• Sonuç bulunamadı

İnsanın Doğayla İlişkisi – Eski Doğa Tasarımı 64

2.   BÖLÜM: TARİHSEL SÜREÇTE YABANCILAŞMANIN HAZIRLAYIC

2.1   İnsanın Doğayla İlişkisi – Eski Doğa Tasarımı 64

İnsanın bir anlamda “kadim dostu” doğayla ilişkisinin ve bu çerçevede doğa fikrinin düşünce tarihindeki kökenlerine inmeden önce, doğa kavramının nasıl ortaya çıktığını ve ne anlama geldiğini kısaca gözden geçirmek, özellikle, doğa (evren) - insan birlikteliğinin ya da “biraradalığı”nın, insan yaşamındaki, epistemik önemini yanı sıra felsefi derinliğini de hissedebilmek için faydalı olabilir. Grekçe, physis sözcüğü “phy” kökünden gelir ve “filiz verme, doğma, döllenme ve (organik) gelişme

65

sürecini” gösterir (König, 2007, s. 231). Cicero, Grek’lerin physis kavramını Roma’ya

natura olarak aktarmış ve bu sözcük de köken olarak tüm varlığın kendisinden

oluştuğu “sürekli bir doğma, açma ve belirleme etkinliği” olarak belirlenmiştir (König, 2007, s. 232). Natura sözcüğü Lucretius’la birlikte ise, “her şeyde bulunan yaratıcı güç; bu güç tarafından yaratılmış olan evren; tek tek yaratılmış şeyler ve doğa düzeni olmak üzere dört ana anlam barındıran simgesel bir kimliğe dönüşmüştür (König, 2007, s. 232).

Bir şeyin doğasından söz ettiğimiz zaman, aslında, bir tür gerçeklikle, yani aslen “varolan” ile bir ilişki içine girmeye çalışıyoruz demektir. Doğal olan bu açıdan varlığa içkin olandır. Doğa ile varolan arasındaki bu ontolojik bütünleşmeyi sağlayan anlamı, tarihte ilk kez Parmenides’in kullanım şeklinde buluyoruz. Alwin Diemer,

Ontoloji (2007) isimli makalesinde, ”doğa”nın ilk kez Parmenides tarafından

kullanıldığı şekliyle, “varolan” anlamına geldiğini bildirir (s. 97). Ancak, Parmenides’i anlatırken değineceğimiz gibi, burada sözü edilen “varolan”, görülür, duyulur bir şekilde oluş halindeki fiziksel varlıklar değil, sürekli değişimin, oluşun arkasında gizli- saklı kalan ve aslında hiç değişmeyen şey anlamında var olan “gerçek varlık”tır.22

“Doğa” konusunda iki genelleme yapılabilir. Birincisi, doğa, evrenin de bir parçası olarak insanoğlunun ve tüm diğer canlı-cansız nesnelerin sahne aldığı “yaşam ortamı” olması itibarıyla vardır. Burada, doğa, “tabiat” anlamında doğadır. İçinde yaşadığımız dünyanın orijinal kendisidir. İkincisi, doğa, insan yaşamında ve insanlararası iletişimde, kavramsal ve olgusal düzeyde, tek tek nesnelerin (eşyanın) davranışlarını açıklamakta kullanılan bir göstergeye dönüşerek dil kullanımında

22 Diemer’in bildirdiğine göre, Aristoteles’in, görevi, “Varolanı varolan olarak, özü ve

belirlenimleriyle saf halde ele almak” şeklinde belirttiği ilk felsefe, Parmenides’in varlığı bu şekilde ele almasıyla büründüğü böyle bir yapısal karakterle aynı zamanda bir metafizik halini almıştır (2007, s. 97).

66

sözcük olarak yerini almıştır. Burada doğa, günlük dil kullanımında ifade ettiği “bir şeyin doğası” anlamında doğadır.

