• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM: DERRIDA VE ETİK

1. Etiğin Aporiaları

3.1. Kararverilemezlik-Sorumluluk İlişkisi

kökensel yapısı ne aklın tek ve özdeş olması ne de kendi kendisiyle örtüşmesi demektir; üst-akılsallık en az iki aklın, iki logos’un diyaloğu olarak tarif edildiği sürece sorumluluk gerçek anlamını bulacaktır (Direk, 2006a: 221).

Derrida’da sorumluluk olanaksıza ve aporiaya bağlıdır. Etik hakkında onu asıl ilgilendiren şey, ahlaksallıktan veya vicdandan öte, hatta ahlakın herhangi bir yeniden kurulumu ve yapısökümünün yeniden ahlaklaştırılmasından öte, etiğin aporiaları ve onun sınırları, yani etiğin kökeni sorunudur. Bu anlamda da kararverilemezliğin sorumlulukla olan ilişkisinden söz etmek kaçınılmaz olacaktır.

Laclau yapısökümün iki boyutu olan kararverilemezlik ve kararın siyasetle olan bağlantısını, çağdaş siyaset teorisinin merkezi üç kavramı olan temsil, hoşgörü ve iktidar kavramları dolayımında inceler. Hoşgörü ve temsil kavramlarının ikisinde de bir kararverilemezlik vardır. Örneğin “Eğer hoşgördüğüm şey, ahlâki olarak onayladığım şeyse (ya da en azından, karşısında ahlâki olarak tarafsız kaldığım şeyse), hiçbir şeyi hoşgörüyor sayılmam. Olsa olsa, tam olarak hoşgörüsüz bir konumun sınırlarını yeniden tanımlıyorumdur. Hoşgörü ancak bir şeyi ahlaki olarak onaylamadığım, ama yine de kabul ettiğim zaman başlar” (Laclau, 1998: 87). Buna göre, hoşgörü ancak, hoşgördüğüm şeye ahlaki olarak katılmıyorsam anlamlı bir kategori olmaktadır. Bu da, hoşgörü devam ettiği sürece, söz konusu inanç ya da uygulama hakkında herhangi bir etik yargıda bulunmayı askıya almayı gerektirir.

Ancak sınırsız bir hoşgörü de toplum için baskıcı bir etik bütünleştirme kadar yıkıcı olacaktır. Dolayısıyla bazı şeylere karşı hoşgörüsüz olmak başka şeylere karşı hoşgörülü olabilmenin önkoşuludur. Hoşgörüsüzlük, hoşgörünün hem olanaklılık hem olanaksızlık koşuludur. Hoşgörü ile hoşgörüsüzlük arasındaki ayrım çizgisinin nereden geçirileceğine, hoşgörü-hoşgörüsüzlük ikiliği açısından kesinlikle karar verilemez ve bu ikiliği oluşturan kutupları olanaklı kılan, kararverilemez olan zemindir (Laclau, 1998: 88).

Eğer bize açık olan eylem yolları önceden belirlenmiş değilse, söz konusu olan şey bir seçimdir. Burada da hoşgörü örneğinde olduğu gibi özgürlüğü kısıtlayan şeyin aynı zamanda onun olanaklılık koşulu olduğunu görürüz. Kararverilemez bir zemin üzerinde karar verirken, bir iktidar uygularım ki bu iktidar benim özgürlüğümün önkoşuludur. Tüm iktidarlar, henüz gerçekleşmemiş olan olanakların

bastırılmasını gerekli kılar. Bu da tam anlamıyla özgür bir toplum ile özgürlükten yoksun bir toplumun eşdeğer kavramlar olduğuna işaret eder (Laclau, 1998: 89).

İktidar ile özgürlük arasındaki ilişki karşılıklı sınırların sürekli olarak yer değiştirmesine bağlı olarak ilerler.

Yapısöküm ile karar arasındaki ilişkiye baktığımızda, yapı kararverilemez olduğu için, kararın nihai olarak kendisi dışında bir şeyde temellendirilemeyeceğini görürüz. Derrida’nın belirttiği gibi, adalet beklememesi gerekendir. Adil bir karar her zaman hemen gereklidir:

“Şu ya da bu teorik ya da tarihsel an’ın, şu ya da bu düşünce ya da irdelemenin sonucu olmaması gerektiği için; her zaman, kendisinden önce gelen, gelmesi gereken hukuki ya da etik ya da siyasi- bilişsel düşünceyi (irdelemeyi) kesintiye uğratmayı işaret ettiği için, karar anı, bu haliyle, her zaman sonlu bir aciliyet ve tortulaşma anı olarak kalır. Karar anı bir deliliktir, der Kierkegaard” (Derrida, 1992: 26).

