• Sonuç bulunamadı

Ermenistan nüfusunu % 97’sini oluşturan Ermenilerin ne kadarının terk edilen topraklarla bağı olduğu-nu ve kaçının ailelerinin Türklerle ilgili hikâyeleri olduğuolduğu-nu söylemek güç. Ancak, Jön Türkler tarafın-dan gerçekleştirilen kırımlartarafın-dan sonra, Ermenilerin büyük bir bölümü o zaman Rusya egemenliği altın-daki Doğu Ermenistan’a göç ettiler (genelde Van, Kars, Sasun, Muş ve Bitlis’ten); daha sonraki yıllarda, 1920, 1940, 1960’lı yıllarda başka ülkelere (Suriye, Irak, Lübnan, Mısır, İran, Yunanistan, Bulgaristan, Ro-manya, Fransa, Arjantin ve başka ülkelerden) göç etmiş Ermeniler de Ermenistan’a yerleştiler; beraber-lerinde hikâyeleri de vardı. Türkiye’nin batı ve güney bölgeberaber-lerinden (Adana, Sivas, Maraş, Kayseri vs.) ka-çan Ermeniler ve onların çocukları da Ermenistan’a geldiler. Onlar sadece Türkiye’de meydana gelen kı-rımların hatırasının doğrudan taşıyıcısı değildi, bu hatıra ve duyguların aktarıldığı ortamı da yarattılar. Kırımlardan kurtulan Ermenilerin hikâyeleri ve anlattıkları, aynı zamanda bugünkü Ermenistan’da ya-şayan Ermenilere de aktarıldı. Aktarım şekilleri çok farklıydı. Öncelikle, hayatta kalabilenler, ilk başlar-da yerli halkın evinde misafir olarak kaldılar; bu durumbaşlar-da, ev sahipleri onların acılarına, yaslarına ve anılarına ortak olmaya başladı. İkinci olarak, kurtulanların çocuklarıyla Ermenistanlıların yaptıkları ev-lilikler, komşularla ve iş ortamında kurulan ilişkiler de bu hatıraların paylaşılmasında büyük rol oynu-yordu. Ermenistan’da bugün 1915–1922 yılları arasındaki olaylarla ilgili anıları olmayan çok az insana rastlayabilirsiniz. “Gelinimin ailesinden bir tek dedesi sağ kalmış…” “Amcamın torununun kocasının ba-basının halası bir Türk beyinin hareminden kaçmış…” “Komşumuzun dedesi kucaklayıp getirmiş onu…” “İş arkadaşımın dedesi Amerikalıların yetimhanesinde büyümüş, hayatının sonuna kadar anne-baba-sının kendi gözü önünde nasıl katledildiklerini unutamıyordu…” Bu tür hikâyeleri herkesten duymak mümkündür.

Ermeniler dışında, bu tip anıları olan ve 1915–1920 arasında kırımlara maruz kalıp, hayatta kalmayı ba-şaran ve Ermenistan’a yerleşen Yezidiler de vardır. Şu anda, Ermenistan nüfusunun büyük kısmının bu tip hikâyelere sahip olduğunu rahatça söyleyebiliriz.

Bunların yanında, Ermenistan’da bu tip anıları olan insanların daha yoğun yaşadığı bölgeler, köyler, semt-ler de var. Kırım’dan kurtulup Ermenistan’a kaçanlar buralara toplu halde yerleşmişsemt-ler. Şu an Ermenistan sınırları içinde olan Talin, Kotayk, Armavir, Vardenis ve birçok bölge, Van, Bitlis, Sasun, Muş ve Alaşkert’e bağlı köy ve şehirlerde kırımdan kurtulanların Ermenistan’a yerleştikleri yerler. Erivan’ın Zeytun, Sebastia [Sivas], Arceş [Erciş], Butania [İzmit-Adapazarı yöresi], Malatya semtleri, 40’lı ve 60’lı yıllarda Türkiye’nin adı geçen şehirlerinden Ermenistan’a göç eden Ermenilerin yaşadıkları semtler. Bu tip semtlerde geçmiş sadece anılarda saklı değil, aksine bugün de hâlâ sürüyor; çünkü kayıp akrabalar, amcalar, dayılar, halalar,

