Bir varmış, bir yokmuş devridaim eden zaman gelip aşkta durmuş ...
Yokluktan bahsetmek isteyen bazı kadim kelimeler bırakıldıklan köşede bekleşiyorlardı. İnsana ölümü hatır
latan bu kelimeler sözlüklerden çıkarılmış, hiçlik masal
lara kalmıştı. İşte bu masallardan birinde, birbirini çok seven fakir bir karıkoca vardı.
Adam, bir oduncuydu. Farkında değildi ama, Azrail denen tuhaf melek tarafından bir süredir adım adım iz
leniyordu. Peşindeki kara gölgeden habersiz, ormanı adım adım gezen oduncu, nerede içi boşalmış kütük, vakti geçmiş gövde varsa bir bir sıralar, sonra da koca baltasıyla işlerini görürdü. Azrail'in canını sıkan da buy
du işte. Çünkü bu adam hep vakti gelmiş ağaçları seçi
yor, bir gün az, bir gün fazla yaşarnalarına izin vermeden başında peyda olup o koca kütüklerin, çıkmasına ramak kalmış canını alıveriyordu. Karısı ormana gelmez, kulü
bede kalırdı. Bahçedeki odunları istifleyip keskileri biler, sonra gün ışığını evin orta yerine koyup oduncuyu bek
lerdi. Bu durum koca meleğin kanatlarında sessiz
kaşın-31
tılara sebep oluyordu. Kendi işini elinden alacak kadar iyi iz sürmesi yetmez gibi, aşktan yapılmış bir kalede ya
şıyordu adam. Kanatlarındaki kaşıntılar artınca dayana
madı, dosyaların bulunduğu büyük salona girdi ve hesap meleklerini atiatıp sırası gelen fanilerin arasına oduncu
nun adını da ekleyiverdi. Elbette gizli kalacak bir şey de
ğildi bu, ama ortaya çıktığında iş işten geçmiş olacaktı.
Nihayet rahat bir nefes alan Azrail, vakit kaybetmeden geri dönüp kulübenin camına oturdu. Hışırdayıp ev aha
lisini uyandırmasın, diye kanatlarını katiayıp yanına koy
duktan sonra, sabırsızlıkla ertesi günü beklerneye başladı.
Oduncu ve karısı sabah pek tuhaf uyandılar. Gözü
nü açar açmaz etraflarındaki çıngı1lı alamedere kulak ka
barttı kadın. Bir şeyler olduğu belliydi . . . Bir kere yedikle
ri ekmekte tat tuz yoktu. Küçük kulübenin huzuru kaç
mış, kocasının gözlerinde tuhafkıvılcımlar peyda olmuş
tu. "Sanki yazgısı değişmiş gibi," diye düşünerek pence
reye yaklaştı kadın. Saksıların arasında oturan Azrail'i görmedi, ama kulübeye değen renkler solmuş, saksıdaki çiçekler üşümüştü. "Güneşin önünü kesen bir şey var,"
diye düşündü kadın. "Biri göğe kara bir boncuk takmış gibi. . ." Sonra kocasına seslendi: "Bugün o rm ana gitme.
İlla gideceksen de ... bensiz gitme."
Oduncu makul bir adamdı. Bazı şeylerin engellene
bileceğini, bazılarınınsa laf söz dinlemediğini biliyordu.
Her zamanki gibi sevgiyle gülümsedi karısına, sonra da baltası ve katırıyla yola koyuldu. Elbette, o da bir tuhaf
lık olduğunun farkındaydı. Sacakları yürümek istiyor, fa
kat bedeni arkasından gitmiyordu. Kırk yıllık baltası taş gibi ağırdı. Odun cu ne yapabileceğini bilmiyordu. Anası
na kalsa soğan ve ısırgan her derdin devasıydı. Ama ba
kalım kendinde işe yarar mıydı bunlar? Başını iki yana saHayarak çimenlik tepeye doğru yürümeye devam etti.
Azrail, iki adım gerisindeydi. Ellerini cebine sokmuş
cüppesini savurarak keyifle peşine takılmıştı. Oduncu
daki ölüm alametlerinin tadını çıkarmak istiyordu. İşte adamın ayaklan taş bağlanmış gibi ağırdı; ikide bir kafa
sını salladığına, kendi kendine bir şeyler mırıldandığına bakılırsa aklı da karışmaya başlamıştı. Azrail, onun kal
binde belirecek dikeni bekliyordu.
