• Sonuç bulunamadı

Yahudi ve İslam Düşüncesinde Vahiy

1.4. Judah Halevî

Halevi 1075–1141 yılları arasında yaşamış Yahudi şair ve filozof olarak değerlendirilse de daha çok savunmacı ve teologtur. (Libera, 2005:193) Onun savunma ve koruma amaçlı olarak yazdığı arapçası Kitabü’l-Red ve‘d-Delil fi’d-Din ed-Delil adlı İngilizceye The Book of Refutation and Proof on Behalf of the Despised Religion olarak çevrilen ve Kuzari olarak da tanınan eserdir. Kuzari bir Karainin sorularına cevap verme amacına yönelik olup, öncelikli olarak Aristo felsefesine karşı yazılmıştır. Hıristiyanlık ve İslam’a karşı da cevaplar veren kitap, felsefi olmaktan daha çok savunma amaçlıdır. Kitabın ana çatısı Yahudiliği kabul eden Hazar kralının rüyası üzerinde şekillenir. Bu rüyada geçen olaylarla kralın yaşam tarzı şekillendirilmeye çalışılır. (Scheweid, 19??:362–363) Konuya ilgili olarak Hazari ne yapmalıyım sorusunu sorarak Tanrının ondan memnun olmasının yollarını araştırır. Bu

amaçla felsefeyi, Hıristiyanlığı ve İslamı sorgular. Yahudilikle ilgili doğrudan bir sorgulama yoktur. (Libera, 2005:195)

Halevi’nin öğretisi yakini dinî tecrübe üzerine kurulur. Bu tecrübe aklın üzerinde olması nedeniyle üstündür. Buna rağmen o metafizik spekülasyonları da değerli bulur. Fakat tek yöntem olan doğrudan tecrübe etme yönteminin mümkün olmadığı durumlar için kullanılır. Aristo felsefi sistemini önemser. Aristo felsefi sistemi duyusal tecrübeler üzerine kurulurken peygamber özel bir tecrübe olan vahiy üzerinde sistemini kurar. Peygamber mütehayyile gücünün yetkinliği ile en üst yetkinlik derecesine ulaşan kimsedir. Peygamberi özel bir iç sezgi vasıtasıyla hakiki bilgiye ulaşabilen birisi olarak görür. Peygamber aynı zamanda sıradan bir insan gibi dış duyular vasıtasıyla fiziksel gerçekleri de idrak eder. Peygamber Tanrı’nın varlığını doğrudan idrak edebildiği için Tanrı’ya onun teorik bilgisini dolaylı olarak bilen filozoftan daha yakındır. Peygamberin görevi dış gerçeklikleri insana öğretmek değildir. O Tanrı’nın varlığının (presence) tecrübesine götüren amelleri insanlara öğretir. Nebevi güç sıradan bir insanın aklının üzerinde bir güçtür ve peygamber ile sıradan insan arasındaki farkı, insan ve hayvan arasındaki farkla paralel tutar. Bu güç İsrail insanında kalıtsal olarak mevcuttur. (Schweid, 19??:364)

Ona göre vahiy tamamen doğaüstü olup, vahye layık olan beşere Tanrı tarafından ihsan edilir. Tamamen metafizik alanda meydana gelir. (ODJR, 1997/549)

Halevi’ye göre seçilen bütün herkes vahyin mertebelerini elde etmek için çalışmışlardır. Bu kimselerden bazıları ona az ya da çok ulaşabilmiştir. Bu kimselerden en alt seviyede olanı bile putperestlerin en asil olanından daha üstündür. Ona göre diğer milletler içinde ve filozoflarda vahiy gerçekleşmez. Vahyi çalışarak elde etmek veya nebevi ilhama layık olma, Halevi’nin Kuzari’sinde çeşitli şekillerde anlatılır. Fakat aklın yetkinliği tam olarak açıklanmaz. Vurgusu daha çok dindar kimsenin amellerinin sürekliliğinedir. Bu şekilde insan Tanrıya yakınlaşır, Adonai’nin manasını en üst derecede bilmesi mümkün olabilir. Tanrı’nın bu bilgisine nebevi sezgi vasıtasıyla ulaşılır. Böylece meleklerin derecesi elde edilir. Bunlardan sonra, nebevi sezgi aracılığıyla Tanrıyı gören bu kimseler halkı yönetebilirler. Yahudiler siyasi bir varlık kazandıklarında rahipler ve peygamberler halkın başında onların meclisini

oluşturuyorlardı. İlahî şeriata bağlı olan kimse peygamberin öğretisini tatmin edici bulur. Çünkü peygamberlerin sanatsız konuşmaları filozofların sanatlı argümanlarından daha çekicidir.(Lerner, 19??:1177–1178)

İzah edildiği üzere Orta Çağ vahiy algısı, insan ve bilgi alanları olan insan, insan aklı ve sınırı, akıl-vahiy, felsefe-din ilişkisi çerçevesinde gelişmiştir. Yahudi düşüncesinde de mesele ile ilgili yaklaşımlar bu sorular bağlamında belli bir teorik ve kavramsal çerçevede izah edilmeye çalışılmıştır. Kullanılan kavramlar dönemin hâkim ve alternatif felsefi disiplinlerinin genel şemaları içerisinden seçilerek alınırken dinî temalarla bu noktalar genişletilmeye çalışılmıştır. Görüldüğü üzere Yahudi düşünce geleneği de bundan nasiplenmiştir. Kimi düşünürler (Philo, İbn Yusuf, Musa b. Meymun) meseleye daha aklî bir izah getirmeye çalışırlarken kimileri (Halevî) ise vahyi doğaüstü temalarla açıklamışlardır. Musa b. Meymun’un vahiy ile ilgili tartışma ve kabul alanı da bu konular çerçevesinde gelişir.

