• Sonuç bulunamadı

BAN ON ARABIC AZAN AND ITS LIFTING

1. Ezanın Türkçeleştirilmesi

Cumhuriyet yönetiminin din anlayışının laiklik üzerine kurulu olduğu, fakat bunun da dinsizlik olmayıp, amacının İslamlığı devletten ayırmak yani siyasal, toplumsal ve kültürel işlerde dinin ve onun temsilcilerinin yetkisine son vermek ve bunu inanç ve ibadet konularına hasretmek olduğu ifade edilmiş-tir (Lewis 2000: 408). Bir başka görüş tarafından da Atatürk’ün, “Türkiye’de halk egemenliğinin amacı, iktidarın kaynağını halkta görmek ve bu iktidarın kişi hakimiyetinden kurtarılıp topluma mal edildiği demokratik bir cumhuriyet kurmak” olarak özetlediği hedefinin, günümüzde “dini ortadan kaldırmak ve din ve vicdan hürriyetinin yok etmek” olarak yorumlandığı, fakat durumun tam tersi bir niyeti olduğu şu cümlelerle ortaya konulmuştur:

“… oysa laik bir devlette bireyler üzerinde hiçbir baskı söz konusu değildir.

Herkes istediği dini seçme hakkına sahiptir. Aslında laikliği dinsizlik olarak or-taya atan görüşlerin tam tersine, gerçek din hürriyeti laik bir devlette mümkün olabilir. Çünkü ancak böyle bir devlette kişiler hiçbir zorlama olmaksızın din-lerini seçebilir ve bu inançlarının gereğini yerine getirebilirler (Dağıstan 1999:

396) 7.

Kemalistlerin İslamlığı, çağdaş, Batılı ve bir ulus-devletteki dinin rolüne indirger iken, aynı zamanda dinlerine daha modern ve daha milliyetçi bir şekil vermeğe de çalıştıkları söylenmiştir (Lewis 2000: 408). Bir başka görüşe göre, Türkiye’de laikliğin kendine özgü gelişimi şu şekildedir:

7 Erik Jan Zürcher ise, Kemalistlerin, kendilerinden önceki İttihatçılar gibi, pozitivist dünya görüşüne dayanan bir modernleşme stratejisinin uygulayıcısı olduklarını ve bu strateji içe-risinde din, devletin ve toplumun modernleştirilmesinde mesafe almaya bir engel olarak gö-rüldüğünü belirtmiş ve Kemalistlerin laiklik anlayışını, kilise ile devletin ayrılmasından çok, devlet bürokrasisi içinde onun bir parçası haline getirilmesi ve itaat altına alınması olarak özetlemiştir (2000: 338).

“Türkiye’de laikliğin oluşum şartları Batıdan oldukça farklıdır. Batıda la-iklik millî bir devletin oluşumundan sonra ortaya çıkarken, Türkiye’de millî bir devlet olmanın ön şartı olarak ortaya çıkmıştır. Batıda laiklik vicdan özgürlüğü-dür. Batı Kilise-Devlet çatışmasına sahne olurken, Osmanlı Devleti döneminde din devletin kontrolünde olduğu için bir din- devlet çatışması söz konusu olma-mıştır. Türkiye laikliğin hedefi çağdaşlaşmak, çağdaş bir toplum oluşturmak ve millî bir devlet kurmak olmuştur” (Dağıstan 1999: 395).

Ahmad ise, Batı taraftarı olan yeni rejimin, laikliği Batılılaşmanın ayırt edici özelliklerinden biri olarak kabul ettiğini ve yönetici elitin yeni dogması halini aldığını belirtmiş ve Cumhuriyetin ilk kuşağında yöneticilerin dini ihmal ettiğini (muhalefet grupları tarafından kullanıldığında onu ezmenin dışında) buna karşın İslamın nüfusun yüzde 98’inin dini olarak kalmaya devam ettiğini ve dini ihmal etmekle hükümet ve partinin, yönettiği halktan yabancılaştığını ifade etmiştir (1996: 362).

Yönetim öncelikli olarak Şeyhülislamlık makamının ve Şer’iye ve Evkaf Ve-kaletinin yerine Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf Umum Müdürlüğünün kurulma-sı, medreselerin kapatılmakurulma-sı, imam ve hatip okullarının ve İlahiyat Fakültesi’nin kurulması gibi faaliyetlere girişmiştir. 1928 yılında da, İlahiyat Fakültesi dinin bir toplumsal kurum olduğu, diğer toplumsal kurumlar gibi dinin de toplumsal hayatın gereklerini karşılaması ve değişim ile gelişime ayak uydurması gerek-tiğini belirten bir rapor hazırlamıştır (Lewis 2000: 409-410). Burada verilen tavsiyeler dört başlık altında gruplanmıştı. İlk olarak, “İbadet şekli”, oturacak sıraları ve gardrobları ile temiz ve düzenli camiler ihtiyacından bahseder. “Halk buralara temiz ayakkabılarla girmek zorunda olmalıdır”. “İbadet dili” hakkında-ki ihakkında-kinci başlık, bunun Türkçe olmasında, bütün dua ve hutbelerin Arapça değil, ulusal dilde olması gereğinde ısrar eder. “İbadetin niteliği” hakkındaki üçüncü başlık, ibadeti güzel ve ilham verici ve ruhani yapmanın çarelerini arar. Bunun için, camilerin yetiştirilmiş müzikçilere ve ayrıca müzik aletlerine ihtiyacı vardır.

