• Sonuç bulunamadı

2.2. TOPLUMSAL TEMALAR

2.2.4. Güncel Olaylar

2.2.4.3. Faili Meçhuller

Bir Öykü Tahlili adlı öyküde, 1989 yılında Siirt’in Kasaplar Deresi mevkiinde kayıp bir cesedi bulmak için yapılan bir kazı olayı anlatılır. Öyküde anlatılan olay, gerçekte yaşanmıştır. 1984-1989 yılları arasında teröristler tarafından seksen civarı insan öldürülmüş ve bu insanlar Kasaplar Deresi denilen yere atılmışlardır. 1989 yılında bu bölgenin incelenmesine karar verilmiştir. Olayın basına yansıması ise 2011 yılında olmuştur. Mekânı ve tarihi öyküde de verilen bu olay, Türkiye’de açılan ilk toplu mezar olarak kayıtlara geçmiştir.

Yazar, öyküde, kazılması kararlaştırılan yerin başında hazır olarak bekleyenlerin ruhsal tasvirlerine yer verir. Fakat yazarın dikkati çektiği asıl nokta, faili meçhulün ailesinin hissettikleridir.

Cesedin bulunacağı düşünülen nokta, olay yerine gelen basın mensupları eşliğinde belediye çalışanına kazdırılır. Bu esnada vali, kaymakam, belediye başkanı, savcı, baro başkanı, çavuş ve polisler de olay yerinde hazırdır. Her birinin olaya bakış açıları farklıdır. Akıllarında kazdırılan topraktan çıkacak olan ceset değil; kendi istikballeriyle ilgili sorular vardır. Belediye çalışanının aklı kaçırdığı dizide;

diğerlerinin aklı ise, bu işin sonunda işlerinden olup olmayacaklarındadır.

Faili meçhul kişinin oğlu da olay yerindedir. Babasını belli belirsiz hatırlar.

Babası topraktan çıkıp gelecek gibidir. Anne ise, tedirgin bir şekilde evde haber bekler. Ateş düştüğü yakmıştır:

“Bir kadın hanesindeki yangının içinde lime lime olurken, gözleri birkaç gün önce sildiği pencereye doğru kayıyor. Gece bir karanlık gibi çöküyor. Seslerden uzaklaşıyor. Kocası her an kapıdan girecekmiş gibi.” (Şakar, 2012: 44)

Öykünün sonuna gelindiğinde, kazılan noktadan bir ceset çıkar. Fakat kepçeyi kullanan belediye çalışanı dikkatsiz davrandığı için ceset parçalanır. Ortaya çıkan

85 görüntünün basına yansımaması için kaymakam “kasete el koyun” (Şakar, 2012: 45) talimatı verir.

2.2.5. 12 Eylül

12 Eylül 1980 askeri darbesi Cumhuriyet tarihinin en kara günlerinden biridir.

Darbeden önceki dönemde yaşanan siyasi istikrarsızlık, beraberinde ekonomik çöküntüyü, sağ-sol çatışmalarını, katliamları getirir. Ülkenin gençleri inandırıldıkları değerler ve ideolojik hayaller uğruna heba olurlar. Özellikle Batı’dan devşirilen bu ideolojiler, Cemil Meriç’in dediği gibi, “İdrakimize giydirilmiş deli gömlekleri”

(Meriç, 2015: 92) gibidir. Bu gömleği kuşananların ayrışmaları ve birbirlerine karşı acımasız olmaları kaçınılmaz bir sonuçtur. Nitekim ayrışmanın sonucunda ülkenin dört bir yanında gruplar arasında yaşanan çatışmalarda çok sayıda insan genç yaşında hayata veda eder. Sorunların çözümü için siyasilerin de bir türlü bir araya gelemeyişi askeri cuntanın yönetime el koymasına neden olur.

Askerin yönetime müdahalesi, “Gerek halk gerek basın ve aydınlar gerekse iş dünyası tarafından derin bir rahatlama ile karşılanmıştı” (Kırkpınar, 2009: 123).

