• Sonuç bulunamadı

E. Pend-nâme’nin Türkçe Şerhleri

3.2.1 İnsani Unsurlara İlişkin Kavramlar

Arife tasavvufi terim olarak, Hakk’ın nefsini müşahede ettirdiği kimse denilmiş ve arifte manevi hallerin zuhur ettiği ve marifet makamının ona ait olduğu ifade edilmiştir. Cüneyd’e marifet ve arifin mâhiyetinden sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Marifet kendi hakkını ve O’nun hakkını bilmendir.”137

“Mârifet, ilham suretiyle Allah, Allah’ın sıfatları, fiilleri, gayb âlemi hakkında elde edilen bilgidir. Bu tür bilgilerin sahiplerine “ârif-i billah” (Allah’la bilen ) denilmesi, bilgilerinin Hakk’tan gelmesindendir. Kul nefsine ve çevresine yabancılaştığı ölçüde Hakk’a aşinâlık(mârifet) kazanır.”138

İnsanın bu âleme gelmesinin amacı marifetullâhdır. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim ve mahlûkatı yarattım.” hadis-i kutsisi de bunu anlatır.

Pend-nâme’de marifet, Allah’ın bilgisine sahip olmaktır. Allah’ı bilmek kendi bekasını fenasında görmektir. Bu bilgiye sahip olmak için kişinin öncelikle kendisini bilmesi tanıması gerekir. Böylelikle her nefesinde Allah’ın lutuf ve ihsanını idrak eder [P/b. 530; 532].

Arif de kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sair mukaddesata yönelen kişidir. Kalp isteği ile gösterilen tek ciddi gayreti Hak ile görüşmek, bütünleşmektir. Katında dünyanın değeri yoktur o kendi vücuduna bile nazar etmez. Dünyadan olduğu kadar ahiretten de fariğdir. Kendi varlığından geçmiş Allah’la yok olmuş; fenafillâha erişmiş bir Hak-şinastır [P/b.529; 533; 535;536;537;538].

Arifin diğer bir nişanı kalbindeki sevgi ve vefadır. Onun işi Allah tealaya hamd ve sena etmektir [P/b.533a].

137 Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, Çeviren: Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2004, s.

363-364.

Yüce Allah insana onu kendisine ulaştıracak olan marifeti bahşetmiştir, öyleyse o Hakk’ı tanımak ve ondan gayrısına kalbinde yer vermemekle yükümlüdür. Aksi takdirde insanı nev-i beşerden saymak mümkün olmaz. Hatta diriden de saymamak gerekir [P/b. 531, 534].

Kul her ne kadar arif de olsa kendisini marifette aciz görmedikçe arif sayılmaz [P/b. 532a].

Dünyaya hatta kendi vücuduna değer vermeyen arif kıymet, şeref ve itibar gibi kavramlarla kati surette ilişkisini kesmiş, yürüyüp yokluğa karışacak vücuduna bile rağbet ve hürmeti olmayan kişi olarak açıklanmıştır [BD/b. 535, 79a]. Ariflerin katında cennet- cehennem fikri ya da zikri olmaz. Cennet kaygısı ve cehennem korkusu arifin ruhunda yer bulamaz. Arif, mutlak varlıkla bütünleşmekten başka bir temenniyi küstahlık ve edepsizlik sayar, yalnızca Maşuk’un rızasını talep eder [BD/b.537,79b].

Şarih marifetullâhı “Hak tealanın azametini, büyüklüğünü ve nihayetsiz kudretini anlamak ve bundan ibret almak” şeklinde tarif eder. Bunun dışında kalmak “hayvan gibi yiyip içip yatmak”tır [BD/b.529,78b] Arif Rabb’ini kendini bilmekle bilir; هبر فرع دقف هسفن فرع نم 139 hadisi de bunu ifade etmektedir [BD/b. 532,79a; RŞ/s. 461].

Şarihe göre arif olmayanlar boş yere nefes alıp veren pis bir güruhtan sayılır. Cinlerin ve insanların yaratıcısı olan Allah’ın mukaddes dergâhına yaklaşmaya bile layık değillerdir [BD/79a].

BD de arifin salikten farklı olarak dünyanın yanı sıra ahiretten de fariğ olduğu vurgusunu yapılmış bu konunun özellikle üzerinde durulmuştur [BD/b.533,79a].