Sözcüğün kavramsal/olgusal anlamına baktığımız zaman, “doğa” olgusunun organik unsurlarından birinin “canlılık” unsuru olduğunu görebiliyoruz. “Canlılık”ın barındırdığı özellikleri ise Ungerer geniş ve kapsamlı bir tanımlama ile şu şekilde gözler önüne sermektedir:

Bir “yapı”ya sahip olma, çevreye göre sınırlanmış bir forma sahip olma, kendiliğinden hareket etkinliği, kendi kendini yenileyebilme, kendi kendini onarma, kendi kendine bölünme, ereklilik, kendi kendine maddesini değiştirebilme, büyüme, serpilme, kendiliğindenlik, çevreye uyma, öznellik, kendi için ve kendine dönük olarak varolma, çevreye göre edim ve yöneliş geliştirme (V. Weizsaecker), işlev çevresine sahip olma (Uexküll), kendi içkinliğiyle evrene açılma (Portmann), bireysellik, özel bir yaşama zamanına, hatta “tarihe sahip olma” (Driesch, Heberer) (aktaran König, 2007, s. 254).

Collingwood’un, “doğa” sözcüğünün gelişen Avrupa dillerindeki karşılığında yer aldığını belirttiği şu önemli içerik, çalışmamızın ileriki bölümlerinde, doğa ve yabancılaşma ikilisine ışık tutacak karaktere sahip önemli bir saptama olarak ortaya çıkmaktadır: “(…) doğa sözcüğü, onu taşıyanın davrandığı gibi davranmasını sağlayan birşeye göndermede bulunmaktadır; onun davranışının bu kaynağı kendi içindeki birşeydir (…)” (1999, s. 55) ve “Her zaman birşeyin içinde bulunan ya da sahiden ona ait olan ve o şeyin davranışının kaynağını oluşturan birşey” (1999, s. 56). Dolayısıyla, doğa dediğimiz şey, bu noktada, tüm diğer özelliklerinin yanında “bir şeyin davranışının iç kaynağı” olarak da kabul edilmektedir: “Birşeyin “doğası” onda bulunan ve davrandığı gibi davranmasına neden olan şeydir” (1999, s. 58).

König (2007), “doğa” sözcüğünün, 9 ve 10. yüzyıllarda Almanca’da “natur” olarak kullanılmaya başlandığını ve ancak 17. yüzyılın sonunda modern fiziksel doğa kavramına ulaşarak tanınır bir hale geldiğini söyler (s. 232).

67

Şimdi insanın eski doğa düşüncesinin içeriğini kısaca incelemek istiyoruz. Batı düşünce tarihine bakıldığında, insanın felsefi anlamda düşünmeye başlamasının itici gücünün, onun evreni, evrende var olan değişimi, varlıkları, varlığı ve bu bağlamda da doğayı anlama çabasında yattığını söylemek mümkündür. Gerçekten de insan öncelikle evreni (insanı değil) ve evrenin de bir parçası olduğunu hissettiği ve kendisini de ondan ayırmayı aklından geçirmediği doğayı merak konusu yapmış ve ilk felsefi sorgulama sürecini bu türden bir merakın sonucu olarak başlatmıştır. Böylece filizlenen bir düşünme sisteminin felsefe sayılabilmesi doğal olarak, yürütülen düşünce şeklinin aklın temel ilkelerine uygun olması ve bu çerçevede akıl yoluyla geçerli çıkarımların yapılmasını gerektirmiştir. Rasyonel eleştiri üzerine kendini temellendiren böyle bir düşünme tarzıyla, düşünme tarihinde, ilk defa Eski Yunan Uygarlığında karşılaşıyoruz.23 Doğa filozofları olarak adlandırdığımız bu düşünürlerin, felsefenin doğumunu gerçekleştiren, felsefenin başlangıç noktasındaki ilk insanlar olduğu genel kabul görmüş bir durumdur. Bu filozoflar, yine, Eski Yunan düşüncesinin en önemli başlatıcısı sayılan ve bir ilk olarak insanı ve insan yaşamının çeşitli unsurlarını da kendine konu ederek yepyeni bir felsefe etkinliğini başlatan, İ.Ö. 5. Yüzyılda (İ.Ö. 469-399) yaşamış Sokrates’ten önce yaşamışlardır. Bunlar, “Sokrates öncesi (presokratik) filozoflar” olarak da bilinirler. Doğa filozoflarından geriye kalan bilgiler az sayıda olup, başta Sokrates, Aristoteles ve Platon olmak üzere bu konuya eğilen bazı araştırmacı düşünürlerin bizlere ulaştırdığı sınırlı bilgilerdir. Daha da geriye gidersek, Ortadoğu, Uzak Doğu, Hint ve