“Modern ve kutsal enstrümantal müzik ihtiyacı acildir”. Dördüncüsü ve sonun-cusu, “İbadetin düşünce yanı” üzerinde durur. Basılı hutbe dizileri yerine, vaaz ve hutbeleri ancak gerekli felsefi eğitimi görmüş vaizlerin vermek yetkisinde ola-cağı gerçek bir dini rehberlik geçmelidir (Aktaran Lewis 2000: 410).

Komisyonun ortaya koymuş olduğu “İbadetin dili” başlığı altındaki tav-siyeleri Ezanın Türkçeleştirilmesi ile ilgili çalışmalar için hazırlık niteliğinde-dir. Dua ve hutbelerin ana dilde yapılması gerekliliği üzerindeki vurgu, pek çok araştırmacının da zaman zaman ifade ettiği üzere ezanın Türkçeleştirilmesi

ko-nusunun yalnızca bir “din” meselesi olarak ele alınamayacağını aynı zamanda bir “dil” meselesi olduğunu da gözler önüne sermektedir. Cumhuriyetin bütün toplumsal projeleri ile birlikte özellikle de “millî bütünlüğü” sağlama anlayışı ile beraber düşünüldüğünde ezanın Türkçeleştirilmesi isteği daha net anlaşılacak-tır. Metin Toker, ezanın Türkleştirilmesi konusunu ele alırken, sorunun “dil”

temelli olarak yorumlandığını gösterir biçimde Atatürk’ü bu kararı almaya iten etkenin, ezanın bir çağrı olması ve bu yapılan ibadete çağrısının da Türklere ya-pılması göz önüne alınarak, bunun anlamadıkları bir dilde değil, kendi dilleriyle olması gerektiğini ifade etmiştir (1991: 46).

30 Ocak 1932’de “Tanrı Uludur” ünlemi8, Ayasofya minarelerinden ilk kez Türkçe olarak duyulmuş ve kısa bir süre sonra ezanın arı Türkçesi Dil Kurumu tarafından hazırlanıp, Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanmıştır. Ardından da Ankara Konservatuarından, bunun için bir Türk melodisi bestelenmesi isten-miştir (Aktaran Lewis 2000: 411)9. Bütün Türkiye’de müezzinlere yeni ezan öğretilmiş ve 1933 başlarında çıkarılmış olan bir emir, fiilen yasaklamamakla beraber10, Arapça ezanın yerine Türkçesini koymuştur.

Uygulama hayata geçirilmiş fakat bu durum halkta tepkiyle karşılanmış ve yer yer de direnişe dönüşen çeşitli olaylar meydana gelmiştir. Bu olaylar arasında dikkat çeken Bursa’da yaşanan olaylardır. Ramazan ayı başı itibariyle Türkçe ezan ve kamet okunması uygulanmasına geçilmiş, fakat bayrama yakın bir ta-rihte yasağın delinmesi söz konusu olmuştur, bunun üzerine ilgililer uyarılmış fakat bu defa da görevlilerin vazife başına gitmemeleri ve vazifelilerin yerine ce-maatten görevi üstlenen kişilerin ezan ve kameti Arapça okudukları gözlenmiş-tir. 1 Şubat 1933 günü de Bursa Ulu Camii’nde de benzer olaylar yaşanmış11, bir sivil polisin Arapça ezan okuyan kişiyi tespiti üzerine cemaatte tepkiler

doğmuş-8 Ezanın Türkçeleştirilmiş metni şu şekildedir: “Tanrı uludur/şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrı-dan başka yoktur tapacak/ şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrının elçisidir Muhammed/ haydin namaza, haydin felaha / namaz uykudan hayırlıdır” (Toker 1991: 46).

9 Bu durum için Zürcher, “1930’larda İslam’ı ulusallaştırmak ve yenileştirmek için hükümetin teşvikinde girişimler oldu, ama bu “Türk reformu” seçkinlerin küçük bir bölümünün ilgisiyle sınırlı kaldı. Bu reformun en açık tezahürü, Arapça ezanın yerini devlet konservatuarı tarafın-dan bestelenen Türkçe ezanın alması idi” yorumunu yapmıştır (2000: 280).

10 Bir başka kaynakta ise, yönetimin ezanın Türkçeden başka bir dille okunmasını yasakladığını ifade edilmiş ve kanunun aşırı dinci kesim içinde rahatsızlık yarattığı bilgisi verilmiştir (Bi-rand ve diğerleri 1999: 73).