teyzeler, eski hemşeriler, köylüler ve torunları hâlâ birbirlerini bulabiliyorlar. Böylece geçmiş, “efsaneleş-miş” bile olsa “bugüne dönüşebiliyor.” Geçmişin yüküyle ağırlaşmış hayatlar, Ermenice, İngilizce, Arapça, İspanyolca konuşan kişilerin zihinleri, geçmişin Türkçe ve Kürtçe hikâyeleriyle dolabiliyor (anne-babala-rı ya da nine ve dedeleri Türkçe veya Kürtçe konuştukla(anne-babala-rı için, yeni nesle mensup olanlar, başka ülkelerde bile doğmuş olsalar bu dilleri konuşabiliyorlar, genellikle Ermenice bilmiyorlar. Bugün birbirleriyle görüş-tüklerinde Türkçe konuşup geçmişteki aile kurbanlarının anılarını anlatıyorlar). Bu görüşmelerde herkes birbirine kendi hikâyesini anlatıyor: “…yılında halanı gördüm, Avusturya’da, kurtulmuş…” “… Ninenin ab-lasını babam 1920’de Artvin’den çıkmadan görmüş, bir Türkün karısı olmuş…” “Amcan da kurtulmuş, 5 yaşındayken Der Zor’da bir Arabın çadırında kalmış. Onu gördüm, yaşlı bir Arap olmuş, gerçek bir Müslü-man ama çocukluğunu hatırlıyor. Babanın adını bile hatırladı. Babanın da kurtulduğunu, şimdi Halep’te dükkânları olduğunu, çocukları olduğunu söyledim ama pek oralı olmadı…”). Bu hikâyeleri bilenler, çoğu zaman akrabalarını bulmak için “yanıp tutuşuyorlar”. Konuşmacılarımızdan çoğu bize bu tip anılar anlat-tılar. Bugün akrabalarını bulabilenler kendi ailelerinin geçmişi hakkında daha çok bilgi sahibi olabiliyorlar çünkü bazen aileleri bu hikâyeleri anlatmayıp acılarını suskunluğa boğuyorlar. (Adapazarlı ve Mersinli an-ne-babanın kızı olan Ayda Topuzyan, Beyrut’ta doğmuş. 1970’te, ABD’de yaşayan babasının halasıyla bu-luşabilmiş, tüm hikâyeyi o zaman öğrenebilmiş).

Son 20 yıldır bu tip hikâyelerin tazelenmesi, beslenebilmesi için bir yol daha ortaya çıktı: Türkiye’ye git-mek ve kaybedilmiş yurdu görebilgit-mek. İnsanlar gidip atalarının köylerini, bazen evlerini bile, dedele-rinin anlattığı kutsal yerleri, mezarlıkları, kiliseleri, ağaçları, ormanları görüyorlar (anlatanlar genelde “Bizim evimiz, köyümüz, ormanımız” diye anlatıyorlar). Dönerken, yanlarında ninelerinin sevdiği çiçe-ği, meyveyi, atalarının yaptığı çeşmenin suyunu getiriyor, bunları kutsal birer emanet olarak

görüyor-Adapazarlı ve Mersinli anne-babanın kızı olan Ayda Topuzyan halasının hikâyesini anlatıyor.

lar. Bazen geçmişlerini bilen insanlara rastlıyorlar köylerine gittiklerinde, onlarla sohbet ediyorlar ve bu ziyaretler onların geçmişe dair anılarını besleyen en güçlü kaynak oluyor. Döndüklerinde bu hikâyele-ri tüm aile üyelehikâyele-rine anlatıyorlar, beraberce yurtlarından getihikâyele-rilen sudan içiyor, oradan getihikâyele-rilen topra-ğı burada ölen akrabalarının mezarlarına karıştırıyorlar. Bu şekilde, farkında olmadan geçmişin hikâye-leri “kutsallaştırılıyor”.

