• Sonuç bulunamadı

gerektirmez.492Bu görüşü Şâfiî fakîhlerin çoğunluğu ile Semerkant Hanefî fakîhleri

savunur. 493

Sonuç itibariyle birinci görüştekiler, “hassın mecaz ifade ettiğine dair bir delîl bulununcaya kadar hakîkatı üzere devam edeceğini, ikinci görüştekiler ise hakîkatın mecâza ihtimâli olduğunu ve ihtimâl ile kesinliğin birlikte düşünülemeyeceğini, bu sebeple hâss’ın kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan bir kesinlikte olmadığını ileri

sürmüşlerdir.”494

Hâss-Beyân ilişkisi açısından da mesele incelendiğinde karşımıza bahsi geçen iki görüşün yine farklı mülahazaları ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki;

Birinci görüş sahipleri (Irak Hanefileri-Cumhûr), hâss lafzın beyân ihtimalini taşıdığını kabul etmezler. Onlara göre beyân’ın hakikatı, açık olmaktır (zuhûr) ve kapalılığı gidermektir (izâletü’l-hafâ), bundan dolayı da beyânı kabul eden lafzın ya mücmel ya da müşkil bir lafız olması lazımdır. Halbuki bu iki lafız hâss lafız

489 Şa’bân, Zekiyüddin, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l-Fıkh), s. 312 490 Tavîle, Abdüvehhâb Abdüsselâm, Eserü’l-Lugat fi İhtilâfi’l-Müctehdîn, s. 352 491 Semerkandî, Mîzânü’l-Usûl fi Netâici’l-Ukûl, s. 301

492 Koca, Ferhat, “Has”, DİA, 16/266

493 Tavîle, Abdülvehhâb Abdusselâm, Eserü’l-Lugat fi İhtilâfi’l-Müctehdîn, s. 352 494 Koca, Ferhat, “Has”, DİA, 16/266

144

pozisyonunda olan lafızlar değildir, çünkü hâss lafız, bir manayı tek tek ortaya koymak üzere konulduğu için zaten açık olan (zâhir) bir lafızdır. Buna rağmen hâss lafzın

beyânı kabul ettiğini söylemek tahsîlü’l-hâsıl kabilinden boş bir çaba olur.495

İkinci görüştekilere (Semerkant Hanefileri-Şâfiîlerin çoğunluğu) göre ise, hâss lafız beyân ihtimalini taşır. Yani hâss lafızda delile bağlı olarak mecâz ihtimalinin varlığı hâss’ın beyân’ı kabul ettiği anlamına gelmektedir, çünküُmecâz, murâd edileni beyân etmek için vardır. Böyle olunca da hâss lafzın mecâz’ı kabul ettiğini ama

beyân’ı kabul etmediğini savunmak sadece çelişkidir.496

Hâss lâfız, delâletini, dolayısıyla kendi payına düşen hükümleri beyân etme işlevini Kur’ân’da geçen bazı ayetler üzerinden şöyle geçekleştirmektedir. Meselâ:

َنوُمِع طُت اَم ِطَس وَا نِم َني كاَسَم ِةَر َشَع ُماَع طِا َُٓهُتَرا ََكَف َناَم يَ لْا ُمُت د قَع اَمِب مُكُذِخاَؤَُي نِكّٰلَو مُكِناَم يَا ي َٓف ِو غ للاِب ُهّٰ للا ُمُكُذِخاَؤَُي َلْ( ) ما يَا ِةَثّٰلََث ُماَيِصَف دِجَي مَل نَمَف ةَبََقَر ُري ر حَت وَا مُهَُتَو سِك وَا مُكي ل هَا “ayetinde497 geçen “rakabe” (boyun), “aşera”

(on), “selâse” (üç) lafızları veُُِهّٰللاُ ِني د ي ف ٌةَف أَر اَمِهِب مُك ذُخ أَت َلَْو ةَد لَج َةَئاِم اَمُه َنِم دِحاَو لُك اوُدِل جاَف ي نا زلاَو ُةَيِنا زلَا( )َني نِم ؤُم لا َنِم ٌةََِئآََط اَمُهََباَذَع دَه شَي لَو ِرِخّٰ لْا ِم وََي لاَو ِهّٰ للاِب َنوُنِم ؤَُتُُْم تْن كُُْنِا ayetinde498 geçen “mie” (yüz) lafzı

ile) َنوُقِساََ لا ُمُه َكِئَّٰٓلُ۬وُاَو اادَبَا اةَداَهَش مُهَل اوُلََب قََت َلَْو اةَد لَج َني ناَمَث مُهوُدِل جاَف َءآََدَهُش ِةَعََب رَاِب اوُت أَي مَل مُث ِتاَنَص حُم لا َنوُم رََيُ َني ذ لاَو(

495 Sâ’idî, Hamd b. Hamdî, el-Mutlak ve’l-Mukayyed, s. 77

496 Semerkandî, Mîzânü’l-Usûl fi Netâici’l-Ukûl, s. 300-301; Sâ’idî, Hamd b. Hamdî, el-Mutlak ve’l-

Mukayyed, s. 78

497 Mâide 5/89: (Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da keffâreti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır.)

