• Sonuç bulunamadı

5 1960-1970’Lİ YILLARI ARASINDAKİ TOPLUMSAL DEĞİŞİM ÇERÇEVESİNDE SİNEMA

5.2. İtalyan Yeni Gerçekçilik Sonrası

Gerçek olan şu ki gerçekliğin sinemada baskın tarz haline gelmesi, İkinci Dünya Savaşı ile olmuştur. 1943-1952 yılları arasında etkili olan İtalyan Yeni Gerçekçi akımı 60’lı ve 70’li yıllarla birlikte daha özgürleşmiştir. İlk senaryo ve yönetmenlik denemelerini yapan Federico Fellini, ardından gelecek olan kuşağında temsilcisi olmuştur.

“Fellini’nin ‘Tatlı Hayat’ının seyirci rekoru kırdığı, Antonioni’nin ‘Macera’sının Cannes’da Jüri Özel Ödülü aldığı, Visconti’nin ‘Düşman Kardeşler’inin Venedik Festivali’nde ödül almasa da alkışa değer görmesi önemlidir. Zaman içerisinde İtalyan sinemanın yeni gerçekçi içeriğinden uzaklaştığını ve ‘beyaz telefonlar’ döneminin popülist çizgisini günün koşullarına uyarlamayı denediğini de belirtmek

89

gerekmektedir. Bu çizginin dışına çıkmak isteyen Florestano Vancini, Valerio Zurlini, Elio Petri, Francesco Rosi, Ettore Scola, Ermanno Olmi, Gillo Pontecorvo, Mauro Bolognini, Marco Ferreri, Taviani Kardeşler gibi gençlerle, bunlara eklenen Pier Paolo Pasolini ve Bernardo Bertolucci gibi edebiyatçılar, bireysel çıkışlarla İtalyan sinemasına yeni bir atılım getirmişlerdir. Bu yönetmenler yeni bir akımın temellerini atmadılar ama her birinin kendi anlayışı doğrultusunda yaptığı katkı, 1970’lerde televizyonun yol açtığı olumsuz gelişmeler karşısında İtalyan sinemasının ayakta kalmasını sağlamışlardır (Teksoy 2009b, s.834).”

Mario Levi (EK-6) röportajında İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının önemli temsilcilerinden biri olan Francesco Rosi ve Ettore Scola’nın filmlerini göz kamaştırıcı olarak dile getirmiştir.

“İtalyan sinemasında da ilginç yönetmenler vardı. Örneğin Francesco Rosi 1976 senesinde yapmış olduğu film ‘Cadaveri Eccellenti’ (Muhteşem Cesetler) radikal İtalyan film yapımının göz kamaştırıcı bir örneğidir. Bir diğer yönetmen ise Ettore Scola’nın 1977 yapımı filmi ‘Una Giornata Particolare’ (Özel Bir Gün) Hitler’in Roma’da Mussolini’yi ziyareti sırasında sokaklarda coşku gösterileri yapılırken minicik bir apartman dairesinde oturan iki yalnız insanın hikâyesini anlatır. Sophia Loren bir ev kadınını oynar Marcello Mastroianni ise depresif bir gay erkek olarak görürüz. Tüm İtalyan sinemasında hikâyeler izleyici ile özdeşleşir bu yüzden çok verimli olmuştur ve etkileri hâlâ da devam etmektedir.”

İtalyan sinemasının en özgün yaratıcı yönetmeni Federico Fellini’nin çocukluk dönemini etkileyen üç öğenin Katoliklik, faşizm ve sirk dünyası olduğu bilinir. Yaşamı boyunca toplumsal sorunlara değinmiş ve göndermeler yapmıştır. Çoğu filminde tema olarak ele aldığı konular cinsellik, din, eğitim ve aile hikâyeleri olmuştur. Özellikle Satyricon, Roma, Sonsuz Sokaklar ve Amarcord filmleri bu temaları somut bir şekilde ortaya koymaktadır. Fellini yönetmenliğe 1952’de çektiği ‘La Sceicco Biancco’ (Beyaz Şeyh) ile başlamıştır. Film, sinema yıldızı olmak isteyen genç bir kızın yaşadığı olayları İtalyan fotoroman dünyasının gülünç atmosferi içinde anlatılmıştır. Bir sonraki yıl, Fellini filmografisine ‘I Vitelloni’ (Aylakları) kazandırmış. Bu ilk iki filmde bile yönetmenin sonraki filmlerinde de kendisini duyuracak olan kendi yaşam birikimini, düşününü ve anılarını filmlerinde kullanma anlayışı kendini göstermiştir. Yönetmenin 1954 yılında ‘La Strada’ (Sokak) filmi ise yalnız olan iki insanın

90

ilişkilerini anlatır. Bu ilişki sirk dünyasından sokaklara ve ardından kırlara taşmıştır. ‘La Strada’ 1954 yılında Venedik FF Gümüş Aslan ödülünü almıştır. Ardından da 1956 yılında en iyi yabancı film Oscar’ını kazanmıştır.

