• Sonuç bulunamadı

G eorge Santayan a, Reason in Science, Collier, 1962, s 10 11.

Belgede Atatürk Kültür Merkezi (sayfa 82-87)

önceden plânlanması imkânsız olacak kadar büyük keşiflerin yolunu tıkamaması gerektiğidir. Yani plânlamalar plânlanması imkânsız olacak en önemli keşiflere zaman ve fırsat bırakmayacak ölçüde mübâlağa edilmemelidir. Çünkü en önemli, en büyük ve çaplı keşif­ lerin hasbî bilimsel araştırmalar yoluyla, arı bilim araştırmaları sonucunda beklenmedik biçimde su yüzüne çıkması her zaman mümkündür. Teknoloji gerçek arı bilime açık bono vermediği tak­ dirde kendi amaçlarına ulaşma çabalarının verimliliği yollarını en canalıcı noktalarda tıkamış, kendi yararına aykırı biçimde hareket etmiş olur.

Daha önce de işaret edildiği üzere, Batı’nın son asırlarda hep böyle bir bilim politikasını bilinçli ve tutarlı bir şekilde uygulamış olduğunu söyleyemeyiz. Fakat yine de, diyebiliriz ki, Batı, onyedinci asırdan itibaren, arı bilime verdiği yüksek değer sayesinde, uygar­ lığını mütemadiyen ileri doğru hamleler yapacak bünyeye ulaştırmış ve bu mahiyetini devam ettirebilmiştir. Bizim de, Batı’yı taklid ederken, yani Batılılaşma hareketimizde, Batı biliminin bu yönünü teşhis edip edememiş olmamızın saptanması ya da belirlenmesi burada söz konusudur. Yani biz bilimin dinamik yönüne ve temel bilim araştırmalarına Batı’ya ayak uyduracak biçimde önem verme gere­ ğini kavradık mı? Bu sorunun ayrıntılı yanıtını bulmamız gerek­ mektedir.

Belli bir çağda sadece mevcut bilgi ile yetinilerek yapılabilecek işlerin bile sonu gelmez. Mevcut bilginin uygulama alanı alabil­ diğine genişletilebilir ve bu alanın genişletilmesi her adımda birçok emek ve masrafa malolur. Böylece de hiç olmazsa kuramsal olarak, bilimin gelişmesini beklemeksizin, esasen elde bulunan bilginin insan yararına açılabilecek uygulama alanları her zaman için çok ve çeşit­ lidir.

Böyle olmasına rağmen, yine de hazır bilgiden yararlanma ola­ nakları yeni araştırmalarla üretilen yeni yeni bilgilerin açtığı imkân ölçüleri yanında çok küçük ve önemsiz kalabilir. Çünkü yeni olanaklar insan çabalarının verimliliğini tasavvurun üstünde ve ötesinde kat kat arttırabileceği gibi, eldeki amaçların hayal edilmemiş ölçülerde ve çok daha kestirme yollardan gerçekleşmesini de mümkün kılabilir. Bir zamanlar kağnı ve kayık gibi ilkel araçlarla taşıt işleri yürütülmek­ teydi. Fakat günümüzün dev cüsseli ve süratli vasıtalarıyla o ilkel araçlar arasında ve sağladıkları iş hacmi verimliliği arasında dağlar

kadar fark vardır. Elli yıl öncesinin ölçüleriyle yüksek uygarlık düze­ yinde bulunan fakat orada duraklamış olan bir topluluk günümüzün ölçüleriyle geri kalmış, bir ölçüde ilkellik koşulları içine saplanıp kalmaya başlamış durumda olabilir. İşte ondokuzuncu asır Osmanlı endüstriyelleşme çabaları bu yüzden, yani bilim eşliğinde ve güdü­ münde bulunmadığı için, büyük ölçüde başarısız olmuştur.

