• Sonuç bulunamadı

2. TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN (T.C.) MODERNLEŞME HAREKETİ

2.3.2 Kısmi Modernleşme Yanlıları, Etkilendikleri Görüşler ve

Bölüm 2.2.1’de bahsettiğimiz gibi, T.C. kurulurken ülkenin nasıl ‘modernleştirileceği’ konusunda temel olarak iki görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan biri, hayata geçirilen yapı bütüncü görüş iken, diğeri alternatif olarak kısmici görüştür. Kısmici görüş de kendi arasında ‘dinci gelenekçiler’ olarak adlandırılacak kısmiciler ile sol düşünceden temellenen ‘kadrocu’lar olarak ikiye ayrılır. Biz bu bölümde ele alınan dönemde hayli ses getirmiş olan ‘Kadro’cu görüşü, etkilerini detaylandırmak istiyoruz. Özlü bir biçimde bu görüşü şöyle açıklamak mümkündür: Kadro hareketi, bir grup seçkinci aydının Türkiye’nin modernleşmesi için öne sürdükleri fikirleri dile getirdikleri dergiye verilen addır. İleride daha detaylı bahsedeceğimiz bu kişiler, Türkiye Komünist Partisi (TKP) geçmişine sahiptirler ve bu yüzden, sol görüşü savunan kısmici modernleşme yanlılarıdır. Hepsi iyi birer eğitim görmüş, yabancı dil bilen aydın kişilerdi. Başlıca fikirlerinin Marksizm’den geldiği söylenebilir. Bu bağlamda, Türkiye’nin modernleşmesi için Batı’dan sadece ‘teknik’ alınması gerektiğini savunmuşlardır. Şimdi, daha detaylı bir biçimde Kadro Dergisi’nin tarihçesine bakabiliriz:

Kadro, 1932-1934 yılları arasında 50 sayfa olarak, 25 kuruşa satılarak toplam 36 sayı basılmıştır. “Derginin ideologu Şevket Süreyya Aydemir, imtiyaz sahibi Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yayın müdürü Vedat Nedim Tör’dür. İsmail Hüsrev Tökün ve Burhan Asaf Belge de kurucu yazarlar arasındadır. Mehmet Şevki Yazman 13. Sayıdan itibaren dergide yazmaya başlamış, fakat derginin ilk oluşumunda yer almamıştır. Dergiye zaman zaman yazılarıyla katkıda bulunan dönemin bürokrat- aydınları şunlardır: Ahmet Hamdi Başar, Falih Rıfkı Atay, Behçet Kemal Çağlar, Eflatun Cem Güney, Muhlis Etem Ete, İbrahim Necmi Dilmen, Abdurrahman Şefik, Münir İriboz, Mümtaz Ziya, Şakir Hazım, Neşet Halil Atay, Hakkı Mahir, Mehmet İlhan, Tahir Hayrettin ve Mansur Tekin. Dönemin başbakanı İsmet İnönü de Kadro dergisine bir makale yazmıştır.” (Türkeş, 1999: 47, 48).

Kadrocuları bir araya getiren birkaç neden sayabiliriz. Bunlardan ilki, bu kişilerin aynı dönemde doğmalarıdır. Bu dönem, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarına karşılık gelir. Bu dönemin artık Osmanlı İmparatorluğu’nun iyice parçalandığı ve yıkılmaya çok yaklaştığı dönemdir. Kadrocular, doğdukları dönem itibarıyla Batı dünyasının Osmanlı üzerindeki politikalarına yakından şahit olmuşlarıdır. O dönemlerde öne sürülen fikir akımlarından Osmanlıcılık Balkan Savaşı ile İslamcılık ise Birinci Dünya Savaşı ile sona ermiştir. İttihat ve Terakki’nin yarattığı havayla Kadrocular ilk olarak, Batı dünyasına da duydukları tepkiden dolayı Türkçülük akımını benimsemişlerdir. Bununla birlikte, Birinci Dünya Savaşı sebebiyle yıkılan ideallerin yerine başka ideolojiye inanma ihtiyacı duyulmuştur (Ertan, 1994: 51).

Burada kısaca şunu söyleyebiliriz: Kadrocuların, devrim için bir ideoloji meydana getirmeye çalışmaları, başta Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Sekreteri Recep Peker olmak üzere, hegemonik güç ilişkisi sebebiyle çatışmaya sebep olmuştur.

Çünkü bir grup kendi fikirlerinin kabul görmesini isterse, baskın grubun kullandığı araçları kullanma isteği olur, çoğunluğa fikir yayma aracı olarak baskın olan grubun araçlarından yola çıkılır. Burada da, o zamanın şartları içinde çoğunluğa hitap eden gazete bir araç olarak kullanılmıştır. Gazeteden sonra, kendi fikirlerini daha rahat yaymak için bir dergi çıkarılmasına karar verilmiştir.

