• Sonuç bulunamadı

2.3 Fassbinder Sinemasında Kadın Temsili

4.1.4 Fassbinder’de Mekanın İktidarı

Beden ve duygu birbirinin sonucudur. Fassbinder kahramanlarının aşk ilişkisinde, genellikle kapalı mekânlarda, klasik ‘iktidar ilişkisi’ dışında başka ve farklı ilişki geliştirme denemesi görüyoruz. Ancak, klasik iktidar ilişkisi, mekâna sahip olanla mekâna konuk olan arasında kaçınılmaz olarak kuruluyor. Fassbinder’in ele aldığımız iki filminde, yani Korku Ruhu Kemirir ve Petra Von Kant’ın Acı Gözyaşları’nda genç âşıklar, yaşlı olan âşıklarının

mekânına taşınmış, bir süre kalmış ve sonra da mekanı terk etmişlerdir. Aslında ilişkide önce genç olnlar güçsüz ve yaşlı güçlü olanların yanına taşınırken ve yaşlılar da genç olanlara karşı mekan avantajını kullanırken, ilişki içinde asıl güçlü olanların terk eden güçlüler olduğu anlaşılıyor. Mekân ve aşk ilişkisi, beden ve mekan ilişkisi filmlerin her bölümünde çok çabuk değişiyor. Deleuze, gerçekliği “idealizme meydan okuyan farklılık, çokluk ve oluş” kavramlarıyla şekillendirir ki, Fassbinder filmlerinde mekanın da bedenin de aşkın da çok yönlü değiştiğini görürüz (Deleuze, Diffrence at Repetition 1994: 236).

Korku Ruhu Kemirir ve Petra Von Kant’ın Acı Gözyaşları’nda mekânın terk edilmesi

aşkın bitmesidir ya da tam tersidir; mekân terk edilince aşk da biter! Ama burada dikkatli olunması gereken nokta, mekân sahibinin aşkı bir iktidar ilişkisi gibi yaşaması ve mekanı bir iktidar biçimi olarak sunmasıdır. Aşkın mekana ve iktidara bağlı olarak sunulması, genç aşıkların gitmesiyle hem aşkın hem de iktidarın kırılması sonucunu getirir. Ali, Emmi’nin mekanını terk ederken Emmi’nin aşkını ve iktidarını terk ediyor, Karin ise bunu Petra’yı terk ederken yapıyor. Kamusal alanda varolamayan çiftler, özel alanda iktidar ilişkisi yaşıyor ve mekanın sahibi kamusal alana sahip olan iktidar gibi mekana dışarıdan gelen üzerinde iktidar kuruyor.

Bir beden olarak değerlendirebileceğimiz mekânın içinde, iki alternatif insanın duyguları da bu mekanın izlerini taşır. Angst Essen Seele Auf’ta Ali, Emmi’nin evine taşınmıştır ve evlilik sonrasında da yepyeni bir mekâna taşınma gerçekleşmemiştir. Ali bu evde kendini bir süre sonra “yabancı” veya “konuk” gibi hissetmeye başlamış, ilişkinin bedenine yani mekânına hapsolmuştur. Sonuçta, Ali’nin kendini günden güne daha fazla yabancı hissettiği bir mekânda bir iktidar ilişkisi kurulmuştur. Eve sürekli Emmi’nin arkadaşları, Emmi’nin komşuları, Emmi’nin çocukları gelmektedir ve Ali sürekli arkadaşlarıyla dışarıda buluşmak zorundadır. Sonuçta da Ali dışarıyı seçer. Böyle düşünüldüğünde dışarısı, kazananların ya da kazanma umudu olanların kaçtığı kamusal alan gibi görünse de tam bu değil, hapsolunmuş bir iktidar mekânından özgürleşme için kaçılan bir özgürlük alanı olarak kendini göstermektedir. Ancak bu alanının sahibi vardır o da geleneksel olarak iktidarı elinde tutan güçler ve bunların ilişkileridir.

Petra von Kant’ın yanına taşınan, onunla aşk yaşayan sonra da evi yani Petra’yı terk eden Karin Timm de tıpkı Ali’nin konumundadır. Aşıkken yaşlı sevgilisinin yanına taşınmış, eve hapsolmuş, aşk bitince de evden kaçmıştır. Oysa, Bourdieu, iş sürecinde ve ev kadınlığı pozisyonunda kadına uysal bir biçimde “eve kapanmışlık” rolü düştüğünü söylemişti. Burada yaşlı kadınların genç sevgililerine karşı sahip oldukları mekan üzerinden bir iktidar kurdukları görülmektedir. Ancak daha yakından bakıldığında bu iktidarın toplumsal bir iktidar ilişkisi

olmadığı, sadece genç âşıklara karşı kurulduğu ve genç aşıkların terk etmesiyle de tekrar adeta bir hapishaneye, adeta bir çalışma kampına döndüğü görülmektedir. Konumuz açısından baktığımızda yaşlı kadınlar son denemelerinde de mutluluğu yakalayamamış bir biçimde evlerine kapanmıştır. Melankolik orta yaşlı kadınlar toplumsal ve özel alandan yenilmiş olarak kapalı mekana, eve geri gönderilmiştir. Ev, yaşadıkları son ilişkide bir özgürlük alanı olmuşken, bu alan sevgililere baskı aracı olarak göründükten sonra şimdi mekan sahibine hapishane olmuştur.

Çekip giden erkeğin ardından sarsılarak ağladığı terk edilme sahnesinin yani Emmi’nin kapı aralığındaki görüntüsünün sanki bir mekâna kapatılmış, hapsedilmiş bir kadın görüntüsü olduğunu görürüz. Emmi, mekânsal olarak da duygusal olarak hapiste gibidir. Asıl önemli olan da, Emmi teslim olmuştur. Oysa Ali varken, Ali ile evli iken bütün zorluklara göğüs germeye çalışıyor, teslim olmuyordu.

Filmin geçtiği Almanya’yı da bir bütün olarak “kapalı bir mekân” biçiminde düşünürsek veya filmi küçük bir Almanya diye görürsek, bu mekândaki bütün ilişkilerin ve ruhsal yapılanmaların aslında iktidarı kaybetme korkusu üzerine kurulduğunu görürüz. Fassbinder’in söylediği “ruhu kemiren korku” aslında iktidar ve iktidarı kaybetme korkusudur. Bu korku Almanya’nın ruhunu içindeki hem Almanlar hem de yabancılarla birlikte kemirmektedir. Günter Wallraff, bir Türk işçi kılığına girerek bir süre içinde yaşadığı Alman toplumunu şöyle tanımlamaktadır: “Kendisini becerikli, üstün, kalıcı ve adil sayan bir toplumun asıl yüzünü, onun dar görüşlülüğünü ve buz gibi soğuk yanlarını yaşadım. Bu toplumun gözünde bir budalaydım sanki: Gerçeklerin çarpıtılmadan suratına vurulabileceği bir budala” (Wallraf, 1986: 17).

İşte Fassbinder de filmleriyle sanki bu gerçekleri Alman toplumunun suratına vurmaktadır. Onların hiç de “üstün” falan olmadığını sonuçta aynı “yabancılar” gibi sadece “insan olduklarını” herkesin suratına vurmaktadır.