• Sonuç bulunamadı

1.2. HEİDEGGER FELSEFESİNİN ORTAYA ÇIKTIĞI SOSYO-KÜLTÜREL VE FELSEFİ

1.2.7. Husserl ve Fenomenoloji

Heidegger Husserl’in öğrencisi olarak ondan etkilenmiş bir filozoftur ve hocasının fenomenoloji anlayışını değiştirerek kullanır. Hatta denebilir ki fenomenoloji anlaşılmadan Heidegger’in yazgı anlayışını anlamak çok mümkün görünmemektedir. Heidegger’de yazgı karşılıklı ilişkiler ağında kendini açarak, ilişkilerin ilişkisi olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda, ilişkiye yönelerek düşünmek fenomenolojik bir tavır içinde olmak demektir. Direk’e göre fenomenolojinin konusu ilişkidir. Aristoteles’in dört sebebi belireni belirişe götüren dört kipten ibarettir. Belirişte bir beliren/mevcut olan/açığa çıkan ile bir belirme/mevcut olma/açığa çıkma vardır. İşte onların arasındaki ilişkinin ne olduğu tüm fenomenolojinin konusudur (Direk, 2010:

108). Dolayısıyla daha başlangıçta fenomenolojinin, açığa çıkma ile açığa çıkanın “ne olduğunu” değil de aralarındaki “ilişkiyi” sorduğunu söylemek, özneyi açığa çıkmanın kaynağı, nesneyi de açığa çıkan olarak düşünmeyip, bu ikiliği aşan bir bakışta konumlanmaya çalışmak demektir. Burada karşımıza yönelimsellik fikri çıkar.

Brentano, fenomenolojide “yönelimsellik” (intentionnalite) kavramını geliştiren kişidir.

Ona göre cogito, bir bilinç edimi, bir seçim, bir yönelimdir. Bunun anlamı ise her bilinç ediminin bir nesnesi olduğudur; yani düşünmek hep bir şeyi düşünmektir. Dolayısıyla masayı

25

düşünüyorum demek “gerçek masanın bilincimdeki korelatı (bağlaşığı y.n.) ile iş görüyorum”

demektir. Bu bağlamda bir bilinç edimi başka bir bilinç edimini de nesne kılabilir ki bu durumda özne-nesne ikiliğinin ortadan kalktığı söylenebilir (Tura, 2012: 101). Burada bilinç, yöneldiği şeyle bağı ve bağımlılığı içindeki bilinçtir. Dolayısıyla insanın tarihselliği açısından bakıldığında bu yönelimsellik, her çağ ve dönemde farklılık gösterir. Böylece bilinç, insanların yaşama biçimlerinin bir ürünü olarak öznelerarasılıkta oluşan ve değişen bir şey olarak karşımıza çıkar. Bu haliyle de bunları aşan bir zihne indirgenemez. Sonuç olarak bilinç zihin, duyumsama, duygulanım, irade ve vicdanın değişen toplumsal, tarihsel koşullarının değişmesiyle değişen farkındalık anlamına gelir. O halde o, nesnenin basitçe yansıtıldığı bir ayna olmadığı gibi nesneye kendini tarih üstü bir şekilde dayatan da değildir, o tarihseldir (Özlem, 2016: 32). Burada bilincin Descartes’ın saf düşünme edimini gerçekleştiren bilinci olmadığı açıktır. Kendinde bir bilinç yoktur. O hep bir şeyin bilincidir, hep bir şeyi düşünmektedir. Bu haliyle onun yönelimi hep bir yerden başlar ve bir yöne yönelir ki bu onun toplumsal ve tarihsel koşullarla bağı içinde hareket ettiği anlamına gelir. İşte burada dikkat yönelme edimine, yönelen ile yönelinen arasındaki ilişkiye verilir. Husserl’de bilincin yönelimselliği, Heidegger’de anlamanın bağlamsallığı olarak karşımıza çıkar ve onda anlama Varlıktaki karşılıklı ait olma ilişkisine yönelir.

Brentano özel tasavvurlarla şeylerin kendiliği arasında üçüncü bir şey daha olduğunu bulur, bulduğu ise yönelimsel nesnelerdir. O halde onun yaptığı, özne ve nesne arasında koskoca bir varolanlar dünyası hazırlamaktır. Ona göre öz, genel kavramlar yerine tekil şeylerde barınır, böylece o yoğun bir sonsuzluğa sahip, sonsuz ilişkide bulunan ve sonsuz açıdan belirlenebilen olur. Bu ise bize tüketilemez bir dünya sunar (Safranski, 2008: 54-55). Bu birkaç açıdan önemlidir. Öncelikle öz artık özel bir tasavvur olmadığından genel bir kavram altında dile getirilemez. İkincisi, özün tekil şeylerde bulunmasıdır. Bu ise bizi, onunla karşılaşacağımız belirli adresler yerine onların sınırsız alanına gönderir. Buna bağlı olarak üçüncü sonuç, tekil şeylerin de anlamlarının dönüşmesi ve böylece tekil şeylerin artık, özün mekanı olan kavramlarla zıtlığında algılanan gerçeklikler olarak değil de, özün görünme mekanlarının çokluğu olarak düşünülmeleridir. Bu yaklaşım Heidegger’in yazgı anlayışı için de geçerlidir. Onda da yazgı bir kavram olarak soruşturulmadığı gibi, onun anlamlarını açan da özne değildir. Söz konusu olan onun açığa çıkma tarzları ile açığa çıkışlarının karşılıklı ilişkisidir.