Fellini’nin ilk renkli filmi olan La Dolce Vita (Tatlı Hayat,1960) gazeteci yazar olan Marcello Mastroianni Roma’nın seçkin kesimlerinden izlenimlerini verirken, birbirinden kopuk bir olaylar zinciri aracılığıyla, insanları yozlaşmayı yönelten bir toplumun soylularına, dedikoducu basınına ayna tutmuştur. Federico Fellini’nin 1969 yılında yapmış olduğu diğer bir filmi ise Satyricon 1. yüzyılda yaşayan Latin yazar Petronius’un Neron döneminde yazdığı sanılan ve günümüze ancak kimi bölümleri ulaşan Satyricon adlı kitabından esinlenilmiştir. Antik Roma’yı aşırıcı şekilde sunan film, insanların tüketmeye yönelik uç tutumlarını da alaycı bir dille resmetmektedir. Saplantılı cinsel dürtülerin ekseninde savrulan karakterler ve iki genç erkeğin erotik, dramatik ve grotesk serüvenlerini aktarmıştır.

“Yönetmenin bir sonraki filmi taşradan başkente gelen bir gencin kenti tanımasını konu edinen Roma, (1972) yönetmenin çocukluk yıllarına ve Roma’da geçirdiği ilk yıllara ilişkin anılarına değinerek, bir kez daha öz yaşamsal öğelere yer verirken, yönetmenin güzelliklerini sevip, çelişkilerini eleştirdiği bu kenti, yer yer groteske kaçan bir anlatımla değerlendirmesini de sağlamıştır. Vatikan’da moda defilesi, genelev deneyimleri, gecenin karanlığında motosiklet yarışı gibi bölümler birbirine eklendikçe, yönetmenin sevecen ve eleştirel bakışının gerisinde, çok yönlü bir gerçekliğin ve bir değerler karmaşasının vurgulandığı görülür. Faşizmin yükseliş yıllarında bir yıl boyunca kentte olup bitenleri bir yeniyetmenin gözünden aktaran diğer Fellini filmi ise 1974 yapımı Amarcord olmuştur. Yerel ağızda ‘anımsıyorum’ anlamına gelen sözcükten almıştır. Çeşitli bireysel ve toplumsal olaylar (öğrenci- öğretmen ilişkileri, koca göğüslü tütüncü kadın, ağaca tırmanan akıl hastası amca, karanlık denizi aydınlatan transatlantik, Arap şeyhinin haremi, faşist yöneticinin karşılanması) birbirine eklendikçe, seyirlik bir bütün oluşturarak, filme beklenmedik dramatik bir güç kazandırırlar. Amarcord, geçmişin güzelliklerini özlemle anarken faşizmin gülünç yanlarını da vurgulamıştır. Fellini hiç kuşkusuz o yılların İtalyan sinemasının yaratıcı gücünü simgelemiştir (Teksoy 2009b, s.800).”

“Özgün bir sinema anlayışına sahip diğer bir İtalyan yönetmen de Michelangelo Antonioni’dir. Cronaca di un Amore (Bir Aşkın Güncesi,1950) ile ilk kurmaca

91

örneğini veren yönetmen Lucia Bose ve Massimo Girotti’nin başrolleri paylaştıkları film, varlıklı, kıskanç bir kocanın karısını özel bir detektife izlettirmesi üzerine kuruludur. Yeni Gerçekçiliğin duraksadığı bir dönemde çekilen film, toplumsal çözümlemeden ruhbilimsel çözümlemeye yönelişin ilk örneğini oluşturmuştur. Yönetmenin uzun planlara dayanan çalışması, özellikle gece sahnelerinde etkileyici sonuçlara ulaşırken, film yozlaşmış burjuva ahlakının bencilliğini vurgulamıştır. Yönetmen, kendi deyişiyle ‘ele aldığı kişilerin yaşayışlarını değil, toplumsal olguların bu kişilerin iç dünyası üzerindeki yansımalarını’ incelemiştir (Teksoy 2009b, s.794).”