*

139“Kendini bilen, Rabb’ini bilir”

Âlemin ilk ilmi olan marifet [RŞ/s.75] “Huda’yı bilmek için kişi kendini bilmek”tir. “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” hadisinin manası şudur: Nefsini aciz, zayıf, hiçbir şey hak etmemiş ve fani olarak bilen Rabb’inin Kavî, Kâdir, Kerîm ve Bâkî olduğunu bilir. Yoksa Allah’ın bütün künhünü bilmek mümkün değildir. Kulun kendini idrakte aciz görmesi idrakin kendisidir. Bunun hakkında söylenen hadisleri de veren şarih marifetullâhı lezzetlerin en büyüğü olarak tarif etmiştir. Ne zaman marifet husule gelse ona ilahi aşk tabi olur. Bunları tahsil etmek de masiva sevgisinden fariğ olmaya bağlıdır [RŞ/s. 461].

Pend-nâme’de marifetin tariflerinden biri olan “cenab-ı Hak’da fani olmak”tan kastedilenin “kendini aradan çıkarıp her şeyi Hakk’a vermek ve bir şeyi bir kimseden bilmeyip eşyaya dahi tesir vermemek” şeklinde tanımlayan şarih, marifete sahip olmanın tevhit düşüncesini benimsemekten geçtiği inancındadır [Ma/s. 272, 274].

Asıl maksadı “vuslat ilallâh” olan arif [Ma/s. 264], Allah’ı maksat edinen ve rızasını talep edendir. Dünya da ahirette arife haramdır. O ibadetini bile Allah’a vasıl olma şevkiyle, bundan aldığı lezzeti hasıl etmek için eda eder. Bu noktada şarih, zahitle arifin farkını net ve vazıh bir şekilde vermiştir: “Dünyadan geçene zahid, dünya ve ukbadan geçene arif derler.” [Ma/s. 273]. Arif ehlullâhtır; dünya ve ahiret ehlullâha haramdır. Her ne kadar uhrevi amellerle meşgul olsalar da kalben ahiretle alakalarını kesmişlerdir. Yapıp ettikleri için ecir bekleyenler ecri alırlar. Allah’ın hizmetindeki arif ise O’nun dışında hiçbir ücretle ilgilenmez. Bütün bunlar fanidir, fani ise bakiye bedel olmaz [ŞPA/s. 485; 487]. Arif masivaya alaka duymaz [ŞPA/s. 482]. Arifin kalbine yar ile ağyar sığmaz [ŞPA/s.485]. Onun nazarında Süleyman’ın mülkünün değeri yoktur. Zira mülk fanidir. Kendi nefsine bile nazar etmez. Kendi nefsi kendine hubbül- eşyadır. Can vermedikçe canan ele girmez. Canana talip olan canını ona verebilmelidir. Çünkü can da mahlûktur[ŞPA/s.486].

Arif şeytanın nefis yemeklerle kandıramadığı kişidir [Ma/s. 70]. Aynı durum giyecek için de geçerlidir; birçoğu çul ve abadan başka bir şey giymez [Ma/s. 96]. Bu dünyadan uyumu ve bedenin kayıtlarından azat olmuş kişilerdir. Onların

uyur olması bu dünyanın kîl u kâline olan kayıtsızlıklarını anlatmak içindir. Onların hareketleri kendi vücutlarından değil, Allah’tandır [RŞ/s. 129].

Arif aynı zamanda âlimdir. Şarih bu noktada arifin sahip olduğu ilim konusunu tartışmıştır. Ona göre arifin sahip olduğu ilim, mantık, hikmet, felsefe gibi dünya ilimleri değildir. Bunlar “kîl u kâl” derecesinde ve “yok hükmünde” bilgilerle doludur [Ma/s. 263]. Dünya ilimlerinin gönülle işi yoktur. Eğer olsaydı sahibini terbiye edip insanlaştırır ve hayvanlık mertebesinden kurtarırdı. Arifin sahip olduğu ilim ilm-i ledündür [Ma/s. 214]. Bu ilimle hayatı ebediyete kadar beka kazanır [Ma/s. 267].

