yönelik olarak evler, konutlaşır. Barınmanızı sağlar, geceyi dışarıda geçirmekten ya da otel tutmaktan kurtarır. Bundan dolayı duvarların rengi, koltuk takımlarının konumu gibi evin düzeni ile ilişkin konular önemsizleşir. Adeta bir barınak, kafanızı sokacak bir yer olur. Konuttur, işinizi görür, küçüktür, temizliği rahat olur. Bu tarz yapılar gün geçtikçe farklı kesimlerin ilgisini çekmektedir. Hızlanan ve her an tüketilen bir yaşam içinde evlerin anlamı değişmekte, taleplere göre şekillenmekte, gereksinim duyulan şey bir oda olmaktadır. Çünkü hayat sokakta akmaktadır.

Oysa insanlar konutlarını eve çevirir. Onların içinde yaptıkları irili ufaklı işlemlerle, değişiklerle kendi dünyalarını yansıtırlar. Bir pratik alanı olur, evler. “Ev düşü”nün hayata geçtiği mekândır, konutlar.

Bir ev aynı anda birçok şekilde kullanılabilir:

1. Barınak,

2. Oturanların özel kullanımı için bir nicelik mekân, 3. Mahremiyet,

4. İşyerine, alışveriş olanaklarına, sosyal hizmetlere, aileye, arkadaşlara ve benzerlerine ulaşılabilecek göreli konum (bu, işyeri ve benzerlerinin evde olması olanağını kapsar),

5. Kirlilik kaynaklarına, kalabalığa, suç ya da tehlike kaynaklarına, istenmeyen kişilere ve benzerlerine yakınlıkta göreli konum,

6. Fiziksel, toplumsal ve simgesel (statü) özelliklere sahip semt konumu,

7. Servetin biriktirilip geliştirileceği bir araç. Bütün bu kullanımlar hep birlikte, içinde oturan(lar) için evin kullanım değerini oluşturur (Harvey, 2013: 148).

Evde aile üyeleri, toplum içinde sergiledikleri rollerinden sıyrılırlar. Bu defa daha farklı rollere bürünen aile üyeleri arasında resmi ilişkilerin azalmasının yanında belirli davranışlar da geliştirilir. Aile üyelerinin, rollerine uygun davranışlar sergilemeleri beklenir. Buna örnek olarak Harold Garfinkel’in ihlal deneyleri verilebilir. Garfinkel, öğrencilerinden evlerinde on beş dakika ile bir saat arasında bir zamanı, yatılı öğrenci olduklarını hayal ederek ve bu varsayıma dayalı hareket ederek geçirmelerini ister. Öğrencilerinden, düşünceli ve incelikli olmalarını, kişisellikten kaçınmalarını, resmi olarak hitap etmelerini ve yalnızca kendileriyle konuşulduğu zaman konuşmalarını ister. Örneklerin büyük çoğunluğunda bu davranış aile üyelerini şaşırmıştır: Raporlar, şaşkınlık, hayret, şok, endişe, sıkıntı, öfke hikâyeleri ve çeşitli aile üyelerinin, öğrencilerin huysuz, anlayışsız, bencil, edepsiz veya kaba oldukları şeklindeki suçlamaları ile doludur. Bu tepkiler, insanların, nasıl davranmaları farz edildiğiyle ilgili olarak, sağduyu varsayımlarıyla uyum içinde eylemde bulunmalarının ne kadar önemli olduğunu gösterir. Aile üyelerinin öğrencilerin davranışlarına karşılık yönelttikleri sorularda anormal davranışla ilgili bir anlam vardır: “Kovuldun mu?”, “Hasta mısın?”, “Aklın başında değil mi ya da aptal mısın?”. Aile üyeleri aynı zamanda bu davranışları kendilerine önceden aşılanan güdüler bakımından açıklamaya çabalarlar. Örneğin, bir öğrencinin, çok çalıştığı veya sözlüsüyle bir kavga yapmış olduğu için garip davrandığı düşünülür. Bu tür açıklamalar, katılımcılar –bu örnekte diğer aile üyeleri– için

önemlidir çünkü açıklamalar, etkileşimin normal koşullarda her zamanki gibi meydana geleceğini düşünmelerine yardımcı olur (Garfinkel’den akt. Ritzer, 2011: 257-258).