Tepeye gelince durdular. Oduncu katırını saldı ve baltasını bilemeye koyuldu. Fakat sonunu getiremedi bu işin, oracığa çöküp oturdu. Güneş devrilene kadar da kalkarnadı yerinden. Azrail kıskançlığın, öfkenin ne ka
dar yersiz olduğunu anlamaya başlamıştı . Parmağını bile kıpırdatmasına gerek kalmadan bu işi bitirebilirdi. Ada
mın derin bir uykuya dalmak üzere olduğunu biliyordu.
Oturduğu yerden kalkamayacak, daldığı uykudan me
leklerin yanında uyanacaktı. Uykuyla uyanıklık arasında gidip gelen oduncu kalbinde bir dikenin kahverengi ısı
nğını duydu. "Bir şey oldu," diye düşündü. "Bir şey ...
Ölüyorum ben." Gözlerini açmak istedi fakat yapamadı, başı öne düşüverdi.
Oduncuyu izleyen sadece Azrail değildi. Karısı da peşindeydi. Onu adım adım takip etmiş, toprakta bastığı yerin karardığını, bitkilerin kıvrım kınş kuruduğunu gö
rerek buraya kadar gelmişti. Gün batana kadar, sindiği köşede gözlerini üstünden ayırmamıştı, fakat başının öne düştüğünü görünce soluğu yanında aldı. Kucakladı onu, başını kaldırsın, gözlerini açsın, diye seslendi, yüzü
ne dokundu. Oduncu yekpare sessizlikten yapılmış bir kuyuya yuvarlandığını görüyordu düşünde, karısını duy
madı. Yanından yüksek duvarlar akıyordu. Kadın sıkı sıkı sarılıp göğsüne bastırdı onu. Oduncu sessizliğin içinde, kalbinin üstünde bir tıkırtı hissetti.
Kadının direnci Azrail'in keyfini yerine getirmişti.
Cüppesinin içindeki renkli kutulan sayan bir hakkabaz gibi sevinçliydi. Gösterecek yüzlerce numarası vardı
el-bette, ama önce kadını biraz ölçmek istedi. Yanaklarını doldurdu ve yerinden bile kıpırdamadan, soluğunu odun
cuya üfledi. Kadın Azrail'i değil, ama kocasının yüzünde başlayan rüzgarı gördü . Adamın kirpikleri, saçları tel tel soluyordu. Çaresizce onun yüzüne sarıldı ve rüzgarı kes
meye çalıştı kadın. Oduncunun yüzünden kaçan rüzgar, göğsüne, ellerine atladı. Kadın onun göğsüne uzandı bir eliyle, sonra kolları na, ellerine .. . Ama ne fayda . . . Rüzgara yetişemiyordu. Oduncunun soluğu iyice azalıp göğsü inip kalkmaz olunca bir tuhaflık baş gösterdi. Kadının acıyla inleyen bedeninden bir kol daha çıktı, kocasına bir daha sarıldı.
Tabiattaki bütün sesler ve gölgeler bir an durup bu tuhaf manzaraya baktılar. Azrail, daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Kadını hafife almaması gerektiğini aniayarak işin ucunu sıkıladı. Hemen oduncunun içinde
ki yokluğu büyütmeye koyuldu. Dikenin açtığı küçücük boşluk giderek yayılıyor, yaşadığı her şey, tatlar, sesler, kokular oduncuyu terk ediyordu. Kadın, kollarının ara
sında yatan adamın varlığının azaldığını duydu. Hemen saçlarını uzatmaya koyuldu. Bunlar, değdiği yere can ve
rerek yağmur gibi indi oduncunun yüreğine. Çok şaşıran Azrail, kanatlarını açıp yanlarına gitti. Kadının kollarının sarmadığı bir yerden oduncuya ulaşıp başladığı işi bitir
meye çalışıyordu. Fakat o uğraştıkça kadının bedeni ço
ğalıyordu. Adama sızacak bir aralık bulamayan koca me
lek kızmaya başlamıştı. Karanlık basmış, alması gereken onca can varken bu ikisinin etrafına mıhlanıp kalmıştı.