Fakat çatışmalardan, karışıklıktan ve ölümlerden kurtulduğunu sanan insanlar, bu sefer de askeri cuntanın uyguladığı despotlukla karşı karşıya kalır. Cuntanın elindeki yargının verdiği kararlar yüz binlerce insanın yaşamını derinden etkiler. Binlerce insan haksız yere tutuklanır ve cezaevlerinde çeşitli işkencelere maruz kalırlar. Post Öykü Dergisi’nde günlükleri yayımlanan Necip Tosun’un o yıllarda hapishaneye düşen akrabasını ziyarete gittiğinde gördükleri durumun vahametini gösterir niteliktedir: “Hapishane atmosferi korkunç. Dayıoğlunu tanıyamadım. Tüylerim diken diken oldu. Hapishaneden allak bullak çıktım. İşkence insanlık dışı” (Tosun, 2016a: 143). Gençlik yıllarını cezaevlerinde geçiren insanlar, buralarda yaşadıklarından dolayı hayata kaldıkları yerden devam etme şansını bulamazlar.

12 Eylül dönemi, edebiyatımızda birçok roman ve öyküde kendine yer bulur.

Fakat 1970-1980 dönemindeki yazarların eserleri ideolojilerin birer söylemi mahiyetindedir. Nitekim “Döneme hâkim olan ‘bölünmüş hal’ yazarları da kapsamış, yazarlar da, ekseriyeti itibariyle, taraflardan birinin sesi olarak yazmışlardır” (Coşkun, 2004: 534). Ancak, 12 Eylül darbesi ile birlikte, 1980’li

86 yıllara her anlamda mührünü vurmuş, ideolojik eksenli romanlar bitme noktasına gelmiş ve bu durum Türk romanında farklı eğilimlerin doğmasına neden olmuştur.

(Özger, 2012: 26) Necip Tosun’a göre bu eğilimler, “Cinsellik, feminizm, bireyin yüceltilmesi, özgürlük talepleri, yazının öneminin azalıp, yazarın öne çıkması”

(Tosun, 2005: 59) şeklinde sayılabilir.

1962 doğumlu olan Cemal Şakar, 80 döneminde yaşananlara tanıklık etmiş bir yazardır. Kendisi de o dönemde öğrenci olan yazar, öykülerinde ideolojileri uğruna evlerini terk eden gençleri ve dağılan yuvaları anlatır.

Nostalji adlı öyküde kahraman, insanlığı kurtarmak adına bazı değerlere inan(dırıl)mış, bu uğurda ailesini ve okuduğu mülkiyeyi geride bırakmış bir gençtir.

Mülkiyenin parlak gençlerin okuduğu bir okul olması sebebiyle öyküde yer alması önemlidir. Gençler öyle kandırılmışlardır ki geleceklerini karartmak pahasına ideolojilerinin peşlerine düşmüşlerdir. Nitekim öyküde kahramana akıl veren kişi de, genci ailesinden ve istikbalinden koparmayı başarır:

“Onları terk etmek zorundasın. Onlar senin verdiğin savaşında her zaman önüne engel olarak çıkacaklardır. Onların gözyaşları senin keskin bilincini bulanıklaştıracaktır. Bir türlü kopamadıkları o feodal yaşamın gözlükleriyle bakacaklardır bizim eylemimize.” (Şakar, 2014a: 51)

Bu uğurda evini terk eden öykü kişisi, çok geçmeden cezaevine düşer. Bu sırada oğlu için çok üzülen baba ve bir süre sonra da anne hayatını kaybeder.

Cezaevindeyken, yaptıklarını uzun uzun düşünen öykü kişisi pişman olur; fakat bu süre içerisinde çok şey kaybetmiştir. Kaybettiklerinin telafisi mümkün olmasa da, tekrar dışarı çıktığında geride bıraktıklarına (evine, mahallesine) dönmeye karar verir:

“Bu sokağın dışında yitirdiklerimi unutmalıyım. Kimseden hesap soracak değilim. Onları yitirdim, belki burada yeniden bulacağım.” (Şakar, 2014a: 50)

Ören-84’te de öykü kişisi ideolojik düşüncüler uğruna evini terk edip giden bir gençtir. Uzun zaman evine uğramayan kahraman, mensubu olduğu arkadaş grubuyla birlikte yaptıklarından sıkılır. Tekrar evine döner; fakat hiçbir şey bıraktığı

87 gibi değildir. İnsanlar onsuz bir yaşam kurmuşlardır kendilerine. Doğup büyüdüğü evde bile fazlalık gibidir.