Yine Derrida, adil karar konusunda, kararın hesaplanabilirlik alanına giren her şeyi aştığını şöyle belirtir:

“Kararverilemeyen sadece iki karar arasındaki salınım ya da gerilim değildir;

hesaplanabilirlik düzenine ve kurala yabancı ve heterojen olmasına rağmen, yine de yasa ve kuralları hesaba katarak kendini olanaksız karara teslim etmekle yükümlü olan şeyin –burada yükümlülükten söz etmeliyiz-

deneyimidir. Kararverilemeyenin çilesinden geçmemiş bir karar özgür bir karar olmayacaktır; sadece hesaplanabilir bir sürecin programlanabilir bir biçimde uygulanması veya ortaya koyulması olacaktır. Muhtemelen yasal olacak, ancak adil olmayacaktır” (Derrida, 1992: 24).

Bu durumda, kararın gerçek bir karar olabilmesi için hesaplanabilir kurallardan çıkan sonuçlardan başka bir şey olması gerekir. Ayrıca her karar kendi tekilliğinde değerlendirilmelidir. Derrida bir kararın sorumlu olabilmesi için aporiadan geçmeye ihtiyacı olduğunu söyler. Aporianın aynı zamanda “bilginin ufkunu engelleyen aciliyet” olduğunu düşündüğümüzde, bilginin bu ufku, gelecekteki bir başarı için bir bekleme sürecine işaret eder. Diğer taraftan Derrida'ya göre, adalet burada ve şimdi gereklidir. “Adalet, bununla birlikte, sunulamaz durumdadır, beklemez. O, beklememesi gereken şeydir … adil karar daima hemen gerekir” (Derrida, 2005a: 69).

Karar ve özne konusuna baktığımızda, özne sorununu ele almadıkça karar verilemezlik-karar ilişkisi sorununa yaklaşılamayacağını görürüz. Buna göre, öznenin, yapının kararverilemezliği ile karar arasındaki mesafe olduğu iddia edilir:

Yapıyı yapısöküme uğratmak, onun kararverilemezliğini göstermekle aynı şeydir.

Buna bir karar diyebiliriz, çünkü hem yapının özgün terimleri tarafından ön belirlenmemiştir hem de kararverilemezlik deneyiminden geçmesini gerektirir.

Kierkegaard’ın da sözünü ettiği gibi, karar anının, delilik anının kararverilemezlik deneyiminden yaratıcı bir edime geçişi böyle bir şeydir. Bu edim de rasyonel bir gerekçe ile temellendirilemez. Kendi başına bırakılmış olan ve kendisini aşan

herhangi bir kurallar sistemi yoluyla kendine bir zemin sunamayan bir şey olarak karar anı, özne anıdır (Laclau, 1998: 92). Burada kararı ve dolayısıyla özneyi ortaya çıkaran şey, yapısal bir ön belirlenimciliğin olmayışıdır. Özne bir karar alırken, tıpkı Tanrı gibi davranır. Diğer yandan karar, bir kararverilemezliği gerektiriyorsa ve kararın da alınması gerekiyorsa (kararın aciliyetinden dolayı) öncelikle önemli olan ortada bir karar olmasıdır. Bu da Tanrı’yı oynadığımız için ödememiz gereken bedeldir (Laclau, 1998: 95). Bu durum özgürlüğünü kullanarak seçim yapan özneyi, aporetik bir duruma sokar: Çünkü özne aslında tam olarak öznellikle donatılmamıştır ama seçim yaparken bir özneymiş gibi davranmak zorunda kalır. Özne kategorisinden kurtulmak mümkün değildir. Çünkü öznenin işaret ettiği şey, deneyim yapısının bir parçasıdır. Ama bu kategoriyi yapısöküme uğratmak mümkündür: İçsel ve kaçınılmaz aporialarını veya kararverilemez karşıtlıklarını göstermek mümkündür (Laclau, 1998: 95). Yine de tamamıyla bir kararverilemezlik durumu olduğundan söz edemeyiz. Burada esas olan, her türlü özne konumunu, yapısal bir belirlenimin kurduğu ve yapının dışında özel bir bilincin olmadığıdır. Ancak bir yapı da kararverilemez unsurlarla kurulduğu için, yapının belirleme yapması için kararlara ihtiyaç vardır. Öznenin ortaya çıktığı an olarak karar anı ise, kararverilemezlik durumunda alınan kararları ifade ettiğinden öznenin kimliğini yansıtmaz.

