• Sonuç bulunamadı

İzlek Olarak Soytarılık: Kendini Arayan Hikmet

B. Tehlikeli Oyunlar'da Soytarılık

7. İzlek Olarak Soytarılık: Kendini Arayan Hikmet

Tehlikeli Oyunlar'da Hikmet için soytarılığın sunduğu imkânların

kendilik arayışında önemli bir araç olduğu söylenebilir. Delilik ve soytarılığın kendilik-arayışındaki rolüne değinmeden önce Hikmet'in karakteriyle ilgili bazı saptamalarda bulunmak yararlı olacaktır.

Hikmet, her ne kadar çocuklarla ilgili görüşlerinde tedirgin ifadeler kullansa da kendisi de bir bakıma kendi çocukluğunu kaçırmış gibidir. Erik H. Erikson, ergenlik çağının, çocukluğu bitiren son safha olduğunu belirtir. Bu safhanın kesin olarak sona ermesi için de çocuklukta elde edilen özdeşimlerin toplumsallaşmayla elde edilen başka tür bir özdeşimle ikâme edilmesi gerektiğini belirtir; “Bu yeni özdeşimler artık çocukluğun

oyunbazlığı ve gençliğin deneysel hazlarıyla değil, [...] daha acil bir

biçimde genç bireyi kendilik-tanımlamasına uzanan, geri döndürülemeyen örüntüler ve yaşam için taahhütler içeren seçimler ve kararlar almaya zorlar” (66). Hikmet'in yetişkinlerin dünyasının gereklikleriyle ilgili bir sorunu vardır. Her ne kadar çocuklara karşı tedirgin bir tavır sergilese de kendi çocukluğuyla ilgili belirgin bir pişmanlık taşır:

Çocukluğun biteceğini bilseydim, her ne pahasına olursa olsun oynardım; ben de hiç olmazsa ihanet ederdim [...] haini oynardım, korkağı oynardım, fakat oynardım; kimse beni sahneden

çıkaramazdı. Büyüyünce bu rolleri oynamak pek hoş olmuyordu. (361)

Hikmet, anne babasına kızgındır “benimle uğraşmadan beni hayata gönderdiniz” (418) diyerek sitem eder, çocukları sevmediğini, onları aptal

bulduğunu söyledikten sonra ekler “Allahtan ben hiç çocuk olmamıştım” (419). Yetişkinlerin dünyasına geçtiğinde artık oyun oynayamayacağının farkında olmayan Hikmet çocukken oyunlara katılmamıştır, kenarda kendini yetiştirerek beklemiş (361), bir an önce adam olmak için hayata atılmış, fakat bunu nasıl yaptığını da bir türlü anlayamamıştır (33). Sonuçta Hikmet kendini yetişkinlerin dünyasına ait hissetmemektedir.

Kendisinin de ifade ettiği gibi, çocukluğunu yaşamamış olması ya da bir başka deyişle kendini bir anda yetişkinler dünyasında bulması Hikmet’in, Erikson'un bahsettiği, yetişkinlerin dünyasına adım atmak için gerekli olan, taahhütler içeren seçim ve kararları beraberinde getiren özdeşimleri kuramamış olduğunu çağrıştırır. Çocuklukta kenarda durup oyunlara katılmayan Hikmet, bir yetişkin olarak oyunlara gecikmeli olarak katılır. Ama artık oyunları yetişkinlerin dünyası için uygun değildir, bu nedenle çocukluğuna sıkışıp kalmış bir yetişkin gibidir. Nurdan Gürbilek'in “Çocuk Ülke Edebiyatı” adını taşıyan denemesinde de belirttiği gibi

Tehlikeli Oyunlar aslında “Hikmet Benol'un aynı kişi içinde ayrı saltanatlar

süren parçalara bölünmesinin, “bir çok insanın üstüste yamanmasından” oluşmuş “ben”iyle hesaplaşmasının, bu birbirine düşman, birbirine dargın “Hikmetler kalabalığı”yla sürdürdüğü iç konuşmanın romanı”dır (193). Bu kalabalık “ben”ler topluluğunun birbiriyle çelişen, zıtlaşan dünyasının ortaya çıkardığı birden fazla Hikmet, geç kalmışlığın, çocuklukta sıkışmanın, zamanında oyunlara dahil olamamanın da bir sonucudur. Erikson, egonun işlevinin, insan gelişiminin herhangi bir evresindeki psiko- seksüel ve psiko-sosyal yönleri bir araya getirmek ve yeni elde edilmiş kimlik unsurları ile mevcut unsurlar arasındaki ilişkileri birleştirmek

olduğunu söyler (71). Hikmet'in bu birleştirme sürecinde bazı sorunlar yaşadığı söylenebilir. Bu durumda, Gürbilek'in deyimiyle “üstüste

yamanmış insanlar”ın hangisi Hikmettir? Roman bir bakıma bu arayışın da romanıdır: Birbiriyle çelişen birden çok insanı, özdeşimi, kimliği üzerinde taşıyan Hikmet'in kendini arayışının hikâyesi. Aslında Hikmet de bu içsel sorgulamasını şöyle dile getirir: “bu kadar çok parça içinde artık 'Ben' diye bir şey söz konusu olabilir mi? [...] Pek o halde ben kimim? Hangi

parçamın esiriyim?” (334).