Grubun yakın bir dostluk ilişkisiyle bir dergi çıkartma kararı vermesinde “Şevket Süreyya’nın 15 Ocak 1931’de, Ankara’da Türk Ocağı merkezinde verdiği ‘İnkılap ve Kadro’ başlıklı konferans” etkili olmuştur. Konferansta sunulan bu başlığın genel havası şöyledir: O sıralarda Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) önde gelen isimlerinden Saffet (Arıkan), Recep (Peker), Vasıf (Çınar)’ın düşüncelerinin aksine inkılâbın bitmediği, halen devam ettiği ve derinleşip halkın şuuruna yerleşebilmesinin gayet mümkün olduğu, bunun için de sistemli bir fikir sistemiyle yürütülmesi gerektiği belirtilmiştir. Tabii o dönemde 1929 yılı Büyük Buhranı’nın etkileri sürmekteydi. Bu olumsuz havaya karşı ‘öncü bir kadro’ önderliğinde inkılap köye girmeliydi. Böylece, ilerleme sağlanabilecekti. Bunalıma bir çare olması için kurdurulan Türkiye Serbest Cumhuriyet Fırka’sı (SCF) belediye seçimlerinde

başarılı olmuş, buna karşılık, rejime karşı odakların partiye kümelenmeye başlamasıyla 17 Kasım 1930’da parti kendini feshetmiştir. Olumsuz havanın devamı ise, 23 Aralık 1930’da yaşanan ‘Menemen Olayı’ ile bir kez daha ortaya çıkmıştır.” (Tekeli, İlkin: 2003: 129, 130).

Daha önce de değindiğimiz gibi, Kadrocular modernleşmenin Avrupa’nın tüm değerleri yerine sadece tekniğinin alınmasıyla sağlanabileceğine inanmışlardır. Burada iki çelişki gözümüze çarpmaktadır. Birincisi, bir yapı yeniden kurulacaksa üstelik bu bir milli kurtuluş savaşı vererek her şeyiyle yeniden yapılandırılacak bir ülke olacaksa, onu ‘şunun şu yönünü uygularsak, bu yapıya benzetiriz’ mantığıyla belli bir yapıya oturtamazsınız. Bu zaten modernleşme kavramlarının özüne de ruhuna da aykırıdır. İkinci çelişki, eğer Kadrocular, Türk devriminin kendine özgü bir politikası olması gerektiğine inandılarsa, burada da kısmi bir modernleşme arzusu gütmemeleri gerekirdi. Bunu konumuzun ana kısmını oluşturan ‘sanat’la bağdaştıracak olursak, kültür ve sanat devrimi modernleşmenin temel ayaklarından biridir. Türkiye’nin, kendine özgü çeşitli milli değerleri vardı ama bunların hiçbirisi evrensel boyutlarda değildi. Türkiye’nin uluslararası standartlarda sanat anlayışına kavuşması o günlerde atılan adımlarla sağlandığı bir gerçektir.

Kadrocular, devrimin kültür ve sanat politikası ile ilgili olarak da şu görüşleri öne sürmüşlerdir:

Kadrocular devrimin ideolojisiyle ilgili pek çok şey söyledikleri gibi, Türk devriminin kendine özgü bir sanat ve kültür politikasının da olması gerektiğine inanmışlarıdır. Kadrocular, uygarlığın Batı’da olduğunu kabul etmekle birlikte, Avrupa’nın neredeyse tüm değerlerini olumsuz bağlamada kullanmışlardır. Kapitalist Avrupa dünya sistemine egemenken, bu Avrupa’ya karşı savaş veren bir ulusun evlatları olan Kadrocular, milletin ezikliğini, silikliğini yok etmek için iddialı bir kültür anlayışı yaratmak istemişlerdir. Avrupa hayranlığı yerine ulusun fikirlerinin verimliliğine inanmışlardır. Ancak bunu yaparken kültür alanında çok önemli bir noktayı gözden kaçırmışlardır. Bu nokta, 1923’ten itibaren Türk toplumunun Batı kültürüne hızla ve topluca yöneldiğidir. Kadrocular, ‘sanat, sanat içindir’ ilkesini şiddetle reddetmekle birlikte, halkın sanatı tam anlamıyla anlayamayacağını, bu konuda da halkı eğitmek gerekliliğini vurgulayarak, seçkinci bir yaklaşım göstermişlerdir. “Kadroculara göre, sanat, toplumun kanunlarına dayanmak ve dikkate almak zorundadır. Bu yönüyle sanat bir toplumun olgunluk ölçüsü ve refah düzeyinin bir ürünüdür. Bu nedenle gerek toplumsal gelişme için, gerekse ekonomik refahın artması için sanat ve sanatçılara önem verilmesi zorunludur.” (Ertan, 1994: 131).

