• Sonuç bulunamadı

BAŞKAN : Süreyya Sadi BİLGİÇ (Isparta) BAŞKAN VEKİLİ: Mehmet Şükrü ERDİNÇ (Adana)

SÖZCÜ: Abdullah Nejat KOÇER (Gaziantep) KÂTİP: Emine Nur GÜNAY (Eskişehir)

BAŞKAN – Değerli arkadaşlar, 15’inci Birleşimin İkinci Oturumunu açıyorum.

Görüşmelerimize kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Sayın Kürkcü, buyurun lütfen.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) – Sayın Başkan, değerli bakanlar, kamu görevlileri; ben bürokrat demiyorum, bürokrat bizim lügatimizde çok kıymetli bir söz değil.

Bu bütçe teklifleri içerisinde, bütçe tasarıları içerisinde ben Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu bütçeleri üzerine konuşmak istiyorum.

İster istemez, bu bütçe tartışması olduğu için, bu bütçe kalemleri hakkında da konuşmak gerekebilir.

Ama, ben esasen, bu kurumların yapıları ve faaliyetleri ile onlara tahsis edilen bütçe arasında demokratik bir bağ olmadığı kanaatindeyim, onu söylemek istiyorum. Bu bütçe tahsisleri dolayısıyla ortaya çıkan fayda, toplumsal bir fayda olarak bana, bize gözükmüyor.

Özellikle Garo Paylan arkadaşımızın yaptığı sabahki tartışmayı anımsatarak, Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun bütçesinin ayrıca da sunulmasına rağmen, bir Bakanlık kapsamı içerisinde ele alınmasının doğru olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü işlevleri bakımından Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun herhangi bir Bakanlığın yetki ya da görev alanında iş yapan bir kurum, kurul olmadığını hatırlamamız gerekir. Görevlerini yerine getirmesi, faaliyet alanındaki işlerini yürütmesi bakımından bir bakanlığın güdücülüğüne, yön göstericiliğine ihtiyacı olmayan çeşitli meslek gruplarından, özellikle radyo televizyon yayıncıları arasından ve bu konuda uzman olan kişiler arasından elbette partilerin teklifiyle Meclis tarafından seçilen bir düzenleyici kurul. Bu nedenle, bunun aslında bütün işlevleri bakımından tamamen bağımsız olması gerekir. Kısmen masraflarının kamu bütçesinden karşılanıyor olması, onun bir bakanlık alt organıymış gibi işlem görmesini gerektirmez. Fakat, fiiliyat böyledir ve RTÜK esasen, özellikle olağanüstü hâl döneminde ortaya çıkmış olduğu gibi, Türkiye’de radyo ve televizyonların özgür yayın yapmaları için değil, radyo ve televizyon kuruluşlarının devreden çıkartılmaları, yayın faaliyetlerine son verilmesi, kendilerine uydu çıkışları ve frekans tahsislerinin sona erdirilmesi için aslında Başbakanlığın, genel olarak Hükûmetin yaptırımları istikametinde çalışmıştır.

Bu açıdan, bir özgürlük, ifade özgürlüğü, radyo ve televizyon yayınlarının özgürce gerçekleşmesi bakımından, maalesef, tersine çalışan bir kuruluş olarak iş görmüştür. Bu açıdan, RTÜK’ün hakikaten kendi etkinlik alanındaki örneğin İMC TV, Hayat TV, TV 10, Özgür Gün TV, Jean TV, Azadi TV, Van TV gibi yayınların kapatılması yönünde kanun hükmünde kararnamelere otomatik olarak uymak zorunda kendisini hissetmesi, bu konuda hiçbir özgürlük tartışması yapmaması da onun bir bağımsızlık iddiası olmadığını da bize düşündürüyor.