Arif hikmet ehlidir. Eşyayı gerektiği gibi bilmiş ve Allah’ın esma, sıfat ve zatını beşerin takatinin yetebileceği ölçüde anlamıştır. Zira marifeti takva, salih amel ve süluk üzerine mebnidir. Onun için ilmine şüphe olmaz [ŞPA/s. 479].

Bekasını fenasında görmek bahsinde şarih fena ve beka kavramlarını açıklamıştır. (bk. Fena, Beka) İnsanın bekasını fenasında görmesi, fani âlemde fenafillâha erişmesi manasına gelir [ŞPA/s.481-482]. Yani didara talip olan âşığın mutlak vahdet sırrına eriştiğinde varlığının yok olmasıdır. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Âşık bu şekilde fenaya vardığında hissiyatını kaybeder sahv mertebesine gelene kadar ağlar [RŞ/s.461]. Bu da manevi sülukla mümkündür. Bu manevi sefer bu fani âlemde baki oldukça vücut bulur. Fani olmayan gerçek arif değil, olsa olsa resmi arif olur. Yani marifet fenaya mevkuftur [ŞPA/s. 481-482].

Pend-nâme’de yer alan, arif olmayanın Allah’ın yakınlığına layık olmadığı düşüncesinde yakınlıktan kasıt َدیَراوْلا َلْباح ْنَم َهْيالَإ ُبارْقاأ ُنْحاناو140ayetinde de belirtildiği

üzere manevidir [RŞ/s. 461].

Allah’a vusul yedi vadiden sonra müyesser olur. Birisi marifet vadisidir [Sa/s. 190]. Marifet hasıl etmek insanın asıl maksadıdır. Allah’ın tecellisini müşahade etmekten başkası makbul maksatlardan addedilmez. Makbul olan marifet takva, amel ve sülûk ile hasıl olandır [ŞPA/s. 480].

140Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. [Çünkü biz, ona şah

Marifetin mahalli, ruhtan ibaret olan kalptir. Bu yüzden öldükten sonra yok olmaz [RŞ/s. 392]. Arifin kalbi havf, reca, dili hamd u sena ile dolu olur. Muradı dünya lezzetlerini terk etmek ve talebi Allah’ın rızasıdır [RŞ/s. 199].

Marifete sahip olmayan insan cinsinden olamaz. İnsan halifetullâhtır ve hilafet ilim ve marifete mevkuftur [ŞPA/s. 484].

Şarihin Pend-nâme’de de tarif edilen arif tipinin yaşamdaki karşılıklarını şerhinde örneklediği, hayatlarından kesitler verdiği de olmuştur: Halifeliği sırasında yirmi dört yerinden yamalı bir gömlek giymekle iktifa eden Hazret-i Ömer [Ma/s. 97], kendisini müderris yapacak olan mülazamet kâğıdını yırtıp atarak devlet hizmetinden vazgeçen ve bir dergâhın şeyhi olan Gafuri Efendi [Ma/s. 213], ölüsü yıkanırken gözlerini açan, defnedilirken kalkıp cesedini kıbleye bizzat yönelten Nakşibendî şeyhi Seyyid Ahmed E’n-Neccârî [Ma/s.267], annesinin rahmindeki oğlu dâhil olmak üzere bütün dünyevi varlığını bırakarak Allah’ı arayan, yıllar sonra oğluyla karşılaştığı halde onu yolculuğuna dâhil etmeyen İbrâhim bin Edhem [Ma/s. 335], dünya ve ahiret; yani ruhani ve cismani ayakkabılarını çıkarıp atmış olan Bişr-i Hafî [RŞ/s. 463], Cürcânî, Allâme-i Şirâzî, Nasîr-i Tûsî, Fahreddin Râzî ve Sadettin Taftazânî [ŞPA/s. 480] şarihlerin arif tarifinin tecessüm etmiş halleridir.