Eski Khasturlu Rafael Sahakyan bu çiçekleri 2007 senesinde ziyaret ettiği, Eleşkirt’e1 bağlı Khastur2 kö-yünden getirip, kendileri de oralı olan yakınlarına dağıtmış. Gyozal Hovhanissyan’ın ailesi de dağıtılan bu çiçeklerden almış, kendileriyle görüşmemiz sırasında bize de hatıra olarak bu çiçeklerden verdiler. 1 Eleşkirt – (Alaşkert, Toprakkale, Toprakğala, Toprakhgala, Topraggala, Topraggale, Toprağgala, Toprağgale, Toprakgala,

Top-rakgale, Valargerd, Valaşagerd, Vağaşagerd, Vağarşagerd). 1914 tarihine kadar Garin/Erzurum vilayeti, Beyazıt kasabası/ka-zası, Eleşkirt merkezlidir. Doğu Fırat’ın sağ tarafında bulunan kollarından biri olan Şarian nehrinin kollarından birinin vadi-sinde, Trabzon-Erzurum-Magu-Tebriz yolunun üzerinde bulunur. Denizden yüksekliği 1700 metreden fazladır.

2 Khastur: Khanzer, Hatstur.

Rafael Sahakyan, “Hayrenakanç”1 adlı derginin kurucusu. Bu dergide dönem dönem yurduna yaptığı ge-ziler hakkında makaleler yazıyor.

Eski anıların “kutsallaştırılmasına” ve daha sonra yayılmasına bir örnek de Akdeniz kıyısında bulunan Musa Dağ’ın eteklerinde yaşamış, kırımlar zamanında öz-savunma hareketi başlatmış ve 40 gün boyun-ca Türklerin düzenli ordusuna direnmiş köylülerin, Erivan’dan yaklaşık 15 km uzaklıkta bulunan anıt et-rafında her yıl 20 Eylül’ü takip eden pazar günü düzenledikleri kutlamalar.

Akdeniz kıyısındaki Musa Dağ eteklerinde yaşayan akrabalarından koparılmış ve şu anda başka ülke-lerde yaşayan bu insanlar o gün hep beraber Ermenistan’da buluşuyorlar. Cumartesiyi pazara bağlayan o gece, ateşler üzerinde onlarca kazanda açık havada gelenekleri olan harisa’yı2 hep birlikte pişiriyorlar. Anıtın etrafına toplanan Musa Dağlılar, onların Ermenistanlı akrabaları ve yakınları, tüm gece kazanla-rın etrafında oturup eski anılakazanla-rını ve kurtulan ya da hayatını kaybeden akrabalakazanla-rını yâd ediyorlar. Bu

ha-risa pişirme toplantısına, belirli bir ritimle çalınan davullar da eşlik ediyor, böylece ortam daha hüzünlü

bir hal alıyor. Anlatıcımız Musa Dağlı değil, Ermenistanlı’ydı.

1 Hayrenakanç: Yurdun çağrısı. 2 Harisa: Keşkek.

“Burada (Musa Dağ halkının kurtuluşunu sem-bolize eden anıtın etrafındaki halkı kast ederek) tüm sene bu günü bekliyoruz. O günlerde hep be-raber harisa pişiriyoruz. Ama önemli olan uzak-takini eve getirebilmek; o kurban sayılır çünkü… Musa Dağlılar para topluyor kendi aralarında, bizden almıyorlar, o taraflardan para da gönde-riyorlar galiba. İşte o parayla, yüz, belki daha faz-la kazan kaynatıyorfaz-lar. Her sene daha da çoğa-lıyor, kaç hayvan kesiyorlar onu da bilmiyorum, kazanlar 100, 110, 120 tane oluyor, Musa Dağ’ın yılına göre… Başta 40 tane yapıyolardı, Musa Dağ’daki 40 gün için ama şimdi seneye göre ya-pıyolar. Papaz, hayvanları keserken kutsamıyor,