Öğrenci, bu tür açıklamaların geçerliliğini kabul etmediğinde, aile üyelerinin çekilmeleri ve suçluyu yalnız bırakmaları, kınamaları ve ondan intikam almaları olasıdır. Açıklama aracılığıyla düzenin yeniden kurulması, öğrenci tarafından reddedildiği için derin duygular ortaya çıkarır. Öteki aile üyeleri, daha yoğun ifadelerin ve eylemlerin dengeyi yeniden kurmak için gerekli olduğunu düşünüyorlardı. “Canını sıkma, bu onun her zamanki hallerinden biri.” “Ailemizdeki uyumu bozmak zorunda mısın?” “Bunu daha fazla uzatmanı istemiyorum ve annene adam gibi davranmazsan çekip gitmelisin!” Sonunda öğrenciler deneyi ailelerine açıkladılar ve çoğu durumda uyum tekrardan sağlandı. Bununla birlikte, bazı örneklerde katı duygular devam etti (Garfinkel’den akt. Ritzer, 2011: 258). Ebeveynlerin, çocuklarından, resmilikten uzak, samimi davranışlar sergilemelerini beklemesi, yalnızca aynı aileyi paylaşmalarından dolayı değildir. Aile üyelerinin birbirlerine göstermiş oldukları yakınlık, bulundukları mekâna göre farklılık gösterir. Bir mekân olarak ev, geliştirilen davranışlara sahne olmaktan çok daha fazlasıdır. Mekân olarak evde, davranışlar üretilir ve düzenlenir. Örneğin kamusal alanda, evde gösterdiğiniz davranışların tamamını sergilemeniz istenmez. Aile üyeleri arasında dahi kamusal alan olduğu için evdeki yakınlık ve samimiyette azalma yaşanır. Oysa ev insanın özelini oluşturabileceği biricik mekândır. Kamusal alanda var olan sınırlar evde kaybolur ve ev mekânında davranışlar da yeniden düzenlenir. Eğer mekâna uygun davranışlar sergilenmez ise yukarıda verilen örnekteki gibi bireyler arasında çatışma doğar. Kamusal alanda sınırlar aşılır ya da evde sınırlar konur ise, uygunsuzluk ile etiketlenme oluşur. Kısacası bireyin sergilediği eylemlerin, davranışların oluşum sürecinde mekânın üretici gücü yadsınamaz.

Evsizlik ise, zaman-mekân sürekliliğinin yokluğudur. Bu nedenle öngörülemezlik durumu ile birlikte, aynı zamanda ekonomik, politik ve sosyal güvenliğin de yokluğudur. Evsizliğin altında yatan birçok yapısal faktör bulunmaktadır. İş kaybı, yerleşilebilir konut yetersizliği, kentlerdeki “soylulaştırma” çalışmaları, kişisel bütçe de meydana gelen eksilmeler, ekonomik durgunluk bunlar arasında sayılabilir. Evsizlik çeşitli sosyal gruplar açısından büyük riskleri de beraberinde taşımaktadır. Yalnız anneler, engelli bireyler, kontrol dışı gençler, şiddete uğramış kadın ve çocuklar, göçmen ve mülteciler, madde kullanıcıları, zihinsel engelliler gibi çeşitli sosyal gruplar, çoğunlukla evsiz kitleler arasında bulunmaktadır (akt. Yıldız ve Zümrüt, 2012: 396). Konut bir sorun olarak görülebileceği, barınma hakkının yitirilmesi olarak da okunabilir. Çünkü en bilinen tanımla; ‘kişilerin ödeyebilme gücü ve tercihlerine bakılmaksızın, asgari seviyede barınabilmelerini sağlamak için gerekli konut sayısı ve niteliğinin, belli bir anda bulunan konut sayısı ve niteliğinden farkını’ belirten konut

ihtiyacı, bu farkın açık olduğu ülkelerde sorun hanesine yazılmakta, tersi durumda sorun gibi algılamamaktadır. Türkiye’de konut sorunu, konut ihtiyacı vardır ama temelde bu bir barınma sorunudur, talebin muhatabı kamudur. Sosyal devlet olmanın gereği olarak; barınmanın temel bir insan hakkı olduğu gerçeğinin kabul edilmesi, sağlıklı, güvenli, yaşanabilir bir çevreye sahip konutun kamu tarafından karşılanması beklenmektedir (İMO, 2011). Bu noktada, sosyal devlet anlayışının, konut inşa edip, satarak gerçekleşmeyeceğini belirtmek gerekir. Sosyal devlet yurttaşlarının temel gereksinimlerini karşılamaları için gerekli zemini hazırlamalıdır. Üretime yönelmeli, istihdam sağlamalı, gelir adaletsizliğinin ve denetimsiz kapitalizmin önüne geçilmelidir. Konut ve barınma sorunu da aslında bir geçim sorunudur, yoksulluk sorunudur. Gelir durumu iyi olmayan, bireylere yönelik olarak üretilen konut modellerinden biri sosyal konutlardır. Her gelir grubundan kesimin, ihtiyacına yönelik olarak üretilen konut modellerinden biri olarak da toplu konutlar bulunmaktadır.