Tabii, bu arada, partimizin RTÜK’teki üye sayısının sıfıra yani rakamla 0’a düşürülmüş olmasının inanılmaz bir garabet örneği olduğunu da dikkatlerinize bir kere daha sunmak isterim. Mecliste şu an 5 üyemizin vekilliği düşürülmüş olmasına rağmen 54 vekille temsil edilen partimizin hiçbir üyesi

yoktur RTÜK’te ama örneğin Milliyetçi Hareket Partisinin 2 üyesi vardır Meclisin bizden sonra gelen partisi olmasına karşılık. Biz tabii ki Milliyetçi Hareket Partisinin RTÜK’te üyesi olmasını isteriz ama bu garabet, bu olamazlığın hak ve adalet gereği olmuş olduğunun bize anlatılmaya çalışılmasını da çok tuhaf buluyoruz. Ne RTÜK Yasası ne alelade adalet duygusu bunun olmasını hoş görmemizi gerektirmez. Bunun Meclis eliyle yapılmış olması da RTÜK’ün kendi kendine başına gelen bir şey olması da durumun tuhaflığını değiştirmez. Biz bu adaletsizliği kuvvetle protesto etmeye devam edeceğiz. Oysa bunun çözülmesinin bir yolu vardı. Yasaya dair kimi engeller varsa bu bakımdan Meclis bir geçici düzenlemeyle bunun önünü açabilir ve Halkların Demokratik Partisinin hakkı olan 2 üyelik onda olmaya devam ederdi ama bu Halkların Demokratik Partisini Meclisten dışlamaya çalışan bir siyasetin, onun RTÜK’te hakkı olan sandalye sayısına ulaştırmasını beklemek de tabii biraz kuru su istemek gibi bir oksimoron olabilir.

RTÜK’le birlikte bu basın özgürlüğü açısından da meseleye baktığımızda aslında Türkiye’nin daha önce de ama özellikle 15 Temmuz 2016’dan bu yana son derece büyük bir ifade kısıtlaması içerisinde yaşadığı, esasen basının, tek yanlı ve tek yönlü olarak düzenlenmiş, muhalif seslerin susturulmuş basının ağır bir baskı altında olduğu bir ülke hâline geldiğimizi söyleyebiliriz. Bakanlık sunuşları hiç değilse bu bakımdan bütün bu olan bitene bir mazeret de arayabilirdi ama hâlen 6 haber ajansı, 48 gazete, 20 dergi, 31 radyo, 28 televizyon kanalı ve 29 yayınevinin ve şirketinin kapatılmış olduklarını ve bunların hiçbir yargı kararıyla kapatılmamış olduklarının bir tartışmasını bu zeminde yapmalıydık.

Bunlar esasen Hükûmetle aynı çizgide yayın yapmayan ve düşünmeyen kuruluşlardır. Muhaliftirler ve muhalefetlerini ifade ettikleri sırada yasayı ihlal ettiklerine dair herhangi bir mahkeme kararı, bir soruşturma evrakı bile yoktur. İltisaklı diye -yani Türkçesi bunun herhâlde yapıştırılmış, iliştirilmiş oluyor- bir şeye yapışmış olduğuna dair idarede oluşmuş bulunan ya da bizde oluşmasını istediği kanaat dolayısıyla onlarca gazeteci ve basın çalışanı işsiz bırakıldılar ve bu kapatılan kuruluşların da 147’si TMSF’ye devredildi ve bunların müsadere edilen varlıkları da, bir yargı tartışması beklenmeden 21’inin varlıkları da satışa çıkartıldı.

Şimdi, böyle bir zeminde esasen konuşmamız gereken şey buradan nasıl geri döneceğimizdir.

Hükûmet yetkilileri sık sık şunu bize söylüyorlar: “Bu kuruluşlar gazetecilik faaliyetlerinden ötürü ya da yaptıkları yayınlardan ötürü değil; şu, şu, şu suçları işlemiş olduklarından…” diye. Ancak hepimiz biliyoruz hükûmetler hiçbir gazeteyi gazetecilik yaptığı için değil, şu ya da bu şekilde suç isnat ettikleri için kapatmışlar ya da gazetecileri bundan ötürü hapse atmışlardır ve bütün bu gerekçeler tabii kendisini Hükûmetin ikna ediyor mudur bilmiyorum ama uluslararası gazetecilik kuruluşlarını ikna etmiyor.

Bize bütün bu tartışmayı Türkiye ile Batılı devletler yani Avrupa Birliği ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri’yle doğmuş bulunan ihtilaflar dolayısıyla o ülkeler ve emperyalist kuruluşlar tarafından bize söylenen yalanlar olarak pekâlâ kendi taraftarları gözünde temize çekmek isteyebilir.