3.2.1.2

Avam, Havas, Ehas

“Seçilmiş, sevilmiş olan yüksek âlimlerin gaybdan imanları, cahillerin gayba olan imanları gibi değildir. Cahiller, başkasından işiterek veya akl ile istidlâl ederek, gayba iman şerefine kavuşmuşlardır. Seçilmişler, Allahü teâlânın cemal ve celâl perdeleri ve tecelliler, zuhurlar vasıtası ile gaybın varlığını anlayarak inanmışlardır. Bu iki kısmın arasında bulunan tasavvufçular ise, perdeleri ve tecellileri görünce, gaybı anladık sanmışlar, (İman-ı gaybî) yerine, (İman-ı şuhûdî)ye kavuştuk demişlerdir. Bunlar, gaybî iman, cahillerin, hatta düşmanların imanıdır sanırlar.”141

141

Bu paragrafta geçen “seçilmişler” havas, “cahiller” ise avam kavramlarını karşılamaktadır. Bu tarife dayanarak “Avam kesimi müşterek olarak bilinmesi gereken asgari nazari bilgilere sahipken, havas avamın bildikleriyle yetinmeyip; ancak inandıklarına tam inanırlar, bildiklerini tam bilirler. Yakinî bilgiye sahiptirler.” demek de mümkündür.142

Avam ve havas terimleri Pend-nâme’de de toplumsal sınıflar olmaktan ziyade dünya ve din işlerine yakınlığa göre beliren kişisel nitelik sahiplerini tanımlar. “Ahiret tedariki kaydında değil, sadece dünyada iyi şöhrete sahip olma derdinde olan kişi” olarak tarif edilen avamla [P/b.205] havas arasındaki belirgin fark eserde zikir konusunda ortaya çıkar: Avamın zikri ancak diliyledir. Havas ise şüpheye düşmeden kalbiyle zikirdedir. Hassü’l-has dediği ehassın zikri ise zikr-i sırdır [P/b. 365].

BD’de şarih konuya ehastan kastedileni açıklamak suretiyle katkıda bulunmuştur: Evliya ve enbiya olan ehassın “sır” olan zikri de sadece zakir ile mezkûr arasında ve ancak tüm sırları bilen Allah’ın vakıf olduğu bir zikirdir [BD/b. 365, 63b].

*

Âmî “cahil ve nadân”dır. Hatta cehaleti ile ölü hükmündedir. Bu tür insanlar nefse ve şeytana tabidirler. Avam ibaret sevdasında olan, süslü sözlerle şöhret bulmaktan, akli kıyaslarda lezzet bulan bir taifedir. İyi şöhrete sahip olma istekleri gurur ve kibirden, bunlar da cahillikten kaynaklanır. Nam ve şöhrete sahip olanların şöhretleri de yalancıdır. Yoksa zatlarında o namın medlulü olabilecek bir mana yoktur. Bunlar gibi halk içinde kazandıkları isimle müsemma olmadıklarını anlamayarak övünen ahmaklara âmî derler [RŞ/s. 128; 184; 277].

Avam havasın zevk aldığı dinî ilimlerden ledünni sırlardan anlamaz [RŞ/s.145, 147], nefsani lezzetlerin peşinde koşar [RŞ/s. 184]. Bu yüzden avam Allah katında itibarı düşük olandır [ŞPA/s. 240].

142Adnan Ayaz, Fârâbî' de Siyaset Felsefesi Kaynakları ve Etkileri, (Marmara Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü İlahiyat Ana Bilim Dalı Felsefe ve Din Bilimleri Bilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul, 2008, s. 63.

Avamın Allah’ı kalbinden zikretmediğini şarih مهبولق يف سيل ام مههاوفاب نولوقی

143ayeti ile ispatlamaya çalışmıştır [RŞ/s. 394]. Nifak ehlinin de zikri avamınki ile

aynı şekilde dilledir [ŞPA/s. 304].

Havas “âlim ve arif”tir. [RŞ/s.128] “Medh ü zem nakşından levhini sade” eylemiş olandır. Nam ve şöhret kaydında olmaz, kimseye eza ve cefa etmez, kalbinde ayn-ı safâ vardır [ŞPA/s. 241].

Havas takva ehlidir, kanaatkârdır. İhtiyacından fazlasını haram addeder. Avamla aralarındaki büyük farklardan biri de budur. Avam her zaman fazlasına taliptir [Ma/s.284]. Havas dünyanın gamı ve kederini ahiretinkine tercih eder. Bunlar ona ağır gelmez. Dünyada ferah ve refaha talip olan avam sıkıntıdan üzüntüden kaçtığı için ahirette bu yükü taşımak zorunda kalırken marifet erbabı olan has kullar, dünya gamını tercih ederek sefa ve ferahı ahirete bırakırlar [Ma/s. 361].