Oğuz Atay'ın, “kendini arayan kahraman” izleğini kullanırken bunu delilik ve soytarılık temaları içine, kahramanını delilik ve soytarılık

sınırlarında, gerçek ve kurmaca dünya arasında bir yere yerleştirmesi tesadüf değildir. Deliliğe içkin özgürleştirici gücün, soytarının delilikten aldığı zıt kutuplu ve çift-değerli söylemin birden fazla işlevi vardır. Öncelikle, delilik ve soytarılık insanın kendini anlaması için en önemli araçlardan bir tanesidir. “Le Thème du Fou et L'ironie Humaniste” başlıklı denemesinde Robert Klein, “delilik imgesi, diğer bütün büyük simgeler ve kolektif yansıtmalar gibi [...] kendi kendini anlama aracıdır” (433) der. Dünyanın çılgın bir yer olduğunu söyleyen sottieler, insanlığın içindeki her türlü çılgınlığı, deliliği dile getiren ve kendisi de bir soytarı olan Stultitia, İsa'yı bir deli olarak gören Hıristiyan inancı bir arada düşünüldüğünde gerçekten de delilik sadece “doğal” delilerle ilgili değil tüm insanlığa

atfedilen bir özellik haline gelmiştir. Zaten Stultitia da, insanları eşit biçimde kucaklayan ve cömertliğini onlarla paylaşan tek ilahi gücün kendisi

olduğunu söyler (48). Bu çılgın dünyada, insanın kendini tanıması, kendilik bilincine varabilmesi için öncelikle insanlığın içinde bulunduğu durumun

farkına varması gerekir. Delilik ve soytarılık teması, kendi yüzüne tuttuğu aynayla aslında karşısındakini de yansıtır ve birden çok anlam taşıyan, zıtlıklar içeren doğası sayesinde insanın kendini anlaması için önemli bir araç halini alır.

Bu dünyayı olduğu biçimiyle, toplumsallığın insana dayattığı tüm görevler, roller ve kimliklerle birlikte kabul etmek kadar ölümlülüğünün bilgisine sahip bir biçimde ve bunu yok sayarak yaşamaya çalışmak da bir ikilem doğurur. İnsanın hayatını sürdürebilmesi için gerçeklik ile yanılsama arasında gidip gelen bir konumu kabul etmesi gerekir. Gerçekten de bir bakıma, kendini kandırabilmek ve yanılsamaları kabul etmek, ölümlü olduğu bilgisine sahip insan için önemli bir hayatta kalma aracı haline gelir. Kendini kandırmanın bir tür delilik olduğunu ifade eden Stultitia, bu özelliği bahşettiği insanların mutluluğundan bahseder (47). Bu durumda eğer tüm insanlarda içkin bir delilik bulunuyorsa ve kendini kandırmak hayatta kalmak için kaçınılmaz bir yolsa soytarının ve delinin zıt kutuplu, çift- değerlilik taşıyan dünyasında insan kendisine ait birçok yön bulabilir. Böylelikle deliliğin sağladığı bilginin bir bakıma insanın kendisini tanımasının yolunu açtığı, insanın kendiyle ilgili yanılsamalarıyla

yüzleşmesine imkân sağladığı söylenebilir. Foucault'nun da belirttiği gibi delilik, hakikat ve dünya hakkında bir şeyler söyler söylemesine ama daha çok insan ve insanın kendine ait hakikatiyle ilgilidir aslında (27).

Deli ya da soytarı, bazen insanın olmak istediği kişiyi temsil eder; özgürdür, kurallara bağlı değildir, belirsizdir, tahmin edilemeyendir, sınırlarını kendi belirler. Başka bir andaysa yerinde olmak istenmeyen ya da onun gibi görünmek istenilmeyen kişidir: saçmalar, toplumsal yaşamda