Husserl’e göre varlık ancak bilincin kendine özgü biçimde yöneldiği, algılanan, inanılan, tahmin edilen vb. olarak konu edinilebilir (Husserl, 1997: 21). “Bilgi yaşantıları,

-26

özleri gereği- bir yönelim taşırlar, bir şeyi kastederler, şu veya bu türdeki bir nesneyle bağlantı kurarlar” (Husserl, 2010: 45). Böylece nesnenin bilinci yerine eylem halindeki bilinç (Bozkurt, 1998: 52), dış dünyayı sindiren geleneksel bilincin yerine oraya doğru açılan, dış dünyayla ilişkili değilse hiç olan bir bilinç konmuş olur (Lyotard, 2007: 10). O fenomenlerin

“kendiliğinden” ne olduğunu göstermeye çalışır, burada bilinç süreçlerine dikkat “öz” ile

“görünüş” ikiliğini ortadan kaldırır. İnsan bilincin içerde değil dışarıda, neyin bilinciyse onun yanında olduğunu fark eder. Bu durumda bilincin bir ‘içi’ yoktur, bilinç kendi kendinin

‘dışı’dır. Burada söz konusu olan bir nesnenin önce etkisiz bir şekilde kavranıp sonra ek bir edimle onun sevilmesi veya ondan korkulması değildir. Burada sevmek ve korkmak zaten daima bir nesne ilişkisine sahiptir, nesne bu edimlerde bambaşka biçimlerde verilir. Merleau-Ponty’nin ifadesiyle o, bilincin bir “bu arada”nın fenomeni olduğunu gösterir, bilinç geleneksel anlamda ne özne ne nesnedir (Safranski, 2008: 122-126). Dolayısıyla Husserl’in yönelimsellikte bilinçliliğin özünü bulduğu görüşünün özgünlüğü, yalnızca, bilinçli olmanın aslında hep bir şeyin bilincinde olmak olduğunu söylemesinde değil, bir şeye yönelmenin tüm bilinç yapısını kurduğunu iddia etmesinde yatar. Yani bilinci hali hazırda olan ve daha sonra kendisini aşan bir şey olarak değil varoluşu boyunca kendisini aşan bir şey olarak düşünmek gerekir (Levinas, 2010: 29). Fenomenoloji, zaman zaman değişen, böylelikle kalıcı olan düşünmenin, düşünülmesi gerekene uygun düşünmenin olanağıdır (BF, 92). Bilincin “bu arada”

olması hep bağlamsal olması anlamına, bu ise açığa çıkanların imkansallığına bağlanır.

Burada anlamın ve özün kaynağı bilinçtir; çünkü bilincimin nesnesi boş uzaydan oluşan gerçeklik değildir, bu gerçekliğin bilincimdeki onunla bağlantılı karşılığıdır, işte anlam böylelikle bilince içkin kalır (Tura, 2012: 102). Heidegger fenomenolojik gelenekten gelen Varlık-görünüş zıtlığına dayanan ontoloji-epistemoloji zıtlığını reddeder; çünkü bize görünme biçimlerinden soyutlanarak görünmenin ardı sorulamaz. Varlığın insan için olanakları gizlenmek, geri çekilmek ve unutulmaktır. Görünme, Varlığın insan için kendi kendisi olma yolu olursa, Varlığa erişim koşullarıyla Varlığın kendi kendisi olma koşulları arasındaki kategorik ayrım yiter, böylece görüngüsel ve ontolojik koşullar özdeşleşir (Aktok, 2010: 8-9).

Burada anlam ve öz bilincimin yönelimselliği içinde kurduğu ilişkide açığa çıkar. Onun mekanı burasıdır. İşte yazgının görünme tarzlarından ve görünümlerinden öte onun ne olduğu da sorulamaz. Yazgının anlamı ve özü bu karşılıklı ilişkide aranır.