Dilemma adlı öyküde, normal punto ile yazılan bölümlerde öykünün nasıl yazılması gerektiği üzerinde durulurken; kalın punto ile yazılan bölümlerde kahramanın üniversite yıllarında tanıştığı yeni dil, alfabe anlatılır. İtalik olarak verilen bölümlerde ise, kahramanın 1980 darbesi günlerine denk gelen ortaokul-lise çağında başından geçenler verilir. Öyle günler yaşanmaktadır ki insanlar okudukları kitaplarla dahi yargılanabilmektedir. Ortaokuldan beri kitap okumayı çok seven kahraman, bir gün kitapçıdan bir kitap alır. Eve geldiğinde babası, “Ne o koynundaki kitap? Her taraf anarşist kaynıyor, sen de mi okuyup anarşist olacaksın” (Şakar, 2014ç: 93) der. Oğlunun başına okudukları yüzünden bir şey gelmesinden korkar baba. O dönemlerde evlere baskınlar yapılıp, evde bulunan kitaplardan bile çıkarımlarda bulunularak insanlar fişlenebiliyordu. Necip Tosun’un kitaplarını evde bulamaması üzerine annesiyle girdiği diyalog, o dönemde insanların kitaplardan bile ne kadar korktuğunu gözler önüne serer:

“Anne kitaplar nerede? diyorum. Bir yere sakladıklarını sanıyorum. ‘Oğlum ortalık karışık, evleri basıyorlarmış, biz de tandırda hepsini yaktık. Sen de evde yoktun ne yapalım. Başın belaya girer diye korktuk.’” (Tosun, 2015: 80).

Bir ailenin, “Hepsi de Avrupalı” (Meriç, 2015: 92) olan ideolojiler uğruna dağılışı Güneşe Yürümek adlı öyküde anlatılır. Bir belgesel çekimini andıran öyküde, o dönemde yaşananlar kahramanın hanımı, oğlu, kızı, cezaevi arkadaşı, esnaf arkadaşı ve cemaatten biri tarafından dile getirilir. Komünist devrimci olan öykü kişisi ve hanımı, tehdit olarak gördükleri faşizme karşı diğer arkadaşlarıyla birlikte çeşitli eylemler içerisinde bulunurlar. Darbenin olduğu gün sabaha karşı polisler tarafından gözaltına alınırlar. Anne on iki, baba on sekiz yıla mahkûm edilir.

Dedelerinin yanına giden çocuklar ise, hem anne-babadan yoksun olmanın verdiği üzüntü hem de dede evindeki maddi sıkıntılardan dolayı kötü bir çocukluk dönemi geçirirler.

Cezaevinden çıktıklarında kızlarını evlenmiş, oğullarını ise bir işe girmiş olarak bulurlar. Çocukları anne ve babalarını kendilerine yaşattıklarından dolayı affetmez; yeni kuşaklar da kendilerinden sanki sâri bir şey taşıyorlarmış gibi kaçar

88 (Şakar, 2015a: 110). Fakat bunca şeye rağmen, hala inandıkları ideoloji uğruna ne yapabileceklerini düşünmeye devam ederler. Cezaevinde kalan arkadaşlarına yardım etmek için çeyiz malzemesi satmaya başlarlar. Başlarda iyi kazansalar da sonraları dışarıdaki arkadaşlarının çeyiz malzemelerini temin noktasında geri çekilmeleriyle kazançları düşer. Fakat hayatta kalabilmek için o tezgâhta bir şeyler satmaya devam etmeleri gerekir. Karşı oldukları askeri düzenin malzemelerini satmak zorunda kalırlar. Gerçekleri uzun bir müddet geçince anlasalar da yapılanlar, yıkılanlar, dağılanlar kolaylıkla telafi edilmez.

Çemberler, bir zamanlar arkadaşlarıyla birlikte adalet, özgürlük, iyilik için sokaklara düşen, ardından yakalanarak cezaevine konan bir adamın öyküsüdür.

Cezaevindeyken demir parmaklıklar arkasından özlemle hayata bakar. Buradan çıkacağı ve özgürce dolaşacağı günlerin hayalini kurar. Tahliye edildiğinde ise tam bir hayal kırıklığı yaşar. Dışarıdaki hayat içerideki hayattan daha kötüdür. Bir zamanlar yanında olan arkadaşları artık yoktur. İnsanlar birilerinin belirlediği sınırlar içerisine hapsolmuş, tekdüze bir hayat yaşamaktadır. Dışarıda içerdekinden daha çok sıkılan öykü kişisi kendisini bir çemberin içine sıkıştırılmış hisseder:

“Şimdi çemberler içindeyim; mahpus gibi; her adımım, her sözüm ardımda beni bağlayan, beni sınırlayan, bana sınırlar çizen bir duvar gibi.” (Şakar, 2015b:

54)