dışlanır, aşağılanır. Soytarı, kişinin kendisiyle ilgili algısını

şekillendirebildiği bir referans noktasıdır. Erikson, çocukluktan itibaren insanın, hayatının belirli anlarında kim olduğunun bilgisine sahip olduğuna dair bir hissiyat ve inanç taşıdığını söyler ve bu kendinden emin olma durumunun çok uzun sürmediğini ekler. Çünkü psiko-sosyal gelişim sürecindeki kesintiler bu emin olma durumunu her defasında yok eder (69). İnsanlar, kendilik-tanımlamalarında yaşamın çeşitli evrelerinde hayal kırıklıklarına uğrarlar, Erikson'a göre bu gelişimin bir sürecidir. Bu durum, gelişimde herkesin yaşadığı bir süreçse, bu durumda Tehlikeli Oyunlar'ın okuru, Hikmet'in durumuna çok da yabancı değildir. Okur burada hem bir izleyici hem de oyunun bir parçasıdır. Hikmet'in içindeki birçok benlikle hesaplaşması, yüzleşmesi meselesinin bir benzerini, yaşamının belirli noktalarında kendisi de deneyimlemiştir aslında. Böylelikle soytarılık ve delilik temasının, okurun kendilik-arayışında da etkili bir araç olduğu söylenebilir. Madalyonun her iki yüzüne bakarak kendisi hakkında, benliği hakkında bir bilgiye ulaşabilir. Atay, okura, Rönesans dönemindeki

öncüllerine benzer bir biçimde, insanın kendi doğasındaki delinin farkına varması gerektiğini söylüyor gibidir, insan bu saf deliliği deneyimlemelidir. Ancak bu yolla kendi benliği hakkında gerçek bilgi sahibi olabilir.

Oğuz Atay'ın böyle bir karakteri ortaya koyması, Selim Işık'tan alıntılayacak olursak aslında bir bakıma “anlatılamayanı anlatmak” çabasının bir parçasıdır. Gürbilek'in “Acı Anlatılabilir Mi?” başlıklı

denemesinde belirttiği gibi Atay'ın ironisi, “birbirini bir türlü iptal edemeyen karşıt düşünceleri aynı anda dile getirme, birbirini çelen farklı sesleri aynı anda duyulabilir kılma, nihayet bilinci başka bilinçlerle bitmek bilmeyen

çatışması içinde kavrama”yı (66) içerir. Bunu anlatabilmek, çelişkileriyle, karşıt anlamlarıyla dünyaya onun önerdiği hakikat gözlüğünden değil, başka bir bakışla, o hakikati reddederek bakmayı gerektirir. İnsan deneyimini türlü boyutlarıyla aktarmaya çalışan bir metin ortaya koymak için komiğin, deliliğin, deliliğin getirdiği zıt kutupluluğun, bilinç-bilinçdışı, akıl-akıl dışı ikiliklerini ortaya koymakta soytarılığın etkili bir araç olması kaçınılmazdır.

Shakespeare'in soytarıları arasında belki de diğerlerinden en ayrık duran, farklı yere konulabilecek olanı Kral Lear'ın isimsiz Soytarı'sı da Kral Lear'ın deliliği karşısında, onun gölgesi gibi hareket eden, sürekli hakikati söyleyen bir karakterdir. Bu bakımdan değerlendirildiğinde Soytarı, Lear'in deliliğinin farkına varmasında ve kendilik arayışında bir ayna görevi görür. Jane Avner, edebiyat tarihinde bir anda ortadan kayboluşuyla ünlü bu Soytarı'nın son sözünden şöyle bir çıkarım yapar: Kral Lear'ın 3. Bölüm, 4. Sahne'sinde Soytarı “Ben de öğleyin yatarım” (150) diyerek oyun boyunca bir daha görünmemek üzere yok olur. Soytarı'nın Kral Lear'ın yüzüne ayna tutan bir karakter olduğundan yola çıkarak Avner, öğle vaktinde tepeden gelen güneş nedeniyle Lear'ın gölgesinin de yok olacağını söyler. Bu durumda bilge soytarı ile deli kralın birlikteliğinden yani zıt kutupların bir arada oluşundan söz edilebilir. Lear, soytarısıyla bütünleşerek, zıt kutupların bir araya gelmesi sonucu deliliğinin farkına varır (Soytarı'nın “deliler soylulardan mı olur, yoksa toprak ağalarından mı?” sorusuna Lear “Kraldan olur, kraldan!” (145) diyerek cevap verir).

Tehlikeli Oyunlar'da soytarılığın dili ve doğası, yeni ve farklı hakikat

değerli anlamların arasında kendilerine dair bilgiye ulaşabilecekleri bir dünya kurmanın yanı sıra, anlatılamayanı anlatabilmek adına da, Gürbilek'in dediği gibi okuru özgürleştirmese bile, yazar Oğuz Atay'ı özgürleştiren anlatım imkânlarını sunar. Sonuç olarak Tehlikeli Oyunlar'da soytarılık delilik, Hikmet'in kendi yüzüne tuttuğu ayna aracılığıyla hem bir çok Hikmet arasında kendini arayışının, hem okurun Hikmet'in

soytarılıklarında kendini arayışının bir simgesi haline gelir, hem de Atay için anlatılamayanı anlatabilmenin etkin bir yolunu oluşturur.

Benzer Belgeler