23 Ahmet Cevizci’nin Felsefe Tarihi’nde bildirdiğine göre, var olanın soyutlama ile

düşünülmeye başlanması anlamında ortaya çıkan felsefe, Antik Yunan bölgesinde başta Thales (İ.Ö. 625-547) olmak üzere doğa filozofları; yine yaklaşık aynı dönemde dünyanın değişik bölgelerinde ayrı kültürlere sahip bilgeler, filozoflar tarafından başlatılmıştır. Bunlardan başlıcaları Zerdüşt (İ.Ö. 628-551), Siddharta Gautama (İ.Ö. 563-545), Konfüçyüs (İ.Ö. 551-479) ve Lao-Tzu’dur (İ.Ö. 6. Yüzyıl) (Cevizci, 2009, s. 21). Batı düşünce tarihinin başlangıcı olarak kabul edilen felsefe aynı zamanda İlkçağ Felsefesi olarak da anılır. İlkçağ felsefesi İ.Ö. 8. Yüzyıldan İ.S. 5. Yüzyıla kadar süren bir dönemi kapsayarak Yunan ve Roma kültürlerini içine alır. Antik felsefe olarak da adlandırılan İlkçağ felsefesi Yunan felsefesiyle, bundan türemiş olan Hellenizm ve Roma felsefesi olarak anlaşılır (Gökberk, 2010, s. 11).

68

yine Yunan kültürlerinde, ayrıca Afrika ve Amerika’da yerleşik olmak üzere çeşitli ilkel topluluklarda, türlü nedenlerle felsefi düşünce olarak kabul edemediğimiz ve genelde dini ve mitolojik unsurlar içeren bir düşünme sistemine tanıklık ediyoruz. Doğa felsefesi İ.Ö. 400 – 625 arasında yaklaşık iki yüz yıl süren bir dönemi kapsar. Doğa felsefesi, Collingwood’un önemli eseri Doğa Tasarımı’nın (1999) (rastgele konulmamış) adından da anlaşılabileceği gibi insanın içinde bulunduğu evrenin tüm yapısal özelliklerini, gizemini, hakikatini soruşturduğu bir metafizik tasarım çabasıdır. Doğa felsefesi insanın evreni anlama amacının sonucunda ortaya çıkan bir düşünme etkinliğidir. Gert König (2007), doğa felsefesini “doğa (natür) hakkındaki bilgimizin olabilirlik ve gerçekliğe uygunluk koşullarını irdeleme çabasıdır” (ss. 236- 237) diye tanımlıyor. Yine, Feyerabend’e göre, mitolojik bir evren tasarımı ile –ki doğa felsefesinin köklerinin bu türden bir mistisizme kadar uzandığı biliniyor- doğa felsefesinin başlatıcısı İyon (Antik Yunan) düşüncesi arasındaki temel fark, mitolojik evren tasarımının “mutlak doğruluk” iddiasını taşıyan dogmatik bir yapıya sahip olduğu; buna karşılık, İyon düşüncesinin ise “parçalı hipotetik doğruluk”lar içeren bir yapıya dayanan rasyonalist eleştiriye dayalı bir tutumdan oluşmasıdır (aktaran König, 2007, s. 237). Macit Gökberk, Felsefe Tarihi’nde (2010), mitos kültürlerindeki genel düşünme biçiminin dogmatik yapısının, “Bu evren nereden gelip nereye gidiyor?” veya “Bu dünyada insanın yeri ve yazgısı nedir?” türünden sorulara “tek” bir doğru cevap verilmesiyle ve bu cevaplara hiçbir kuşku duyulmadan inanılmasıyla belirlendiğini bildirir. Böylece bu türden düşünceler yalnızca inanç konusu olmakla sınırlanmışlardır (s. 12).