Ancak gazetecilik mesleğini herhangi bir ulus çıkarı ya da devlet çıkarı dolayısıyla değil bir mesleki ihtiyaç ve onur duygusuyla yapan bütün gazetecilik kuruluşlarının apaçık düşüncesi Türkiye’nin ifade özgürlüğü bakımından son iki yıl içerisinde muazzam bir düşüş gösterdiği ve Türkiye’nin esasen bir gazeteci hapishanesi hâline bu bakımdan geldiğidir. Türkiye’den daha kötü durumda birkaç ülke daha vardır ama Türkiye’nin iddiaları bakımından ve taraf olduğu uluslararası sözleşmeler bakımından bu durumda olması garabettir. Onların değildir, onlar kendilerini bu ilkelerle bağlı saymıyorlar, “Biz ait değiliz bu konvansiyonlara.” diyorlar ama Türkiye haklar ve özgürlükler bildirgelerinin tarafı olarak, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tarafı olarak bütün bunları yaptığı zaman tabii ki Türkiye bir gazeteci hapishanesi olarak görülecektir.

Çok açık, net, daha hemen önümüzde dün görülen davada Ahmet Şık ve Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticileri ortada elle tutulur hiçbir delil olmadığı hâlde bir sonraki duruşmaya kadar hâlâ hapsedilme kararıyla cezaevinde tutuluyorlar. İsnat edilen suçların, iddiaların hepsi çürütüldüğü hâlde oradalar çünkü kabahatleri aslında gerçek olan, haber olan ve başka mecralarda yer almış olan bir başka haberi yani Suriye’deki isyancı güçlere Türkiye’den silah gönderildiğine dair belge ve bilgileri yayınlamış olmalarıydı. Dünyanın her yerinde bütün bunlar bir gazetecilik işidir, Türkiye’de ise bunun adı casusluktur. Tabii terimler böylece yer değiştirdiğinde Türkiye’nin hâlâ özgür bir ülke olduğu söylenmeye devam edebilir. Ancak Basın-Yayın Genel Müdürlüğünün de özellikle gazetecilerin hapiste olmayanlarının çalışmalarının önünü kesmek bakımından sarı basın kartlarının iptali, gazetecilerin çok uzun yıllar sürdürdükleri mesleki birikimlerinin ifadesi olan gazetecilik belgelerinin ortadan kaldırılması yoluyla onları da bir sivil ölüme mahkûm ettiğinin altını çizmek gerekir. İşin doğrusu bir gazetecinin gazeteci olduğunun anlaşılması için o meslek erbabının devlet tarafından tasdik edilmesi değil, meslek kuruluşları tarafından teyit edilmesi gerekirdi. Sadece bir gazetede çalışıyor olmak ve o gazeteden aldığı kimlik kartına sahip olmak herkes için gazeteciliğin belgesi olmalıydı ama Türkiye’de aslında gazetecilerin yüzde 70’i zaten böyle çalışmaktadır fakat akreditasyon listelerine girebilmeleri bakımından, özellikle bakanlıklar ve diğer resmî kuruluşlarla ilişki bakımından gazetecilerin sarı basın kartı sahibi olmaları şart koşulduğu için elverişli koşullarda çalışmalarının önü bu sarı basın kartlarının esirgenmesi ya da iptal edilmesi dolayısıyla ortadan kaldırılmaktadır. Gazetecilik mesleğine böylece hem devlet tarafından onaylanmış bir lonca üyesi muamelesi yapılmakta hem de öbür taraftan loncaya girişlerinin önü kapatılarak çalışmaları da engellenmektedir. Yani, sonuçta bir Orta Çağ zihniyetinin modern koşullarda bir zulüm makinesi olarak çalıştırıldığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bütün bunları sona erdirecek bir atılımı Meclisimiz yapabilecek midir? Benim gördüğüm kadarıyla bu yönde bir eğilim yok ancak bu eleştiriler belki bir fayda sağlar, umarım.

Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu açısından da denecek şey şudur: Bu kurumlardan ikisi, biliyorsunuz, cumhuriyetin ilk yıllarında kuruldu; sonuncusu da 12 Eylülden sonra kuruldu. 12 Eylülden sonra kurulan, esasen, Atatürk ilke ve inkılaplarını da başa koyarak Türk Dil ve Türk Tarih Kurumları üzerine bir vesayet getiriyor ama hepsinin esasen söyledikleri şey, Türkiye’de sadece ve sadece Türk dilinin ve Türk kültürünün geliştirilmesi yönünde kamu bütçesinden yapılan katkılarla çalışmak ve böylelikle Türk kimliğinin zenginleşmesi, yükselmesi için gayret göstermek.