Sorumluluk, sorumlu bir özne ile gerçekleşmelidir. Derrida Ölüm Armağanı’nda, bunu, sorumluluğun özdüşünümsel bir kavram olduğunu anlatarak gösterir ve sorgulamanın kapanmasına neden olacak bir indirgemeyi ve temalaştırmayı da eleştirir:

“Şunu unutmamalıyız ki sorumluluğun ne olduğu ya da ne olması gerektiğine yönelik yetersiz bir temalaştırma da sorumlu olmayan bir temalaştırmadır: ne sorumlu olmanın ne demek olduğunun bilincinde olmak ne de bunun yeterli bilgisine sahip olmak, bunu bilmenin kendisi de bir sorumluluk eksikliğidir.

Sorumlu olabilmek için, sorumlu olmanın ne demek olduğuna karşılık veya cevap verebilmek gerekmektedir. Eğer, sorumluluk kavramının her zaman basit bir teorik anlayışı ya da bilinci/vicdanı aşan eyleme, edime, pratiğe, karara müdahil olmayı işaret ettiği doğruysa, aynı zamanda aynı kavramın bilinçli bir şekilde kendine cevap vermesi için bir karara veya sorumlu bir eyleme ihtiyaç duyduğu, yani eylemin işaret ettiğinin, yapılanın tematiğinin, onun sebep ve sonuçlarının vb. bilgisi ile olması da doğrudur. Sorumluluk ile ilgili tartışmalarda, teorik bilinci “pratik” bilince/vicdana bağlayan bu kökensel ve indirgenemez karışıklığın,…her zaman dikkate alınması gerekir”

(Derrida,1995: 25).

Kierkegaard’a referansla Derrida, birbiriyle rekabet eden ve çatışan iki yasak, iki emir varsa, sorumluluk üstlenmenin ya da bir karar almanın çılgınlık olduğunu, çılgınlığın da tam da bu anlama geldiğini söyler. “Çifte sorumluluk delirtir, çünkü birbiriyle çelişen iki yasakla, iki emirle karşılaştığınızda delirmeye başlarsınız. Birini delirtmek istiyorsanız, ona çifte bir sorumluluk yükleyin, yalnızca bir dakikalığına değil, sürekli bunda ısrar edin. Çifte sorumluluk, sorumluluk ya da etiğin önkoşuluysa eğer, etik çılgınlıktır” (Derrida, 2004a: 37).

Yine karar her zaman belli bir bağlam içinde alındığından, karar verilebilir olan tamamen özgür değildir. Karar yalnızca kısmen yapısızlaşmış olan bir yapının sınırlarına sahiptir. Dolayısıyla toplumsal ve ahlaksal verilebilirler ile karar-verilemezler arasındaki ilişki, karar anlarının tek biçimleştirilmesinden ve dayatılmasından daha öncelikli olan bir ilişkidir. Yapının bir siyasi güç, bir sınıf ya

da bir grup tarafından temsil edilmesinin altında yatan ise, evrensellik ile tekillik arasındaki hegemonik ilişkidir (Laclau, 1998: 97). Bu ilişki sayesinde; yani bir gösterenin bir yandan bir gösterilene katı bir şekilde bağlı olmaktan kaçarken bir yandan da onunla bir ilişki kurma yönündeki eğilimi sayesinde etik ve siyaset olanaklı olmaktadır. Kararverilemezlik ve karar siyasi bir toplumu olanaklı kılan, aşılmaz ve kurucu ilişkinin adlarıdır.

Yapısökümün açığa çıkarmış olduğu kararverilemezlik olmadan, toplumsal ilişkilerdeki pek çok yapı, rasyonel ve mantıksal bağlarla kurulmuş gibi görünürdü.

Bu durumda da üzerlerinde egemenlik kurulacak bir şey olmazdı. Ancak yapısöküm hegemonyayı, yani kararverilemez bir zeminde alınan karara ilişkin bir teoriyi gerektirir. Karar yalnızca, kendi kendini temellendiren ve alternatif kararları bastıran hegemonik bir karar olabilir. Laclau’nun yorumlarından, yapının kararverilemez olduğu için, kararın nihai olarak kendisi dışında bir şeyde temellendirilemeyeceği sonucu açıkça görülmektedir.