İnsanın bilim ve teknoloji yardımıyla doğayı kendi ihtiyaçlarına uygun yollarda etkilemesi sürecinin sonu gelmez. Nitekim, insan­ oğlunun bu yoldaki çabaları tarih boyunca sürdürülegelmiş, bu faali­ yeti en olumlu biçimde yürütebilen uluslar tarihin akışında en yapıcı roller oynayanlar olmuş, bu sürece ayak uyduramayanlar ise varlık­ larını sürdürememiş, tarih sahnesinden zamanla silinip kaybolmuşlar ya da geri plânlara itilmek durumuna düşmüşlerdir.

Bütün bu gibi süreçlerin iki yönünü veya boyutunu birbirinden açık seçik biçimde ayırt etmek icabeder. Çevre şartlarına az çok pasif biçimde intibak etme faaliyeti bir yana bakılırsa, çevrenin aktif bir tarzda insan ihtiyaçlarının gerek ve isteklerine göre dönüştürülme­ lere uğratılması statik olanakların etkili kılınmasıyla harekete geti­ rilebileceği gibi, bundan temelcek farklı olarak, çok daha dinamik, dolgun, ve çaplı bir tarzda da oluşturulup gerçekleştirilebilir. Çünkü genellikle, yeni keşif ve icatlarla ortaya çıkan yepyeni olanakların seferber edilmesi insan çabası veriminin kat kat artması sonucunu doğurur.

Bunlardan birincisinde daha önce de bilinen yollardan belli bölgelerde ve belli yönlerde birtakım gelişmeler sağlanır. Böylece, bu bölgeler belli doğrultularda kalkınma ve uygarlaşma faaliyet­ lerine sahne olurlar. Fakat bu gibi gelişimler temelcek yatay gelişim­ lerdir. Çünkü bunlar, evrensel tarih ölçüsünde, cihan tarihi ölçüsünde, çağların akışını ve birbirinden çıkışını belirleyen, onlara damgalarını vuran tipten değişme ve dönüşmelere yol açmazlar.

Yepyeni koşul ve olanaklara, yeni bilgi, teknik, ve araçlara daya­ nan insan faaliyetleri ise, yeni yeni çağların yeni vasıflarla belirip oluşmasını sağlar. Bunlar insanın tarih yapma çabasını vurgulayıp belirginleştiren faaliyet tipleridir ve zamanın akışının karakteristik va­ sıflarını ön plâna getirirler. Bu itibarla, bunlar yatay gelişimler değil, dikine tırmanışlardır, gelişimin düşey doğrultudaki tersinmez düzey yükselişlerini temsil ederler ve evrensel tarihin özünü oluştururlar.

Düşey doğrultudaki bu gelişmeler uygarlıkta yeni düzeylere ulaşılmasını, ilerlemeyi temsil etmektedirler. Y atay gelişimler ise statik olanaklar ve koşullar içinde gerçekleştirilen daha sınırlı ge­ lişimleri dile getirmek durumundadırlar. Tersinmez tarihî sürecin asıl yaratıcısı durumunda olan dikine tırmanışlar arasındaki sıra­ lanma evrensel tarihin akışının ardaşık olaylarını mânalandırmayı mümkün kılar. Böylece de tarihsel gelişimin uzun vâdeli ve ırak erimli asıl dayanağı, kökeninde, bilimsel ve teknolojik gelişmelerle temellendirilebilmek durumundadır.

Aslında, insanoğlu, mecbur olmadıkça, geleneklerinden ayrıl­ mama temayülündedir. Toplum lar da bununla paralel olarak, statik­ leşme eğinimindedirler. Bilim toplumların durağanlaşmaya isti­ datlı bünyelerine canlılık ve dinamizm getiren etkin olanaklara sahip bir etmen, bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilim toplumun özel güçleri dışında ve üstünde yeni kuvvetler yaratabilen önemli bir değişme ve gelişme etmenidir, âmilidir.