Avamla havas arasındaki fark zikrulllaha dayandırılarak da açıklanabilir. Şarih, kalbin uyanıklığı durumunun sadece Allah’ın has kullarına özgü bir ayrıcalık olduğundan bahisle hayatları boyunca tuttukları her işte havasın, lisanları ile aleni, kalpleriyle gizlice zikrullâhla meşgul olduğunu kaydetmiş, hatta aleni olan zikri terk edip zikr-i hafîyi tahsis buyuran ehasaa Nakşibendî tarikatinin kurucusu Muhammed Bahaeddin’i örnek göstermiştir [Ma/s. 125].

Zekeriyya’nın kulluğu bahsinde havasın ibadetini “masivallâhtan hür ve azat olmak” şeklinde tanımlayan şarih, onların Allah’a iclalen ibadet ettiğini de kaydetmiştir [ŞPA/s. 25]. Kalbiyle Allah’ı zikreden hass muhabbetullâh ve marifetullâh ile ihtisas bulur [RŞ/s. 395].

Hassu’l-hass ya da ehassu’-l havas da arifler zümresidir ki bunlara “salik-i müntehi” derler. Bütün haslar bunlara nazaran müptedidir. Bunlar dilleri ile ne kadar

143

Bu da mü’minleri ortaya çıkarması ve münafıklık yapanları belli etmesi içindi. Onlara (münafıklara), “Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunmaya geçin” denildi de onlar, “Eğer savaşmayı bilseydik, arkanızdan gelirdik” dediler. Onlar o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Oysa Allah, içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi bilmektedir.(3: 167)

susmuş görünseler de kalp lisanları Allah zikriyle coşmuştur, ahvali ise tefvizdir [RŞ/s. 340, 395].

3.2.1.3

Derviş, Salik

“Derviş kelimesi başlangıçta, hem yoksul hem de zengin bile olsa her yönden Allah’a muhtaç olduğunun şuuruna sahip sûfî anlamında kullanılıyor, sûfîler her iki anlamdaki dervişliğe büyük önem veriyorlardı… Esasen dervişlik, maddî âlemden ruhî âleme doğru yapılan mânevî bir seferden ibarettir.”144

“Sülûk, yola gitmek, salik de yolcu demektir. İbnü’l-Arabî’ye göre salik, makamlara hâliyle yükselen kimsedir. Tasavvuf ehline göre sülûk, Allah Teâlâ’ya ulaşmaya(vusûl) kâbiliyet kazanmak için güzel ahlâk sahibi olmaya çalışmaktan ibarettir. Sülûk, cehâletten ilme, fenâ huylardan güzel ahlâka, kendi vücûdundan Hakk’ın vücûduna harekettir. Salikin Allah Teâlâ’ya ulaşmak için ahlâki olgunluğa ihtiyacı vardır. Kulun nefsini mevki hırsından, hasetten, kibir ve cimrilikten, yalan, gıybet, hırs ve zulümden, kısaca kötü davranışlardan temizlemesi, buna mukabil ilim, hilim, hayâ, rızâ, adâlet gibi güzel davranışlarla süslemesi gerekir.”145

Salik tasavvuf yoluna girer ve mürşidinin rehberliğinde nefis terbiyesine başlar. Bu aşamalı bir işlemdir ve bir mertebeyi başarıyla geçen salik bir üst mertebeye yükselir. Her bir mertebenin özellikleri farklıdır. Salik her mertebenin gereklerini harfiyen yerine getirerek makamları bir bir geçer ve nefis terbiyesinde zirveye ulaşır.

Derviş, Attâr’a göre hırkadan gayrı giyeceği olmayan murad ve hevadan olan yol eridir. Onun kalbinde dünyevi değerler değil elem ve dert vardır. Dünyanın varlığı ona bir fayda getirmediği gibi yokluğu üzerine de hiçbir fikir yürütmez. Halk içinde şöhret bulmak gibi bir kaygısı da yoktur. Kılık kıyafetle dış görünüşle ilgilenmez. Dünya ile ilişkisinde mükemmel bir kayıtsızlık söz konusudur. [P/b.160, 162, 628]

144 Tahsin Yazıcı, “Derviş”, DİA, C. 9, s. 188-189.

145Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul

Dervişlik her ne kadar müşkül bir meslek olsa da ondan daha iyi bir nesne yoktur. [P/b.56]