Şimdi, buna denecek bir şey şu manada olmaz: Elbette Türkiye’de yaşayanların büyük çoğunluğunun ana dili Türkçedir, büyük çoğunluğu Türk etnisitesine bağlı olabilirler ve elbette dil ve kültürlerini geliştirmek bakımından bütün öteki yurttaşlar kadar hak sahibidirler fakat burada en eşit olan bir toplum kesimi karşısında diğer kesimlerin aynı haklardan aynı kamu bütçesi, aynı kamu kaynaklarıyla yararlanmadıkları koşullarda bu, öteki kimlik ve kültürlerin eritilmesi sonucuna varır.

Aslında hiç böyle bir kasıt olmasa da, fakat esasen cumhuriyetin başlangıcında kastın bu olduğunu da hepimiz biliyoruz. Daha sonra yapılan değişikliklerle Türk’ün yanına “Türkiye” ibaresi de eklendi ama bu kurumlar örneğin Kürtçe, Lazca, Çerkezce, Pomakça, Arapça, Süryanice, Ermenice, Rumca ve benzeri dil ve kültürlere mensup olan yurttaşlarımızın dil ve kültürlerinin geliştirilmesi konusunda hiçbir kaynak harcamadılar, hiçbir çaba harcamadılar. Esasen 28 dil topluluğunun Türkiye’de hâlen canlı biçimde yaşadığını biliyoruz. Bunların içerisinde sadece bir tanesine, öteki yurttaşlarımız da bu dili okullarda öğreniyorlar diye, yok muamelesi yapmak gerçekte onları oldukları yerden uzaklaştırmıyor, bir türlü de eritilemiyorlar.

Doğrusu ben, Kürt meselesi açık biçimde tartışılıp ana dili Kürtçe olan, hiçbir zaman okula gidinceye kadar Türkçe öğrenmemiş çocukların 1’inci sınıftan başlayarak Türkçeyi öğreninceye kadar neler çektiklerini biliyordum fakat bu mesele tartışıldıkça, bu tartışma genişledikçe öğrendim ve hepimiz öğreniyoruz ki, birçok sözlü kültür çalışması, oral kültür çalışması yapıldıkça görüyoruz ki aslında hemen hemen Türkiye’de ana dili Türkçe olmayan bütün çocuklar meğer aynı sıkıntıyı çekerlermiş. Ana dili Lazca olanların, ana dili Arapça olanların, ana dili Boşnakça olanların, ana dili Çerkezce olanların hepsinin ilköğrenim yıllarının ilk üç yılının büyük bir ızdırapla geçtiği bilinen bir gerçek ya da halkın bildiği, resmen bilinmeyen bir gerçek. O nedenle, belki de Türkiye’deki eğitim kalitesinin bir türlü yükselemeyişinde ana dilinde eğitim kapısının açılmamasının, ana dillerin ve kültürlerin birer özgür öğrenim ve eğitim alanı hâline gelemeyişinin de çok büyük bir rolü var çünkü dil, düşüncenin kendisidir neredeyse. Eğer diliniz yoksa düşünemezsiniz, sizden başka bir dilde düşünmeniz istendiğinde hiçbir şey düşünemezsiniz ve o zaman, evet, bunu kendi gayretlerinizle öğreninceye kadar öğreniminizin ilk üç yılı heba olur. Bu da Türkiye’de belli bir etnisiteye, belli bir kökene çok daha büyük imtiyazlar sağlanması demektir. Ne yazık ki bu kurumlar esasen bu gerçekliği ortaya çıkartabilecekleri hâlde bu konuya hiçbir kaynak ayırmazlar. Ben aslında demokratik bir hükûmetin, isterse Atatürk’e izafe etsin bu kuruluşu, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunda mutlaka Türkiye’yi oluşturan bütün etnisitelerin dillerinin, kültürlerinin, yazılı kültür ve geleneklerinin ortaya çıkartılması, geliştirilmesi ve bütün bunların okullarda öğretilebilmesi için imkân ve fırsat yaratan kurumlar olmalarını dilerdim ama ne yazık ki bu dönemde hiç öyle bir mevsimde olmadığımızı görüyorum.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Kürkcü, son sözlerinizi alayım lütfen.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) - Toparlarım.