498 Nûr 24/2: (Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini(nin koymuş olduğu hükmü uygulama) konusunda onlara acıyacağınız tutmasın. Müminlerden bir topluluk da onların cezalandırılmasına şahit olsun.)

145

ayetinde499 geçen “semânîn” lafzı hâss lafızlardır. Bunların başka bir tarafa

çekilmeksizin kendilerinden anlaşılan delâletlerinin kat’î olduğu kabul edilir.500

Yine )َنوُمَح رَُت مُك لَعَل َلوُس رلا اوُعي طَاَو َةوّٰك زلا اوُتّٰاَو َةوّٰل صلا اوُمي قَاَو( ayetinde501 geçen emr sîgaları ile

) قَح لاِب لِْا ُهّٰ للا َم رَح ي ت لا َس َ َنلا اوُلَُت قََت َلَْو( ayetinde502 geçen nehy sîgası ve bunlara benzer sîgalar

birer hâss lafızdır, çünkü hem emr hem de nehy sîğaları hâss lafızlardan kabul edilir. Buna göre namaz kılmak, zekât vermek ve Rasûl’e itaat etmek kat’î olarak vucûbiyet,

cana kıymak da kat’î olarak harâmlılık ifade eder.503

Hâss lafızla ilgili kabul edilen genel prensip kât’ilik olmakla birlikte onu hakikî manâsının dışına çıkaran bir delil var olduğunda hâss lafzın delâleti kât’î olmaktan çıkar ve hâss lafız te’vîl yoluyla kendi manâsının dışında muhtemel başka bir mânaya çekilebilir. Meselâ, “ben bir aslan gördüm.” denildiğinde bu söz, malum bir hayvan olan aslan’ın kastedildiği ihtimali dışında aslan gibi cesur bir insanın da kastedildiği

ihtimalini barındırmaktadır. İlk anlam hakîkî, ikinci anlam ise mecâzîdir.504

Buna Hz. Peygamber’in (a.s.s.) ) ٌةاَش اةاَش َنيِعَب رَأ ِ لُك يِف( “Her kırk koyunda bir koyun

(zekât verilmesi) gerekir.” 505 hadisi de örnek verilebilir. Hadiste geçen “şât (koyun)”

lafzı Hanefîler tarafından asıl anlam olan koyunun “ayn’ı” yanında karşılığı olan “kıymet’i” olarak da yorumlanmış. Hadisteki (kırk) ve (bir) lafızları birer hâss lafız olup daha fazla veya daha az miktardaki sayıya delâlet etmezken, Hanefîlerin hadisteki hâss lafzın taşıdığı ihtimali dikkate almalarının temelinde Şâri’in, zekâtı fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak için farz kıldığı düşüncesi yatmaktadır. Onlara göre zekâtın

499 Nûr 24/4: (Namuslu kadınlara zina isnat edip sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. İşte bunlar fâsık kimselerdir.)

500 Şa’bân, Zekiyüddin, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l-Fıkh), s.312

501 Nûr 24/56: (Namaz’ı dosdoğru kılın, zekât’ı verin, Resûl’e itaat edin ki size merhamet edilsin.) 502 İsrâ 17/33: (Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın.) 503 Sâlih, Muhammed Edîb, Tefsirü’n-Nusûs, 2/166; Vehbe, Zuhaylî, Usûlü’l-Fıkhi’l-İslâmî, 1/205 504 Buhârî, Abdülazîz, Keşfü’l-Esrâr ‘an Usûli Fahri’l-İslâm el-Pezdevî, 1/33

146

gayesi ihtiyacı karşılamak olduğuna göre bu, koyunun “ayn’ı”yla karşılanacağı gibi “kıymet’i”yle de karşılanabilir. Çünkü burada delilden kaynaklı bir ihtimâl söz

konusudur.506

İslam Hukukunda özellikle Hanefî fakihleri ile diğer mezhep fakîhleri arasında ihtilaflı olan birçok fıkhî mesele hâss’ın delâletine dayandırılarak karara bağlanmıştır. Konuyu örneklemek için ihtilaflı meselelerden yalnızca bir tanesini zikredeceğiz:

) ءوَُٓرَُق َةَثّٰلََث نِهِسَُ َنَاِب َن ص بَرََتََي ُتاَق لَطُم لاَو( “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine (evlenmeden)

üç kur’ süresi bekler.” 507 âyet’inde geçen “kur’” kelimesi tüm fakihlerin ittifakıyla

“müşterek” bir lâfızdır ve lugatte hem “temizlik” hem de “hayız” manasına

gelmektedir. Âyet’te ise belli bir mâna yani bu iki mânadan biri kastedilmektedir.508

İşin bu kısmıyla ilgili başlayan ihtilâf sonrasında “kur’” kelimesini, Hanefî ve Hanbelî

müctehidler “ضيح/hayız” olarak, Şâfiî ve Mâlikî müctehidler de “رهط/temizlik” olarak

kabul etmişlerdir.509

“Kur’” kelimesinin “hayız” anlamında olduğu ictihâdını benimseyen

Hanefiler,510 işte bu sonuca hâss lâfzın beyân edip ortaya koyduğu kat’î delâleti

üzerinden ulaştılar.

Şöyle ki; Hanefîlere göre ayette geçen ( َةَثّٰلََث) / (üç) lafzı hâss bir lâfızdır ve iddetin

eksik/fazla olmaksızın tam olarak “üç kur’” olduğunu ortaya koymaktadır. Bu ise,ُ

506 İbn Emîru Hâc, et-Takrîr ve’t-Tahbîr ‘ale’t-Tahrîr, 1/153; Îcî, Adudüddîn, Şerhü’l-‘Adud ‘alâ

Muhtasari’l-Münteha’l-Usûlî, 3/148, 149, 153, 375

507 Bakara 2/228

508 Çünkü dilkurallarına göre de tek bir lâfız aynı anda iki farklı anlama gelecek şekilde kullanılamaz. Bkz. Kelvezânî, et-Temhid fi Usûli’l-Fıkh, 2/246

509 İbn Cüzey, Takrîbü’l-Vusûl İlâ İlmi’l-Usûl, s. 203; Zuhaylî, Mustafa, el-vecîz fi Usûli’l-Fıkhi’l-

İslâmî, 2/60

510 Kendi usûl eserinin “bâbü’l-ihtlâf” kısmında bu meseleyi delilleriyle tartışan imâm Şâfiî, ise, sonuç olarak-Hanefî ve Hanbeli ictihâdının aksine- “el-kur’” kelimesinin “tuhr/temizlik” anlamında olduğu ictihâdını benimser. Bkz. Şâfiî, er-Risâle, s. 561-132; Ayrıca konuyla ilgili Şâfiî’yle aynı olan Mâlikî ictihâdının dayanakları için için bkz. Simlâlî, Ref’ü’n-Nikâb ‘an Tenkîhi’ş-Şîhâb, 2/351-356; Hanefî’yle aynı olan Hanbelî ictihâdı için de bkz.ُ İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebir, 24/42-47

147

ayetteki “kur’” kelimesinin “tuhr” olarak değil, ancak “hayz” olarak anlaşılmasıyla mümkün olmaktadır. Çünkü “kur’”’dan kasıt, “tuhr” olsaydı hâss bir lafız olan “selâse” lafzının manası bozulurdu ve iddet süresinde artma veya eksilme olurdu. Yani eğer talâkın/boşamanın içinde gerçekleştiği tuhr/temizlik süresi, iddet süresinden sayılmazsa, mutalleka/boşanmış olan kadının üç temizlik süresi ve biraz da dördüncü temizlik süresini beklemesi gerekir ki bu durumda iddet süresinde artma meydan gelir. Yok, eğer talâkın/boşamanın içinde gerçekleştiği tuhr/temizlik süresi, iddet süresinden sayılırsa, mutalleka/boşanmış olan kadının iki temizlik süresi ve biraz da üçüncü temizlik süresini beklemesi gerekir ki bu durumda da iddet süresinde azalma meydana gelir. Bu durum icmâya aykırıdır. O halde iddet süresinin tam olarak tespiti ancak “kur’” lafzının “hayz” anlamında olduğu ictihâdıyla mümkündür. Çünkü bu durumda “selâse/üç” hâss lafzı, ihtimale yer vermeyecek şekilde kat’î bir sonuç ortaya

çıkarmaktadır.511

Benzer Belgeler