harisalar öğleden sonra 1–1. 30 gibi hazır oluyor,

papaz o zaman gelip kutsuyor ve dağıtmaya baş-lıyorlar. Şenlik cumartesi akşamı başlıyor ve

pa-zar akşamına kadar sürüyor, harisa dağıtıldıktan sonra kültürel kısım başlıyor, sonra yanlarında başka yiyecekler de getiren misafirler oturuyorlar ağaçların altına, keyif yapıyorlar geceye kadar, sonra da da-ğılıyorlar…”

Musa Dağ’da yaşayan Ermeni halkının kurtuluşunun kutlamaları, 2009.

“Memleketin Toprağı Güçlüdür, Memleketin Meyvesi Tatlı,

Memleketin Suyu Turnanın Gözü Gibi Aktır”

“Dedelerimiz, memleketten gelmişler, en büyük hayalleri bir gün vatanlarından gelen suyun mezarla-rına dökülmesiydi. Dedem hep derdi ‘Orada gömülmesem bile, gidin, oradan bir avuç toprak getirin’.” (Vard Abacıyan’ın anlattıklarından). Sasun’un Mec köyünden Radik Şaroyan, birçok insan gibi, memle-ketinden toprak getirmiş: “Tüm Mecliler getirdiği toprağı kendi aralarında paylaştılar, akrabalarının me-zarına döktüler, bu kadarı da bana pay kaldı.” (Hamlet Hovsepyan’ın anlattıklarından).

Ermenistan’da Batı Ermenilerine özel bir toplumsal ağ kuruldu, bu ağa kısaca “hemşerilik” ağı diyebili-riz. Hemşeriler toplumsal ağının bazı ayırt edici özellikleri var: kendi aralarında eski şiveyle konuşmak, birbirine yardım etmek; düğün, vaftiz, cenaze gibi zamanlarda birbirlerine destek olmak, yöresel

ları ve yemekleri bilmek gibi… Bazı grupların özel buluşma günleri de var; özellikle de, eğer grup üyele-ri artık farklı semt ya da şehirlerde yaşıyorlarsa…

“Hemşerilerin” mikro dünyalarında, kendi yörelerinde yaşamış entelektüellerinin, düşünürlerinin, mü-cadele zamanında büyük kahramanlıklar yapanların ve kurban olanların hatırlanması ve hatıraların ge-lecek nesle aktarılması çok önemli yer tutuyor.

Konuştuğumuz insanlar, dedelerinin “vatan”ın eşsiz doğasını, çeşmelerini, çiçeklerini, sularını, orman-larını anlattıkorman-larını hatırlıyorlar. “Annem diyordu ki, her şey çok lezzetliymiş. ‘Yan köyde elmalar olgun-laşınca kokusu bizim köye gelirdi, Tapavan’ın elmaları olmuş derdik’ diyordu…” (Arpik Şahinyan’ın an-lattıklarından) “Bingöl’den bir kadın vardı bizim yanımızda, nineydi, meyveleri alıp masaya koyduğu-muzda, ‘eehh’ derdi, ‘Bingöl’ün suyu, Bingöl’ün meyvesi nerde? Bunlar yenecek şey mi ki, yersiniz. Biz karpuz aldığımızda, çocuklar üzerine otururlardı, ayakları yere değmezdi, on yaşındaki çocuğun, yaaa, senenin 12 ayı bahardı Bingöl’de’” (Vard Abacıyan’ın anlattıklarından).

Alaşkert’in [Eleşkirt] Khastur köyünden kurtulanların torunları ve akrabaları Ermenistan’ın ve Rusya’nın farklı bölgelerinden gelip, kendi özel günlerinde bir araya geliyorlar.