BD’de ehl-i sülukun biri velayet ve keramet sahibi diğeri de seyahat ve tecrübe ehli olmak üzere iki çeşit olduğu bilgisini verilmiştir. Bu iki tür salikin de hakikat ve mecaz cihetiyle söyledikleri sözler itibara layıktır. [BD/b. 492, 75a] Salikin terk ettiği dünyanın fani lezzetlerine ve zevklerine tutulmanın ahiret hâlinden gaflete yol açtığını düşünen şarihe göre onun kalbindeki elem ve dert Tanrı’ya kavuşma arzusundan gelmektedir. Ruhunun ve kalbinin tüm imkânlarını onun cennetine ulaşmak için harcayacaktır. Dünya zevklerine karşı kayıtsız olan salik aynı kayıtsızlığı ahiretin nimetlerine karşı göstermez. Ölmeyecek kadar yiyecek ve bir hırka ile geçinebilir. O ruhunu ve esasen dünyaya ait olan bedenini ahiretin nimetlerine hasretmiştir [ BD/b.628, 88a; b. 160-162, 41a-41b]

*

Pend-nâme’de sözü geçen salik, Allah yoluna giren, dünyayı terk eden ve [Mü/v. 35b; Ma/s.66], “dünyevi cihetten bir fitneye malik olmayan” [RŞ/s.124] derviştir. Onlara “ehl-i süluk”, “tarikat erbabı” denmiştir [RŞ/s.448]. Allah’a ulaşma yollarını en iyi bilen onlar olduğu için kendilerine merdan-ı ilahi denmiştir [RŞ/s. 125].

Salikin süluk ettiği yolu şarihler can yolu [RŞ/s. 516]; rıza-yı Rahman yolu [RŞ/s. 204, 208, 253] , merdan-ı ilahiye tarikı [RŞ/s.273], ahiret tarikı, evliyaullâh tarikı [RŞ/s. 526], hayır sebili [RŞ/s. 499] nihayet tarik-i müstakim olarak tarif etmişlerdir [RŞ/s. 527].

Şarihin derviş-i fenafillâh ve âşık-ı cemalullâh gibi isimlerle anmayı tercih ettiği salik, masiva olmak sebebiyle dünya ve ahireti terk edip ancak Allah’ın cemalini talep eder. [RŞ/s. 219]. Yaratılmış olandan bir beklentisi yoktur. Hatta öyle ki halk arasında iyi anılmak bile onun çizgi çekip yok saydığı kaygılardandır [Ma/s.74,87]. Halkın onu kınamasının onun için önemsizdir. Yûnus Emre’nin deyişiyle “Ne varlığa sevinir, ne yokluğa yerinir”. Allah’tan gayrısının resmini hatır

sayfasından silmiştir. روُخاف لااتْخُم َّلُك ُّبَحُی الا ُ َّاللهاو ْمُكااتآ اامَب اوُحارْفات الااو ْمُكاتااف اام ىالاع اْواسْأات الاْياكَل (57:23) ayeti de buna delildir [ŞPA/s. 549].

Salikin Pend-nâme’de de belirtildiği gibi kasır ve bağ kaydında olmaması şarihe göre hem kendi hem de o kasırda yer alacak olan bir sevgilinin sefasının kaydında olmaması manasına gelir. Bunların tek düşüncesi doğru yoldan sapmamaktır [RŞ/s. 239]. Allah’a vusul bulmak için gece gündüz riyazet ve mücahedeye çalışırlar [Sa/s. 92].

Salikin tefricgâhı güzellikler meşhedi olan ilahi eserler ve esma-i hüsnâdır. Pend-nâme’de bahsi geçen “bağ” salikin ayağına bağ olur. Onlar Allah’ı tesbihle meşguldürler [ŞPA/s. 200].

Derviş “serseri gıda” ile kanaat eder. Leziz yiyecekler bulsa da iltifat etmez. ahiretin güzellik ve nimetlerini gözler. Halkın onu ayıplaması umrunda değildir.[ŞPA/s. 198] O, insanın günah yüküyle süluk ettiği yolun sonu mahşer arsası olduğunu bilir [Ma/s.94].