Doğanın/evrenin insanlar tarafından felsefi anlamda düşünülmeye başlanmasına geri dönersek, Eskiçağ (Yunan) Doğa Felsefesinde öncelikle arkhe sorunu üzerine odaklanıldığını görüyoruz. Burada amaç, varlığı oluşturan ana ilkeye ulaşmak ve her türlü var olanı bu ilkeye bağlı olarak açıklamaktı. Var olanın arkasında, keyfiliğin, tesadüfiliğin değil de, düzenli bir yapının söz konusu olduğu; yine, görünüşün

69

yapısını açıklama ve anlaşılabilir hale getirme gücüne sahip bir “töz” veya “birlik”in varlığı bu düşüncenin temelinde yatan hareket noktasıydı. Görünüş-gerçeklik, çokluk-birlik, değişme-kalıcılık gibi kavramlar bu felsefenin etrafında döndüğü ana sorunsallardı. Doğa filozofları (İyonyalı24 filozoflar veya Miletos okulu), böylece varlığın “ana madde”sini belirlemeye çalışmışlar ve buradan hareketle evreni, doğayı ve insanı çözümlemeye girişmişlerdir. Batı felsefe tarihinin ilk filozofu olarak kabul edilen Milet’li Thales (İ.Ö. 624-546), varlığın özünün veya başka bir tanımlamayla evrendeki çokluğun kendisinden türediği birliğin, her şeyin kendisinden oluştuğu ana maddenin, “arkhe”nin, “su” olduğunu ileri sürmüştür (Cevizci, 2009, s. 39). Milet’li Anaksimandros (İ.Ö. 611-545), evrenin özünü oluşturan ana maddeye, Apeiron adını vermiş ve bu maddenin tözsel özelliğinin nitelik bakımından “belirsizlik”, nicelik bakımından da “sonsuzluk, tükenmezlik, sınırsızlık” olduğu sonucuna varmıştır. Bu madde, hiçbir duyusal maddeyle özdeş değildir ve bu haliyle de tamamen “belirsiz” bir varlıktır (Cevizci, 2009, s. 41). Milet’li Anaksimenes (İ.Ö. 585-525) ise, ilk maddeyi “hava” (psykhé) olarak işaret etmiştir Gökberk’in (2010) bildirdiğine göre, Anaximenes, “bir hava (soluk) olan ruhumuz –

psykhé– bizi nasıl ayakta tutuyorsa, bunun gibi, bütün evreni (kosmos) de soluk ve

hava sarıp tutar,” diyerek, aynı zamanda, ruh kavramını felsefede ortaya atan ilk düşünür olmuştur (s. 22). Ephesos’ta doğup büyüyen Herakleitos (İ.Ö. 540-480), diğerleri gibi varlık sorununa yönelerek ana maddenin (arkhe) ne olduğunu araştırmıştır. O ise, evrenin temel maddesini “ateş” olarak belirlemiştir. Buna karşılık Herakleitos, Milet’li doğa filozoflarının, doğanın değişmeyen tözü, kalıcı ve kendi kendisiyle özdeş olarak nitelendirdikleri ana maddeyi, “Evren boyuna akan bir

süreçtir, başı sonu olmayan bir değişmedir, hiç durmayan bu değişme içinde kalan,

sürüp giden hiçbir şey yoktur” diyerek “değişim” ilkesine dayandırmıştır (Gökberk,