Antonioni; Marcello Mastroianni, Jeanne Moreau, Monica Vitti ve Bernhard Wicki’nin başrolleri oynadıkları La Notte (Gece,1961) filmin de evli bir çifti ele almıştır. Ünlü bir yazarla karısının yaşamında, bir cumartesi öğleden sonrasından, pazar gün doğumuna dek uzanan bir kesit verirken, çağdaş burjuvazinin bunalımını yansıtmıştır. Yönetmen, geleneksel anlatım kurallarına sert çevirerek, dramatik içerikten yoksun sıradan günlük olayları uzun uzadıya gözlemleyerek, bu olayların gerisindeki anlamlara değinmeyi amaçlamıştır. Monica Vitti ile Alain Delon’un başrolleri oynadıkları L’Eclisse (Batan Güneş,1962) bir kez daha bireyin yazgısının yalnızlık olduğunu ve bu yalnızlığın aşkla dengelenemeyeceğini vurgulamıştır. Uzun sessizlikler, geometrik görüntüler ve filmin sonunda güneş tutulmasının yansıttığı solgun ışığın etkisiyle hayalete dönüşen ıssız kent sokaklar, Antonioni’nin anlatımının en başarılı örneklerinden birini oluşturur. Michelangelo Antonioni, bireyin kendini çevreleyen gerçekliğe yabancılaşmasının, tanımadığı, gelişen teknolojinin tanımasını olanaksız kıldığı bir dünyadaki yalnızlığının sinemacısıdır (Teksoy 2009b, s.795).” 1960’lı yıllarda aykırı yönetmen Ermanno Olmi, belgesel filmler çekerek sinemaya adım atmıştır. Olmi’nin sineması bireylere odaklanmış ve tekdüze yaşantıları gerçekçi bir şekilde beyaz perdeye aktarmıştır. Önemli filmleri şöyledir; 1961 yapımı Yer (ll Posto), ve 1978 yapımı Nalın Ağacı (L’ albero Degli Zoccoli).

“Sinemaya yazarlıktan geçiş yapan Pier Paolo Pasolini, 40’lı yıllarda Komünist Parti sekreterliğinde görev yaparak politikayla ilgilenmiş, ancak 1949 yılında politik ve ahlaki liyakatsizlikten dolayı partiden uzaklaştırılmıştır. Pasolini’nin sinemaya geçişi önce Bolognini, Fellini ve Soldati’nin filmlerinde senaryo çalışmalarına katılmasıyla gerçekleştirmiştir. İlk yönetmenlik denemesi 1961 yılında çevirdiği Accattone, Pasolini için başarılı bir başlangıç olmuştur. 1962 yılında çevirdiği ikinci filmi

92

Mamma Roma’da ileride oluşturacağı şiirsel sinema dilinin belirtilerini gösterir, ayrıca yönetmenin bu ilk çalışmalarında Yeni Gerçekçilik akımından da etkilendiği görülmektedir (Sivas 2010, s.91).”

“Pasolini 70’li yıllarda aşkın öyküsünü görüntülerle anlatacağı bir üçleme gerçekleştirir: Decameron (1971), Racconti Di Canterbury (1972) ve II Fiore Delle Mille e Una Notte (1974) üçleme genel olarak Pasoli’nin çok yönlü düşününün izlerini taşır. Üçleme Pasolini’nin çağlara, kültürlere ve cinselliğe yolculuğu olarak tanımlanmalıdır. 1975 yılında çevirdiği son filmi Salo veya Le Centoventi Giornate Di Sodoma’da erotik cinsellikten uzaklaşarak faşizm ile sadizm arasındaki karşılıklı ilişkiyi sorgulamak olmuştur (Sivas 2010, s.93).”

Yeni Gerçekçiliğin en önemli örneklerini savaşın hemen ertesinde verdiği İtalya savaşın yaralarını sardıkça, Yeni Gerçekçi anlayışının da gündemden düştüğü 1970 sonrası İtalyan sinemasında yeni eğilimlerin ortaya çıkması bununla birlikte ülkede artan yoğun siyasal yapı sayesinde sol eğilimli filmler çekilmeye başlamıştır. Bu yapımlar tarihsel geçmişe eleştirel bakış atsa da mevcut durumun yapısını da gözler önüne sermiştir.

“Dönemin sanatsal ortamı yaşamla iç içe gelişen, yaratıcıların halklarıyla bütünleşerek yarattıkları bir ortam oluşmuştur. Ancak içinde düşüşün kaçınılmaz etkenlerini de taşıyan bu ortam 70’li yılların başında dengesini yitirmeye başlayacak, değişen sosyal ve politik düzenin etkisiyle gücünü yitirecektir. İtalyan güldürüsü, akımın gerçeğe dayanan psikolojisine alternatif olarak doğacak ve yeni gerçekçi düşünün izleri güldürüye potansiyel bir güç kazandıracaktır. Akımın yaşadığı bu durumu düşüş olarak adlandırmak gelenekselleştirmiştir, oysa olay yalnızca bir geri çekilmedir. İlk yapıtlarını veren bu yeni kuşağın özgün yaratıcılığı, yeni gerçekçi kuşağın yönetmenlerince de desteklenince yeni ve oldukça güçlü bir döneme geçilmiştir (Erkılıç 1993, s.84).”