Belirtmek gerekir ki Husserl fenomenolojisi etkili olduğu kadar eleştiriye de maruz kalmıştır. İki temel eleştiriden ilki, onda önermenin nesne durumlarından değil, onların değişmeyen ve sürekli bir durum olmasından söz etmesidir. Böylelikle burada ifadeler hem

27

kullanım bağlarından hem de birbirlerinden izole edilebilir. Bu dil felsefesi ise olgulardan soyutlama ve idealleştirme olarak solipsizmdir. İkinci eleştiri ise aşkın özne anlayışınadır. Bu öznenin yaşadığı söylenen aşkın ve fenomenolojik deneyim de elde ettiği bilgi de özeldir ve bu haliyle aktarılabilir değildir (Özcan, 2014: 34-36). Bu iki açıdan da Heidegger’in Husserl’den ayrıldığı ve onu aştığını söylemek uygun görünmektedir; çünkü Heidegger’de hem önermeler anlamaya bağlı olarak değişmeyen durumlardan söz etmez hem de aşkın bir özne anlayışı yer almaz. Fenomenolojide insanın anlamasından bağımsız varolan gerçeklikler, kavramlar, yapılar veya tarzlar hakkında bir nelik soruşturması yerine, konu edilen şeylerin insanın onlara yöneliminde, insanın onlarla ilişkisinde kendini açtığı düşünülmüştür. Bununla uyumlu olarak burada yazgının anlamını bir yorumlama etkinliği içinde açığa çıkarmaya çalışırken kullanılan karşılıklı okuma yöntemi, giriştede söylendiği gibi, fenomenolojiye de dayanmaktadır.

Bu bölümde yazgının seçilen dillerde etimolojik karşılıkları, Heidegger’in içine doğduğu arka plan, düşünmesini dayandırdığı Grek felsefesi, eleştirdiği Yeniçağ dönemi, metafiziğin sonu olarak gördüğü Nietzsche, varoluş kavramını aldığı Kierkegaard, yöntem konusunda etkilendiği Dilthey ve Husserl’in görüşlerinden kısaca söz edilmiştir. Burada Heidegger’in Varlık, varoluş, hakikat, düşünme, dünya, Dünya-içinde-varlık, anlama, yorum, fenomenoloji, tarih, yurtsuzluk, teknoloji, dil konusundaki ilgilerinin ortaya çıkma bağlamları anlaşılır kılınmaya; böylelikle onun düşüncelerinden bir şeyler anlamaya çalışırken hangi sorular bağlamında ve nelerden etkilenerek düşündüğü ve bunun yazgı anlayışını nasıl etkilediği görünür kılınmaya çalışılmıştır. Artık onun yazgı anlayışına geçmek, bu konudaki görüşlerine kulak vererek onu duymaya çalışmak anlamlı görünmektedir. Böylelikle yazgının ilişkilerin ilişkisi olduğu iddiası, ikinci bölümde yazgının açığa çıkma tarzlarıyla, bu tarzların kendi içindeki ilişkilere/karşıtlıklara/aitliklere fırsat sunan üçüncü bir ilişki zemini olmasıyla temellendirilmeye çalışılacaktır.

2. YAZGININ AÇIĞA ÇIKMA TARZLARI

Heidegger’e göre ontoloji başlığı on yedinci yüzyılda şekil almıştır ve varolanın geleneksel felsefe öğretisinin çalışılmasını gösterir. Heidegger bu yüzden, ontoloji başlığını kullanmaktan, ontolojik olarak vazgeçmenin iyi bir şey olabileceğini söyler (MG, 50-51).

Gerçekten de bu eleştiri anlamlıdır; çünkü o ne varolanların ne de Varlığın ne olduğunu sorar.

Onun sorduğu onların anlamları/nasıl açığa çıktığıdır. Heidegger aynı zamanda Varlık ile varolan arasındaki ayrımın varolan ile varolanların varlığı biçimindeki bir ayrımla yeniden düşünülmesini ister. Bununla birlikte Varlık ile varolanların karşılıklı bir ilişkide birbirine ait

28

olduğunu da söylememiz gerekir. Bu yüzden onun ikinci dönem metinlerinde düşünmesi Varlıktan yola çıkmaz. Heidegger artık Varlık ile varolanlar başta olmak üzere birbirlerine aitlik ilişkisi içinde düşünülen tüm karşıtlıkların bu aitlik ilişkisi içinde açıldığı açığa çıkma tarzlarını, ilişkileri/bağları düşünür. İşte yazgının açığa çıkma tarzlarının zemini budur.

Bu tezde yazgının anlamı aranırken, karşılaşılan zorlukların bizi yeni bir yöntemle bu arayışı sürdürmeye sevkettiği girişte söylenmişti. Bu yöntem karşılıklı okuma yöntemidir.

Burada yazgının açığa çıkma tarzları ile açığa çıkışları karşılıklı olarak konumlanacak ve bu ilişki içinde okunacaktır. Yazgının anlamını ilişkilerin ilişkisi olarak belirlemek, yazgının açığa çıkma tarzlarıyla açığa çıkışlarının ve onlarda gerçekleşen tüm ilişkilerin yazgının anlamı içinde yer almasına imkan tanır. Karşılıklı okuma yöntemi sayesinde, Heidegger’deki hakikat anlayışıyla uyumlu olarak Varlıktaki/yazgıdaki açığa çıkmaların, başta gizlilikle bağı/ilişkisi olmak üzere her durumda bir ilişki içinde açığa çıktığı gösterilebilir. Böylelikle yazgının Varlığa ve hayata dair her şeyi açan gizleyen, toplayan gönderen, ayıran birleştiren, karşılaştıran, birbirine ait kılan ve olmaya bırakan ilişkilerin öngörülemez ve müdahale edilemez birliği olduğu görülebilir.