24 Tarihte İyonya, İ.Ö. 6. Yüzyılda günümüzün yaklaşık İzmir ve Aydın ile karşılarındaki

70

2010, s. 24). Durup kalan bir varlık yoktur; sadece “oluş” vardır; her nesne sürekli bir değişim içindedir; bu değişim “karşıtların birliğini” de içerir; değişimin bağlı olduğu egemen yasa ise Logos’tur; Logos düzen ve akıldır. (Gökberk, 2010, s. 24). Parmenides (doğumu İ.Ö. yaklaşık 540) ise “çokluk ve değişme”ye karşı çıkmış, felsefesini “birlik” kavramı etrafında oluşturmuştur. Parmenides, var olmayanın düşünülemeyeceğini belirtmiştir. Ona göre, meydana gelme ile yok olma diye bir şey yoktur: “Yalnız Varolan vardır ve ancak bu düşünülebilir: Varolmayan yoktur ve düşünülemez de” (Gökberk, 2010, s. 27). İlke “bir”dir. Var olan, değişmeyendir, hareket etmeyendir, bölünmeyendir, yok olmayandır, doğmamış olandır, kendi içine kapalıdır; kısaca varlık (Herakleitos felsefesinin aksine) hiç değişmeyen, duran bir “birlik”tir (Gökberk, s. 27). Varolanı, böylece fiziksel varoluşun ötesine taşıyan; asıl anlamda varolanı, görünüşün, değişimin, oluşun arkasındaki hiç değişmeyen şey olarak tanımlayarak ona metafizik bir karakter yükleyen bu türden bir düşünce şekli, aynı zamanda, “doğa”nın ilk kez Parmenides tarafından “varolan” anlamında kullanılışını da simgelemiş olur (Diemer, 2007, s. 97). Pythagoras (İ.Ö. 580-500), her şeyin kendisinden türediği şeyi “sayı” olarak kabul etmiştir. Ona göre, “sayı” bütün varlığın ilkesidir (arkhé) (Gökberk, 2010, s. 29). Empedokles (İ.Ö. 492-432), evrenin özünü, toprak, ateş, su ve havadan oluşan dört değişmez öğe (element) olarak tasarlamıştır. Evrendeki tüm varlıklar, evrendeki oluş ve değişme, bu dört farklı maddenin belli oranlarda birbirleriyle birleşmesinden meydana gelirler (Gökberk, 2010, 32). Anaksagoras (İ.Ö. 500-428), oluşu meydana getiren ilkeye, tüm maddelerin en incesi, en arındırılmışı, en seçkini, saf-katıksız halde olanı olarak nitelediği “Nous” adını verir. Bu madde, kendi kendine hareket eden biricik maddedir ve tüm diğer varlıkların hareket ilkesidir. “Nous” bilinçli ve akıllı bir ilkedir ve baştan beri sayılamayacak kadar çok ve sonsuz küçükler halinde var olan ana-maddeleri;

spermaları –ki bunlar yaratılmamışlardır, yok edilemezler, temel nitelikleri

71

çarpma ve basınçlardan mütevekkil mekanik bir düzen içinde başlatmıştır (Gökberk, ss. 34-35). Doğa filozoflarını kısaca gözden geçirdiğimiz bu kısımda, son olarak, Demokritos’tan da (yaklaşık M.Ö 460-370) söz etmek gerekir. Ona göre evrenin ana maddesi “atom parçacıkları”dır. “Varolan”; meydana gelmemiştir, yok olmayacaktır, değişmez ve hep kendisiyle özdeş kalır. Ancak “uzay” da bir boşluk olarak “var olmayan” olarak vardır. Dolayısıyla gerçek “varolan”, kendi içinde artık bölünemeyen anlamında “atom”lardır. Bunlar, cisimsel bir yapıdadır ve ayrıca yapıca “bir”dirler. Yegâne mümkün hareketleri, atomlarda olabilecek tek değişiklik, “yer değiştirme”dir (Gökberk, 2010, s. 36).25 Tüm bu filozoflar, görüldüğü gibi, evren ve insan hakkında sistematik ve bütünsel bir düşünce anlayışı vücuda getirmeseler de, var olanın maddesini, oluşu, varlığı “bir bütün halinde” anlamaya çalışmışlar, bu çerçevede bir “ilk neden”i, tözü, ilkeyi keşfetme gayreti içinde olmuşlardır. Doğa filozoflarını takip eden yakın dönemde ortaya çıkarak etkisini Rönesansa kadar etkin bir şekilde devam ettirecek Aristoteles felsefesinin de ontolojik bel kemiğinin “ne vardır (ti esti)?” ve “var olan nedir (ti esti to)?” türünden varlığı anlamaya yönelik sorulara dayanması, bellidir ki, doğa filozoflarının evren, doğa ve insan arasında kurmuş oldukları varlıksal hakikatin veya ilişkiler yumağının sorgulanmasının devamı niteliği taşır.