Alaşkertli Hraçya Hovhannisyan, Khastur köyüne gitmeyi düşlüyordu: “De-dem hep derdi ki, bizim köyümüze manana1 düşerdi gökten, çok zengindi bizim oraların doğası, manana yağardı gökten. Buğdayımız bütün köyü ge-çindirdi. Çok zengindi köyümüz, çok... Daha Soykırım’dan önce bizim ora-nın buğdayıyla bütün Sasun’un ekmeğini biz verirdik. Derdi ki, ‘Yavrum, taş arasan bulamazdın, hep topraktı, temiz topraktı.’ ‘Khastur’un çeşmesi’ der-di, ‘suyu sanki turnanın gözü gibiyder-di, öyle temiz, öyle temiz… Sanki turna-nın gözü…’”

Ana-babaların çoğu, çocuklarına “memlekete” gitmeyi miras bırakıyorlar-dı. Griş Badalyan’ın annesi, kurtulduktan sonra da çok zorlu bir hayat ge-çirmiş. Her fırsatta çocuklarına başlarından geçen bütün acıları tüm dün-yaya anlatmalarını ve bir gün mutlaka babasının evini bulmalarını öğütler-miş. “Eğer ben ölürsem, zamanı gelir siz her şeyi anlatırsınız; size izin ve-rirler, babamın evine gidersiniz, ocağımızı bulursunuz. Köye gidersiniz, in-ce inin-ce yollar var orada, yolun sonundaki bizim ev… Sonuncu ev, köyün dı-şındaki…”

“Memleketin” eşsiz güzellikleri hakkındaki hikâyeler ve anlatılanlar çoğu insanda bir korku uyandırıyor. Ya gidip görecekleri yer anlatılan kadar gü-zel değilse? Bu korku, hayal kırıklığına uğramak korkusu... 2000 yılında Va-sak Toroyan dedelerinin memleketine, Bitlis’in Arpi köyüne gitmeyi başa-rıyor. Köye yaklaşırken kafası karışıyor: “Çok gerilmiştim, çok… Köye yak-laşırken, babamın anlattığı cennet ağaçlarını göremiyordum. İyice yakla-şınca, arabayı durdurmalarını rica ettim. İki şey vardı, hangisi daha önem-li, anılar mı, yoksa gidip köyü görmek mi? Ya cennet ağaçları yoksa orada?

Hangisi? Yoksa geri dönmek mi? Sonunda gidip görmeye karar verdim.” (Vasak Toroyan’ın anlattıkla-rından).

“Hemşeriler” diyeceğimiz sosyal ağı oluşturan kişiler, kuşkusuz Türkler ve Türkiye’de yaşayan Kürt-ler hakkında görüşKürt-lerini, yaşadıkları tecrübeKürt-ler ve anıları sonucunda oluşturmuşlar. Burada aynı za-manda kolektif-toplumsal hafızanın etkisinden de bahsetmek mümkün. Bu çalışmada “memleket”e iliş-kin toplumsal ağ dediğimiz olguyu Aşnak ve Ucan köylerinin sailiş-kinlerinin anıları temsil ediyor. Bu ağa, Alaşkert’in Khastur köyünden Hovhanisyan ailesini, Talvorik, Daştadem köylerinde konuştuğumuz in-sanları, memleketini ziyaret etmiş Vasak Toroyan’ı, Sasunlu Aregnaz Poğosyan’ı, Almast Harutyunyan’ı da dahil edebiliriz. Bu ağdaki tüm hikâyeler ailevi ortamda çok dikkatli ve ayrıntılı bir şekilde yeni ne-sillere aktarılmakta.

1 Manana (Ermenice): Kudret helvası. Ağaçların dallarının yapraklarında baharda oluşan tatlı sıvı.

Khastur köyünden, kırım zamanında 7 yaşında olan ve hayatta kalmayı başarabilen, daha sonra bir Amerikan yetimhanesinde büyüyen Mihran Hovhanisyan’ın torunu Tatevik, “memleketinin” dansını, hiç durmadan, 4–5 saat sergileyebiliyor. “Yöresel dansımızı tüm gece sergileyebilirim” diyor Tatevik.