İnsanın günlük ihtiyaçlarını karşılamak ve insan yaşamını kolaylaştırmak, insan hayatına rahatlık getirmek ve özellikle insan faaliyetlerini daha etkili ve daha verimli kılmak bakımından bilim ile teknolojinin, uygulamalı bilim ile arı teknolojinin amaçları ve yöntemleri birbirlerinden farksızdır. Ancak, bilimsel ilerleme, bi­ limsel bilgi gelişimi, genel çizgileriyle, gelişigüzel biçimlerde olmaz. Gelişim süreci ve bu süreçteki zincirleme adımlar her özel konu ya da alanın tabiatına, yapısına, doğmakta olan yeni bilginin iç bünyesinde geçerli olan mantıksal bağların mahiyetine tâbidir, bağlıdır. Arı teknolojide ise kümeleşme ve gelişme olanakları yoktur, ya da sınırlıdır. Çünkü empirik olan teknolojide bilgi ve buluşlar münferit ve mevziîdir. Oysa bilimsel bilgi rasyonel ve dizgeli, yani sistemli olduğundan ve dolayısiyle kümeleşme ve bazan ağır bazan da anî sıçrayışlar biçiminde gelişmeler gösterme kabiliyetine sahip bulunduğundan, yani kümülâtif ve progressif olduğundan, bilimin gelişme yeteneği teknolojininkine kıyasla çok daha üstün ve dü­ zenlidir.

Ayrıca, saf bilim yeni bilgi üretir ve bundan dolayı gelişmede tırmanışları mümkün kılar. Halbuki arı teknoloji esasen mevcut olan bilgiye dayanır, bunu işler, ve yaptığı icatlarda bile genellikle bununla yetinmek durumundadır. Bundan ötürü, saf teknoloji, daha karakteristik olarak, yatay doğrultudaki gelişimlere yol açar.

Öte yandan, bir de şu var ki, insan istek veya gereksinmeleri, bu gereksinmelerin hangi yollardan karşılanıp tatmin edilebilecekleri konusunda, genellikle, teknolojiye herhangi bir direktif ya da ipucu vermek durumunda değildirler. Bunu teknolojinin mevcut bilgi ışığında bir çözüme bağlama denemelerine girişmesi tutulacak tek yoldur. Böylece eğer teknolojinin bir sorunu ya da sorunlar kompleksi bilimin belli bir kesimi ile bağ kurabilir ve o kesimden yararlanma olanağını elde ederse, o zaman, bu sorun, ya da sorunlar kümesi, dizgeli bilimsel bilgi yardımıyla metotlu ve verimli bir biçimde ele alınıp incelenebilir. Böylelikle de o bilim dalından bu teknoloji ala­ nına bilgi aktarılmış ve eldeki teknoloji araştırması o bilim dalı ke­ simine maledilmiş, devredilmiş olur. Başka bir ifade ile, böylece, teknoloji bu özel bilim dah kesimindeki hazır bilgiden yararlandırılmış olur.

Buradan şu sonuç çıkıyor ki, pratik ihtiyaçların bilimi kendi istekleri doğrultusunda gelişmeye zorlaması, kendi amaçlarına en et­ kin biçimde ulaşılması sonucunu hiç de doğurmayabilir. Hattâ böyle bir duruma ters düşebilir. Çünkü bu doğrultular yeni bilgi üretilmesi güncel süreçlerinin iç bünyesindeki bağların gereklerine aykırı mahi­ yetler taşıyabilirler. Demek ki teknoloji kendi dar yararı açısından da arı veya temel bilim araştırmalarının öz gereksinmeleri doğrultu­ sunda ve teknolojinin ihtiyaçlarını pek de dikkate almaksızın yoğun biçimde sürdürülmesini teşvik etmelidir. Çünkü böylelikle, teknolojiye yararlı olabilecek temel bilim bilgi birikiminin ve yeni yeni esinlenme kaynaklarının çeşitlenip zenginleşmesinin sağlanması doğrultusunda çaba gösterilmiş olur. Arı bilimi serbest bırakan böyle bir yol teknoloji için en etkili potansiyel alt yapı hazırlığını oluşturma durumundadır.