Şimdi de, Antik Yunan’dan Yeniçağ’a kadar doğa düşüncesini gözden geçirmek, insanın doğayla süregelen ilişkisini kavrayabilmek, eski doğa tasarımı düşüncesinin temel niteliklerini ve bunların ileride girişeceğimiz insanın yabancılaşma problemiyle ilgisini kurabilmek için faydalı görülmektedir. Yunan doğa görüşünde hâkim olan temel ilkeler “akıl” ve “canlılık” idi. Doğada, doğaya özgü, tüm düzenin nedeni olan

25 Demokritos, evrendeki oluşa, atomların, çarpışmaların ve birbirleri üzerindeki basınç

hareketlerinden oluşan kesin bir zorunluluk ilkesinin egemen olduğunu ileri sürerek nedensellik temelinde mekanist bir doğa biliminin temellerini atmıştır. Aristoteles’in doğa bilimi açıklamasında yer alan “erek” ve “ rastlantı” kavramları, Demokritos tarafından benimsenmez (Gökberk, 2010, s. 37).

72

bir tür “akıl” mevcuttu. Bu akıl, doğa yasalarının düzenli bir şekilde işlemesini sağlayan temel kaynak görevi görüyordu. Collingwood, Doğa Tasarımı’nda, İyonyalı filozofların düşünme biçimini ön-şekillendiren iki önemli unsurun üzerinde durur. Bunlardan birincisi, Aristoteles’in bir tespiti olarak öne çıkar ki bu, doğa filozoflarının, doğayı/evreni sorgulamaları esnasında ortaya çıkan “doğa nedir?” sorusunu, hemen “Şeyler ne(y)den yapılmıştır?”a çevirmeleridir (aktaran Collingwood, 1999, s. 39). İkinci unsur ise, bu türden bir temel sorunun sorulması sonucunu doğuran düşünsel arka plana, yani bir bakıma ön-paradigmayı oluşturan önsel yapıya işaret eder ki, Collingwood çarpıcı bir şekilde bunu çözümleyebilmiştir. “Ön sorun”lar olarak nitelediği bu problematik aşamada yer alan önermeleri şöylece sıralar: 1) İnsan veya hayvan becerilerinin ürünü olarak ortaya çıkan “yapay” şeylerin karşıtı anlamında kendi kendilerine meydana gelen “doğal” şeyler vardır. 2) “Doğal” şeyler tek bir “doğa dünyası” oluşturur. Yani yapma yollardan meydana gelmeyip kendiliğinden ortaya çıkan tüm doğal şeyler tek bir kategori altında toplanarak yargılanabilirler. 3) Bütün “doğal” şeylerde ortak tek bir “töz” vardır; bunlar ortak bir maddeden yapılmışlardır (1999, s. 40). Antik Yunan’da sistematik felsefenin başlatıcısı olarak bilinen Aristoteles ise, doğayı, aynen İyonyalılar ve (Platon) gibi, kendi kendine devinen şeyler dünyası olarak kabul eder. Bu anlamda doğa “canlı”dır; doğa “süreç, gelişme, değişme” anlamında canlılık taşıyan özellikler barındırır (aktaran Collingwood, 1999, s. 97). Doğa “özdevimli”dir; onu kendi dışında etkileyerek harekete geçiren bir zaman veya güç/neden var olmamıştır; dolayısıyla doğa kendi kendinin nedeni ve kendi kendine var olan bir süreçtir. Doğanın içinde adeta “dirimsel bir güç” vardır. Aristoteles de doğa sözcüğüne aynen İyonya filozoflarınkine benzer anlamları yükler: “Büyüyen şeylerin meydana gelişi”; “büyüyen şeyin kendisinden çıktığı ilk öğe”; “her doğal varlıkta, bu doğal varlığın özü gereği sahip olduğu ilk hareketin ilkesi”, “herhangi bir yapma nesnenin kendisinden yapıldığı ilk

73

madde”, doğal nesnelerin hava, ateş, su, toprak gibi öğeleri ve doğal şeylerin özü veya biçimi (eidos) anlamında “ousia” (aktaran Özcan, 2011, s. 168).