İbn Meymun’un düşünce alt yapısını etkileyen diğer düşünce çevresi İslam filozofları tarafından oluşturulan felsefe geleneğidir. Daha önce de belirtildiği üzere İbn Meymun İslam felsefe geleneğini kendi felsefi sistemi için kullanmış, bu gelenekten fazlasıyla istifade ermiştir. O vahiy anlayışında da büyük oranda İslam filozoflarının konu ile ilgili görüşlerini takip etmiştir. Bu nedenle İbn Meymun’un görüşüne giriş olması açısından İslam düşüncesinde vahyin nasıl anlaşıldığını özetleyeceğiz.

2.İslam Düşüncesinde Vahiy

Orta Çağ İslam felsefe geleneği varlık, bilgi ve insan anlayışını dönemin bilimsel kabullerini gösteren tabiat felsefesiyle uyum halinde açıklamaya çalışır. Bütün filozoflar işaret edilen konularla ilgili felsefî görüşlerini, metafizik ile fizik arasındaki bütüncül yapı içinde detaylandırmışlardır. İslam filozofları Tanrı-evren ve evren-insan ilişkilerini açıklamada anahtar konu durumunda olan vahiy konusunu açıklarken de aynı çizgiyi korumuşlardır. Metafizik-fizik ilişkisi, metafizik kabuller ve fiziki delillerin birbiriyle uyumu ile izah edilir. Musa b. Meymun’un görüşlerini kabul ettiği Fârâbî, İbn Sînâ gibi İslam filozoflarından aktarılan Yeni-Eflatuncu evren nazarîyesinin temel yapıları da (sudur, feyiz, Faal Akıl, vs.) vahyin izahı için önemli

bir yere sahiptir. Vahiy ilâhi alanla ilgili köklerine bu kavramsal ve ontolojik elemanlar vasıtasıyla bağlanır.

İslam filozoflarına göre vahyin diğer yönünde natık nefse sahip insan vardır. O ay-altı âlemde vahyin aktığı ve anlam kazandığı, ilâhî âlemin ay-altındaki muhatabı olan varlıktır. İnsanın yaratılıştan getirdiği özellikleri, tabiî karakteri ay-üstü âlemden akan feyze açıktır. Bu feyiz insanın akıl ve mütehayyile gücü ile anlam kazanır, davranışları ile şekil bulur. Vahiy cisimleşir ve hayata geçer. Bu noktada insanın doğasından getirdiği özelliklerinin yetkinlik seviyesi vahyin farklı derecelerinin ortaya çıkmasında etkilidir. Vahiy insan bireyinin güçleri ile ilişkili olarak peygamberlik merkezli bir zeminde böyle izah edilirken toplumsal açıdan da imkânını korur.

Vahiy insanın toplumda yaşayan bir varlık oluşu ve diğer insan bireyleri ile olan münasebetleri ile ilgili de cevaplar taşır. Vahyin gerekliliği insanlar tarafından oluşturulan toplumlarda birlikte yaşama tecrübesi ile ortaya çıkan üst otorite ihtiyacı ile doğrudan alakalıdır. Vahiy bu yönü ile aynı zamanda ilâhî bir kaynaktan köklenmeyen kanunlara da alternatiftir. Bu açıdan vahiy ilâhî kaynaktan beslenen ve peygamber tarafından oluşturulan siyasi ve sosyal düzene zemin olur. Böylece vahiy insan bireylerini bir arada tutan sosyal ve siyasal güveni sağlarken, her bir bireyi mizaç ve kabiliyetleri ilişkisinde mutlu kılmanın imkânını sunar. Vahyin toplumsal alana bakan yüzünde her bir bireyin mutluluğu amaçlanır. Buna göre vahiy hem bireysel hem de toplumsal olarak insanın mutluluğunu ilâhî amaca dönük iyi ve mutluluk arayışı içinde sağlar.

Vahiy dönemin evren tasavvurunu insan merkezli olarak kendinde taşır. Söz konusu tasavvura göre ilahî varlıktan taşan ilâhî feyiz sudur ederek evrenin bütün akıllarına etki eder. Bu, akılların evren içindeki görevleri ve dereceleri ile doğrudan alakalıdır. İnsan aklı ile ulaştığı feyzi gök akıllarının daha düşük bir derecesinde ama gene gök akıllarını taklit eder bir şekilde alıp, evren içindeki asıl görevini ve varlığının amacına uygun mutluluğunu keşfeder. Ay-altı ve ay-üstü arasındaki ilişkinin bir benzeri olarak insanın, Tanrı’yı ve evrenin diğer akıllarını taklitle ay-altında var olup ilahî feyizden daha az etkilenen varlıkları yönetmesi söz konusudur. İlahî feyzin ay-altında aldığı

halin adı olan vahiy insan hayatındaki sosyal ve siyasal yansımalarla meydana getirdiği etkin rolü böylece açığa çıkartmış olur.

İslam düşüncesinde vahiy anlayışı ve İslam felsefesi içinde ele alındığı yeri bu şekilde özetledikten sonra Fârâbî’nin konu hakkındaki görüşlerine geçebiliriz.