Fakat ne kadar resmen inkâr edilirse edilsin Türkiye’de çok fazla dil ve kültür topluluğu var, bunların hepsinin gelişmek hakkı. Bir tek üyesi kalmış olsa bile kamunun ona kaynak tahsis etmesi demokrasinin ve hukuk devletinin bir gereği.

Son Ubıh da öldükten sonra Ubıhça belki kullanılan bir dil olmaktan çıktı ama öteki dillerin hepsi Türkiye’de yaşıyor, yaşamayı ve yaşatılmayı Türkçe kadar hak ediyorlar. Hatta, diyebilirim ki, Türkçenin yaşaması ve yaşatılması çok büyük ölçüde onların da yaşamasına ve yaşatılmasına bağlıdır.

Çok teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Kürkcü.

Sayın Çam…

MUSA ÇAM (İzmir) – Teşekkür ediyorum.

Sayın Başkan, sayın bakanlar, kamu kurum ve kuruluşlarının saygıdeğer çalışanları, çok değerli basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sayın Bakan, tekrar görevinizde başarılar dileriz, hayırlı ve uğurlu olsun.

BAŞBAKAN YARDIMCISI HAKAN ÇAVUŞOĞLU (Bursa) - Çok teşekkür ederim, sağ olun.

MUSA ÇAM (İzmir) – Evet, Bakanlığınıza bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğüyle ilgili başlamak istiyorum.

Vakıflar Genel Müdürlüğü hepimizin göz bebeği, ecdat yadigârı bir kurum. Bu ülkenin tahini, kültürünü, ortak değerlerini yaşatma görevini asli sorumluluk alanı olarak taşıyan ve dolayısıyla da büyük bir sorumluluk altında. Halkımızın ortak birikiminin ve mirasının gelecek kuşaklara aktarılması sorumluluğuna verilen değerin bir sonucu olarak kamunun en şeffaf ve üçüncü tarafların

değerlendirmelerine en açık yönetim sorumluluğu olan alanlarından birinde görev üstlenmiş durumda.

Bir de buna yurttaşlarımızın bağışları yoluyla elde edilen önemli bir geliri de eklediğinizde ortaya çıkan sorumluluk daha da ağırlaşıyor. Bu yüzden Vakıflar Genel Müdürlüğü diğer kamu kaynağı kullanan özel bütçeli idarelerde olduğu gibi hem Sayıştay’ın denetimine hem de Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu hükümlerine tabi. Bunun yanında, bağış yapan veya yapması muhtemel her yurttaşın karşısında da güvenirliğini ispatla yükümlü. Nitekim bu nitelikli idareler için mevzuatımız ortak bir kısıtlamayı öngörmüş ve diyor ki: “Bütçesinde ve tasarrufunda bulunan bütün mali kaynaklarını kamu bankalarında tutmak zorundadır.” Kamu Haznedarlığı Tebliği de bu hususta açık hüküm içeriyor fakat Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresinden sorumlu yöneticiler bu açık hükme rağmen sorumluluklarını yerine getirmiyor. Bunun yerine, kurumun parasını Ziraat Bankası, Halkbank ve en doğal olması gereken Vakıflar Bankasına yatırmak yerine kamusal nitelikli bu kaynağı Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumuna yatırmayı tercih etmişler. Mevzuata açık aykırılık taşıyan ve kamu kaynağını özel çıkarın hizmetine koşan bu anlayış, Sayıştay denetiminde kabul görmemiş ve ilgili genel müdürlüğe bu konu da sorulmuş. Gelen cevap ilginç, dikkatlerinize sunmak isterim değerli arkadaşlar. Kurum idaresinden sorumlu olanlar diyor ki: “Kurumumuz tebliğ kapsamı dışında olduğundan Genel Müdürlüğün mazbut vakıflara ait paraları kamu sermayeli bankalar dışında kalan, kurum iştiraki Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumu AŞ’de değerlendirmesi tebliğe uygundur.” Gelen açıklamaya bakınca zannedebiliriz ki kurum tümüyle Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait. Böyle bir durum yok. Kurumun kendi denetim raporunda

“Banka hisselerinin yüzde 62,24’ü Kuveyt’te mukim Kuwait Finance House’a ait.” deniliyor. Yüzde 9’u Kuveyt’te mukim The Public Institution For Social Security’e ait, yüzde 9’u da Islamic Development Bank’a ait olup, geriye kalan yüzde 1,4 oranındaki hisseler diğer gerçek ve tüzel kişilere aittir.” denilmiş.

Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait olan kısımsa yüzde 18,72. Bu, bağış yapanların bağışlarını Kuveyt’e kâr sağlasın diye uğraşanlara göz yummak bu ülkenin insanına da tarihine de hakarettir. Bu yüzden sormak istiyorum. Aykırı olduğu sabit olmasına rağmen, tebliğe uygun olsa bile böylesi özel bir kamu kaynağından mesul olanlar hangi hakla “Vakıflar Genel Müdürlüğüyle ilgili mevzuat hükümlerinin dışında.” diyebiliyorlar acaba? Bunu öğrenmek isteriz.

Sayıştay raporunda Vakıflar Genel Müdürlüğüyle böylesi açıklanamaz ilişkiler içindeki kuruma dair 111 milyon TL’lik uyumsuzluk ve “kişilerden alacaklar” hesabında mükerrer kayıt dolayısıyla, 6 milyon 738 bin TL’lik kısmın fazla yazıldığı da saptanmış.

İlave olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü Ayvalık Vakıf Zeytinlikleri İşletme Müdürlüğü sermaye tutarı 8 milyon 750 bin TL olduğu hâlde, döner sermayeli kuruluşlar hesabının kaydı yapılmamış. Bu tutarın kendi kaydı sonradan düzeltilse bile 2016 hesaplarında yer almamış.

Sayıştay, Vakıflar Genel Müdürlüğünün bütün taşınmazlarını kayıt altına almadığını da tespit etmiş; taşınmazların doğru bir şekilde envanteri çıkarılmayınca mali tabloların eksik bilgi içerdiğini de kayda geçirmiş.

Bununla yetmiyor, yine Sayıştay raporlarında, mali kuruluşların yatırım sermayeleri hesabında düzenli ve doğru takibin yapılmaması, kişilerden alacaklar hesabına mükerrer kayıt yapılması, hisse senetleri hesabına kaydedilmesi gereken hisse senetlerinin muhasebe kayıtlarında yer almaması, yine döner sermayeli kuruluşlara yatırılan sermayeler hesabına yatırılması gereken kayıtların yapılmaması, Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait taşınmazların tümünün kayıt altına alınmaması, kira tahakkuklarının eksik yapılması ve tahsil edilmeyen kira alacaklarının mali tablolarda tam olarak yer almaması, mali tablolarda hem dönem olumlu faaliyet sonucu hem de dönem olumsuz faaliyet sonucu hesabının birlikte

yer alması, Kamu Haznedarlığı Genel Tebliği’nde sayılan ve tanımı yapılan kamu sermayeli bankaların dışına mevduat hesabı açtırılması gibi Sayıştayımızın tespit etmiş olduğu eksiklikler var. Ecdat yadigârı bu kurumların daha dikkatli ve özenli bir şekilde yönetilmesi gerektiğinin burada altını çizmek isterim.

TİKA konusunda da bir şeyler söylemek isterim. Özellikle TİKA konusunda önemli birkaç konuya değinmek gerekiyor. Sayın Başkan kurumdan övgüyle bahsediyor ancak kurumla ilgili Sayıştay raporuna baktığımız zaman inanılmaz bulgularla karşılaşıyoruz. Hepsine burada değinmek belki çok mümkün değil ama sadece birkaç tanesini özellikle belirtmek isterim.

Program Koordinasyon Ofisleri tarafından yurt dışında gerçekleştirilen mal ve hizmet ihalelerine ilişkin teslim alınan nakdî teminatların ve teminat mektuplarının muhasebe kayıtlarına alınmaması

Program Koordinasyon Ofisleri tarafından yurt dışında gerçekleştirilen mal ve hizmet ihalelerine ilişkin teslim alınan nakdî teminatların ve teminat mektuplarının muhasebe kayıtlarına alınmaması

Benzer Belgeler