Derginin kapatılma süreci ise şöyle işlemiştir:

Kadrocuların rejimin değerlerine sadık kalarak yazılar meydana getirdiklerini daha önce belirtmiştik. Bunun için, inkılâbın ilkelerini sistemleştirerek bir ideolojiye dönüştürmeye ve bu inkılâbın coşkusunu uyanık tutmaya çalışmışlardır. Bununla birlikte rejime, iki temel eleştiri getirmişlerdir. Birincisi, yukarıda bahsedilen birinci ilkeyle ilgilidir. Yani, rejimin gerekli tüm fikri öğelere sahip olduğunu söylemenin yanında bunların sistemleştirilmeleri gerektiğinin söylenmesidir. “Bunları söyleyerek kendilerinin yapmaya çalıştıklarını adeta bir editörlüğe ya da bir teknik yardıma indirgemiş olmaktadırlar.” (Tekeli, İlkin: 2003:148, 149).

1930’larda yaşanılan Büyük buhran Kadro’nun çöküşünde önemli bir etmen olmuş olabilir. Çünkü zaten büyük bir savaştan çıkıp baştan başa yeniden kurulan bir ülkede belirli bir ideoloji altında yürütülen ekonomik güce karşı bambaşka bir ekonomik görüş savunurken ortaya çıkan olumsuz şartlar, Kadrocuların savunduğu görüşleri de yıkıma uğratmıştır. Bunun sebebi, kapitalizmin kendi iç dinamikleri yüzünden ortaya çıkan bir buhran, kapitalizmin şartlarını yerine getirmeye çalışarak yeniden yaratılmaya çalışılan bir ekonomiyi de büyük ölçüde etkilemeden geçemezdi. Yani yeni yeni ortaya çıkarılan bir sermaye sınıfının, zaten zor koşullarda yürüttüğü bir politikaya tam tersi bir politika gütmek çıkar gruplarına ters düşmek olmuştur. Ekonomi kötüydü.

Buradan bir kez daha anlaşılmaktadır ki, Kadrocular 1.2 Bölümde söylediğimiz şekilde Kazancı’nın değindiği gibi ‘ideoloji sudaki balıktır’ ilkesinden kopamamışlardır. Yani, içinde bulunulan durumun dışına çıkılarak bakılamaz, içindeyken de o duruma bir şekilde uyum sağlanır. Kadrocuların TKP’li geçmişleri kendilerine hep bir şüphe duyulmasına yol açmıştır. Bu yüzden, sol geçmişleri düşünce sistemlerine etki etse de, asıl amaçları olan devrim ideolojisi oluşturma çabaları sanki böyle bir amaçları yokmuş da, bu amacın ardında başka bir düşünce sistemini destekliyormuş algısını hafızalarda tutmuştur. O düşünce sistemi de komünizmdir.

Alhusser’in ideolojiyi, DİA ve DBA olarak ikiye ayırdığını 1.2 Bölümde belirtmiştik. Her ideoloji kendi mantığını yerleştirmeye çalışır. Burada, Kadrocular da devlet de Cumhuriyet’in ilkelerini halka daha iyi açıklayabilmek, anlatabilmek ve yurt çapında Cumhuriyet ve onun getireceği kazanımlara dair bir bilinç yaratmaya çalışmışlardır. Bu, okul, din kurumları, medya vb. dâhil olduğunu ve bunların eliyle oturtulmaya çalışılan düşünce yapısının kolu olan ideolojik aygıtın, hem Recep Peker hem de Kadrocular tarafından kullanılmak istendiğinin bir göstergesidir ve her iki tarafından da ortak bir yönüdür. Ancak, burada yine her iki tarafın uzlaşamamasının, bir tarafın baskın gelmeye çalışmasının hegemonya kavramıyla bağdaşabileceğini düşünüyoruz. 1.2 Bölümde detaylı bir şekilde gördüğümüz kavramı tekrar uzun uzun açıklamayacağız ama kısaca baskın bir grubun çoğunluk üzerinde etki etmesi diyebileceğimiz hegemonyanın burada şu şekilde etkili olduğunu düşünüyoruz: Hem Recep Peker hem Kadrocular aynı amaca hizmet etmek istemişler fakat baskıyı

elinde tutanın gücü de elinde tutacağı düşüncesiyle hareket ederek- ki bu bizim varsayımımızdır- düşüncede oydaşma (consensus) sağlandığı halde uygulamada çatışma yaşamışlardır. Bunun da hegemonik güç ilişkisinden kaynaklandığını düşünüyoruz.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Benzer Belgeler