Collingwood da, Aristoteles’in, özellikle, “kendi içinde bir devinim kaynağı taşıyan

şeylerin özü” şeklinde ortaya çıkan tanımı, doğa sözcüğüne yüklediği anlamlar

arasında temel veya asıl olarak kabul ettiğini bildirir (1999, s. 97). Özetle, doğanın ilkeleri, Aristoteteles’ e göre, devinim ve durağanlık, yapma ve yaratma, oluş - değişme gücüdür; doğa ilkesini kendi içinde taşır, dışarıdan bir ilkeye-hareket ettiriciye gerek duymaz. Bu ilkeler bir şeyin doğasından bahsettiğimiz zaman o şeyin davranış dinamikleri açısından söz konusu olduğu gibi canlı ve cansız tüm nesneleri kapsayan doğa dünyası olan “tabiat” için de geçerlidir. Bu arada, Aristoteles için asıl anlamda doğanın “eidos” (form/biçim) olduğunu belirtmekte de fayda var. Çünkü ona göre, madde ve formun varlık tarzları, sırasıyla olanak ve etkinlik halleridir. Madde olanak halinde var olur ve ancak belli bir form kazanırsa etkinlik haline geçer ki bir şeyin asıl anlamda doğası o şeyin formudur (eidos). Bir şey ancak “form”una kavuşunca belli bir doğa sahibi olur (aktaran Özcan, 2011, s. 171). Form, aynı zamanda, maddenin oluş süreci sonucunda ulaşacağı “biçim” anlamında ereksel bir nitelik taşır; bu ereksellik özelliği de zaten o şeyin “doğa”sından başka bir şey değildir (Özcan, 2011, s. 172).

Önce doğa filozofları, sonra ise Platon – Aristoteles öğretisinden oluşan ilk çağ evren kültürü, İskender’in İ.Ö. 323’de ölümünden sonra Doğu Akdeniz çevresinde kurulan Hellenistik devletlerde yaygınlaşmış, daha sonra Roma İmparatorluğu da bu etki alanı içine girmiş, nihayet Hıristiyanlıkla birlikte Patristik ve Skolastik dönemler boyunca ortaya çıkan dinsel öğeleri de katarak kendi içinde temel varsayımlarını, ilkelerini barındıran bütünsel bir doğa/dünya/evren görüşü halinde kesinleşmiş, o zamanların halkları için bir gelenek-görenek şeması haline gelmiş, sistemli bir bütünlük kazanmıştır. Görüldüğü gibi, ortaçağı da kapsayan bu geniş dönemin

74

“bilgisel çatısı” böylece iki otorite; Aristoteles ve Kilise üzerine kurulmuştu (Can, 2009, s. 102). Bu uzun dönem boyunca geçerli olan doğa/evren tasarımını Collingwood, “Yunan evrenbilim” olarak adlandırır, çünkü dönemin evren paradigmasının kökeni belirttiğimiz gibi İyonya doğa filozofları ve başta Aristoteles öğretisidir. Tarihsel açıdan, 16. Yüzyıla kadar, yani Rönesansa kadar süren bu uzun dönemde geçerli olan dünyayı/evreni tasarlama biçiminin temel öğelerini böylece özetlemiş olduk. Şunu da eklemek gerekir ki ortaçağda bilgi, akıl ve inanç karışımından oluşmuştu. Thomas Acquinas, 13. yüzyılda Aristoteles’in geniş doğa sistemini Hıristiyan teolojisi ve ahlakıyla birleştirerek ortaçağ boyunca geçerli olacak bu öğretinin felsefi ve bilimsel yapısını oluşturmuştu (Capra, 2014, s. 61). Bilginin amacı, birazdan değineceğimiz modern dünya görüşünün öndeyi, denetim, güç gibi hedeflerinden ziyade, var olanı kavramak, anlamaktı: “Bu bilim hem akla, hem de imana dayanıyordu ve başlıca amacı öngörü (prediction) ve denetimden ziyade, nesnelerin anlam ve değerini anlamaktı” (Capra, 2014, s. 62). Bilgi, varlıksal bir karakter taşıyordu. Yani elde edilen bilgi, insanın varlıkla ilgisini sürekli olarak kuran,

Benzer Belgeler