Dervişliğin zor bir meslek olduğu konusunda şarih onun fakrı seçmiş olmakla aslında zenginin asla sahip olamayacağı rahatlığa kavuştuğunu kaydetmiştir. [RŞ/s.124] Derviş müftakir ilallâhtır. Fakirin ahirette hesabı kolay zengininki zor olacaktır. Kendi vücudundan fena bulmuş ve taalluklar nakdini yapma ettirip hakikat üzerine müflis olmuştur.[ ŞPA/s.99]

Malı mülkü lâ-şey tutmak evliyaullâhın hasletlerindendir ve onlar varlık ile mesrur olmazlar, hatta onu kerih görürler. Bu makam zahitler mertebesinin yukarısıdır [RŞ/s. 490].

Salikin gönlündeki elem ve derdin kaynağı ilahi aşktır. Bu noktada şarih ilahi aşkla ilgili fikirlerini ifade fırsatı bulmuştur. Hakikatte aşktan hâli bir gönül yoktur. Ama o aşkı Hakk’a sarfta üç vasıta vardır. Biri pak nazar ile güzel bir şeye âşıklıktır. Bu yolla âşık Allah’ın yardımıyla ilahi aşka ulaşır. Hakikatin köprüsü olan mecaz budur. Diğer yol cennet kaygısı ve cehennem korkusu ile Allah’a ibadet edip yakîn mertebesine vasıl olunca hakikat şarabıyla masivadan geçmektir. Bir diğeri ise

Hakka’a âşıklık vehmiyle halka kendini âşık göstermektir. Bu çeşit bir mecaz hiçbir zaman hakikate ulaşmaz. İşte derununda dertten başka bir nesne bulunmayan salik, muhabetullâh mertebesinde yakîn rütbesine nail olan ve âşıklatrın hakikat şarabını içendir. Hasılı şarihe göre yol eri fenanın nimetlerinden azade olup ilahi aşk ateşiyle pişmeli ve muhabbet narıyla yanmalıdır [RŞ/s. 240-241].

Bu mertebelere vasıl olan kâmil derviş nefsinin kahrına kadir olduğu için nefsin yularını ele almaya mahir olur [RŞ/s.125]. Bu makamı kâmiller makamından gören şarih için Pend-nâme’de anılan salikin aynı zamanda evliyaullâh ya da şairin kendisi olduğunu görüşündedir. [Ma/s.245].

3.2.1.4

Mürşit

İnsanları Müslüman ve salih yapmak için uğraşan veliye mürşit denir. Salikler, mürşitlerinin âlem-i misaldeki suretlerinden istifade ederler ve bu yolla müşküllerini çözerler.146

“Tasavvufî terim olarak, tarikat lideri anlamına da gelir. Mürşid olan kişinin Allah’ın ahlâkını tahakkuk ettirmiş olması, yani, en azından fenâ makamına ulaşması şarttır. “147

“Tarîkat nasların zâhirî ma’nâsını ifâde eden şerîatten, öz ve derûnî ma’nâ demek olan “hakîkat”e giden yoldur. Ancak bu yolun bir rehberi olmalıdır. Şeyh ve mürşid denilen bu rehber Hazret-i Peygamber (s.a.)’e uzanan kesiksiz bir silsileye sahip bulunmalıdır.”148

Pend-nâme’de sahip-dilân olarak da sözü edilen mürşidan, salikin maksudun ileyhi olan menzile vasıl olmasında ona rehberlik edecek olan kişilerdir. Menzile giden yol tehlikelidir, pusuda bekleyen hırsızları barındırır. Attâr hak yoluna kör gibi gidilmemesini nasihat eder. Salikin yolda kalmamak için eteğine tutunacağı

146 Hüseyin Hilmi Işık, age., s.78 147

Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayınları, Ankara 1997, s. 527.

148 H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, Erkam Yayınları, İstanbul 1999,

bir mürşidin rehberliğine ihtiyacı vardır [P/b. 125; 222; 803]. Yalnız sefere gitmek tehlikelidir [P/b. 685]. Makul olmayan yolda olan birini doğru yola ileten kişi sevap kazanacaktır [P/b. 498].

*

Şarih Attâr’ın adres gösterdiği mürşid-i kâmilîni, saliki beyhude kayıtlara

Benzer Belgeler