Aslında durumu çok, hem de çok kötüydü. Etraflarında dönüp durmaktan etekleri parça parça olmuştu. Bu ha
liyle yırtık cüppeli bir dilenciye benziyordu. Üstelik va
kit ilerlemişti; hesap defterini tutan melekler kayıtları gece yarısı işler! erdi. Eğer o zamana kadar bu işi bitirmez
se oduncunun isminin listeye yanlışlıkla girdiği
anlaşıla-caktı. Bunu düşününce iyice canı sıkıldı, birden dönüşü
nü artırıp tozu dumana kattı.
Kadın durduk yere kopan fırtınayı görünce anladı ki, düpedüz ölümün kendisi bu karşılarındaki. Dişini sıkıp bütün gücünü harcadı, bedeni büyümeye devam ediyor
du, az sonra oduncuyu tamamen içine aldı. Fakat yine de durmadı, toprağa ağınaya başladı. Bir ağaç gibi kuvvetle kök salıyordu. Öfkesi artan Azrail, olduğu yerde titredi.
Ne diye kadına dokunmadan geçmeye çalışıyordu ki? Ha bir, ha iki, fark etmez, diye düşündü. Madem cellat ken
disiydi, bir değil, iki can alacaktı burada. Kanatlarındaki kaşıntılar geri gelmişti. Göğe doğru uzayıp büyümeye başladı. Az sonra değil kadın ve adamı, neredeyse vadinin yarısını içine alacak kadar büyümüştü. Kadın aşağıda kü
çücük bir noktadan ibaretti. Toprağa tutunmuş, gözlerini karanlığa dikmişti. Nereden geleceğini bilmediği yeni fır
tınaya hazırlanıyordu. Azrail büyümeye, kadın toprağa ağınaya devam etti. İşte o gece .. . çok uzun sürdü.
Gece yarısı karga çığlıkianna benzeyen sesler duyul
du ovada. Meleklerden biri defterdeki hatayı fark etmiş, hikaye kırılıvermişti. Zavallıcık korkudan o koca defteri yere düşürüverdi, diğer melekler başına üşüştüler. Haksız ölüm, en büyük günahtan bile büyüktü. Gece göğünün kıyısına diziJip yıldızları aralayıp avaya baktılar. Durum çok tuhaftı. Azrail aşağıda ağaçları kökünden savurup to
zu toprağı birbirine katıyordu. Kasırganın tam ortasında taş kesilmiş gibi duran bir kadın vardı. Kocasına sımsıkı sarılmıştı, gözünü bile kırpmıyordu. Melekler hemen bu ikisinin defterlerini açtılar. Kayıtlara bakınca şaşkınlıkları arttı. Görünüşe bakılırsa kadın karanlık ovadan uzanmış, kendi eliyle kaderlerini değiştirmişti. Melekler aşağıda dönüp duran Azrail'e, sonra da birbirlerine baktılar. Kar
gaların çığlıkları hala kesilmemişti . İşte o gece öte alemde de çok uzun sürdü.
Oduncu her zamanki gibi gün doğarken uyandı.
Gövdesinde topaklanmış ağrılar, eskimiş uykular sezi
yordu. Gövdesi de gövdeydi ama . . . Belki on, belki on beş metre vardı boyu. Göğe doğru kuvvetle yükseliyordu.
Yeşilden gümüşe çalan sert yapraklar çevrelemişti tenini.
Gözlerini aralayınca hayretle sarsıldı; eli kolu gitmiş, yü
zü gitmiş, hacakları gitmişti. Vücudunun yerinde asırlık bir çınar ağacı duruyordu. Üstelik toprağa değil, bir baş
ka çınarın gövdesine köklenmişti. Dinleyince, köklendiği çınarın karısının sesiyle gülüp konuştuğunu fark etti.
Bu iki çınar, büyük bir kuvvetle yeşerip yükseldiler.
Çok geçmeden göğe ulaşan ince dalları bulutlara kök saldı . Göğün kadarını, üst üste yaratılmış dünyaları geç
tiler; bir süre sonra cennetin puslu dağlannda çınar dal
larının boy verdiği görüldü. O zaman durup birbirlerine baktılar. Hala birbirlerinin gövdesi içindeydiler. Korku da, zaman gibi çok geride kalmıştı. Yüzlerini güneşe çe
virdiler, göğün mavisi hızla artıyordu .