İşte biz, Batı’yı taklid ederken, Batı’nın iyi vasıflarını alarak Batılılaşma gayretlerimizi sürdürürken, Batı’nın en çok gıpta edile­ cek tarafının ve başarısının asıl anahtarının bilimde, temel bilim araştırmalarına, arı bilimsel çalışmalara Batı’nın verdiği büyük önem­ de aranması gerektiği sonucuna ulaştık mı? Ayrıca, Batı’nın büyük başarılarının bilimden sadece maddî alanda değil de tinsel alanda da yararlanmasından ileri geldiğini, entelektüel kültürünün yüksek düzeyinin de Batı uygarlığında göz kamaştırıcı gelişmelere yol aç­ makta önemli bir role sahip olduğunu ne dereceye kadar takdir edebildik? Bu gibi kararlara ulaştık mı ve eğer ulaştıksa Batılılaşma­ mızın hangi aşamasında ya da aşamalarında ulaştık ve bunları ne

dereceye kadar uygulama alanında gerçekleştirebildik? Bu gibi soruların cevabı bizim için şüphesiz ki bugünkü durumumuz açısın­ dan da büyük önem taşımaktadır, taşımakta devam etmektedir. En genel çizgileriyle, Batı’nın bilimine değer verdiğimizi Batı’- dakine benzer okullar açma çabasına girmiş olmamız açıkça göster­ mektedir. Ancak, burada durağan bir bilim görüşü ile dinamik bir bilim görüşünü birbirlerinden ayırdetmek büyük önem taşır. Yine, meslekî öğretim ile arı veya temel bilimde öğretim ve araştırma me­ selesi de burada önemle dikkate alınmalıdır. Bu bakımlardan, bir yüksek meslek okulu olarak şüphesiz ki Tıbbiye-i Şâhâne’yi ve bir akademik öğretim kurumu olarak İstanbul Üniversitesini ön plânda dikkate almamız yerinde olur. Şu halde, acaba bunların kuruluş gaye ve gerekçelerinde hangi zihniyetler hâkim olmuştur? Bunu da bir gözden geçirelim.

1838 yılında Tıbbiyye-i Şâhâne’nin açılış konuşmasını yapan İkinci M ahm ud’un sözleri çeşitli bakımlardan çok ilginçtir. Ancak, bu konuşmada bilimsel araştırmaya Batı uygarlığındaki dinamizmin temeli ve kökeni olarak temas edilmiyor. Çok uyanık bir hükümdar olan İkinci M ahm ud’un bu konuşmasında böyle bir zihniyetten eser y o k .21 1870 yılında İstanbul Darülfünûnu’nun açılış töreninde M aarif Nâzırı Safvet Paşa ve bu ilk üniversitemizin açılmasıyla yakından ilgilenmiş bir kişi olarak M ünif Paşa konuşmuşlardır.

Safvet Paşa Batılılaşma hareketimiz bakımından henüz pek ele alınıp değerlendirilmemiş olan bu konuşmasında bilimlerin geçmiş çağlardaki durumlarına değindikten sonra zamanımızda Batı’da görülen terakkiyi övmekte ve ileride o zamanın Avrupası’nın bilim ve fenninin de tamamen geride bırakılacağını söylemektedir. Kendisi bundan sonra sözüne şöyle devam ediyor:

“ Ulûmun alelinfirâd ve hilkat-i zâtiyye-i beşeriyyeyi envâ-i fazâil ile tezyin ettiği gibi bir memleketin medeniyet ve mamuriyeti dahi buna mütevakkıf olduğu derkârdır. Devlet-i Aliyye-i Osmaniyyenin bidâyet-i teşekkülünde ikiyüz sene müddetle ulûm ve fünûna göste­ rilen rağbet ve eshâb-ı hüner ve malumât haklarında izhar olunan muamele-i teşvik ve hürmet bir ol kadar müddet dahî devam etmiş ve Avrupa’nın milel-i mütemeddinesiyle dahî ihtilât ve münasebet

Belgede Atatürk Kültür Merkezi (sayfa 82-87)