11 Cumhuriyet,1Şubat’ta gerçekleştirilen eylemlerin 6 Şubat’a kadar verilememesini savcının koyduğu yayın yasağı ile açıklamaktadır (10 Şubat 1933: 3).

tur. İçlerinden birinin itirazı şu yönde olmuştur: “Bu nedir yahu? Yahudiler hav-ralarında, Hıristiyanlar kiliselerinde serbestçe ayinlerini yaparlarken neden bizi böyle kanunsuz tazyik ediyorlar, gidip derdimizi anlatalım”. Bu konuşmanın sonrasında cemaat Evkaf Müdürlüğünün önünde toplanmış, bir grup içeri gir-miş ve içlerinden birisi müdüre: “Halkın Türkçe ezan istemediğini ve bu mak-satla dışarıda toplandıklarını” ifade etmiştir, bu esnada da dışarıdaki grup “İste-meyiz” sloganı atmışlardır. Evkaf müdürünün kendisinin değil yetkili ismin vali olduğunu belirtmesi üzerine, kalabalık bu defa da vali konağı önüne yürümüş-tür12. Polis burada bekleyen gruba müdahale etmiş ve bazı kimseleri yakalayıp, müdüriyete sevk etmiştir. Yakalananların hepsi ilkin tahliye edilmişler, daha sonra ise bunlardan hadiseye ön ayak oldukları tespit edilenler yeniden tutuk-lanmışlardır. Tutukluların üzerinde tespit edilen bazı evraklarda Türkçe ezanın halka zorla uygulattırıldığına ilişkin ibareler olduğu da belirtilmiştir. Olayların geçtiği Bursa ilinin müftüsü de görevinden alınmıştır13. Haberde belirtilen bir başka gelişme ise, Mustafa Kemal Atatürk’ün hadiseyi duyması üzerine Bursa’ya gitmesidir (Cumhuriyet, 6 Şubat 1933: 1,3).

Atatürk incelemeleri sonrası yaptığı açıklamada ezan meselesinin çerçevesi-ni bir kez daha şu sözlerle çizmiştir:

“…Hadise hattı zatında fazla ehemmiyeti haiz değildir. Her halde cahil mürteciler cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklardır. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi dini siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeğe asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Mesele-nin mahiyeti esasen din değil dildir. Kat’i olarak bilinmelidir ki Türk milletiMesele-nin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hakim ve esas kalacaktır” (Cumhu-riyet, 7 Şubat 1933:1).

Atatürk’ün olayın önemli bir hadise olmadığı yönündeki beyanı basında da yansımalarını bulmuş, aynı gün haberlerde olayın önemli ve kapsamlı olma-dığının ve olayın ardında iç veya dış güçlerin bulunmaolma-dığının altı çizilmiştir (Cumhuriyet, 7 Şubat, 1933: 1). Cumhuriyet’te Türkçe ezan uygulamasının halk tarafından da benimsediği fikri şu sözlerle verilmeye çalışılmıştır: “Başında Büyük Gazi gibi bir dehanın bulunduğu devlet mekanizmasının inkılapların korunması meselesinde daima müteyakkız ve kuvvetli bulunduğunu

hüküme-12 Gazete haberinde göstericilerle halk şu sözlerle ayrılmıştır: “Halk hiçbir şekilde nümayişe iştirak etmemiş, yalnızca seyirci vaziyetini muhafaza etmiştir” (Cumhuriyet, 6 Şubat 1933:

3). Böylelikle olayın, kamuoyunda genel kabul görmediği intibası uyandırılmaya çalışılmıştır.

13 Daha sonra olayla ilgilenen savcı ve sulh hakime de işten el çektirilmiştir (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933; 8 Şubat 1933).

tin olduğu kadar milletin de iman etmiş bulunduğu bir daha anlaşılmıştır” (7 Şubat 1933: 4). Gazetede ayrıca memleketin farklı yerlerinden gönderilmiş “im-zalı teessür telgrafları” da yayınlanarak halkın olayları tasvip etmediği izlenimi güçlendirilmiştir (Cumhuriyet, 9 Şubat 1933: 6). Yine benzer bir yaklaşımla, vatandaşın Türkçe ezana ilişkin müftüden dinlediği ilmi vaızı, “Hay Allah razı olsun, bizi şimdiye kadar böyle aydınlatan olmadı” tepkisiyle alaka ile dinledik-leri ve çok memnun kaldıkları yönünde bir haber yapılmıştır (Cumhuriyet, 16 Şubat 1933: 1)14.

Bu tarz olayların tekrarlanmayacağı fikri, her ne kadar yerleştirilme-ye çalışılsa da, basına irili ufaklı haberler yansımaya devam etmiştir. Örneğin

“İzmir’de hadise yok” başlıklı haberde, İzmir’de Türkçe ezan aleyhine olaylar olduğu yalanlanmakta sadece bir “meczubun” Türkçe ezan okunurken, Arapça eşlik ettiğinden onun da hastaneye sevk edildiğinden söz edilmektedir (Cum-huriyet, 7 Şubat 1933).Buna karşın bir gün sonra İzmir’de dört kişinin Arapça ezan okuduklarından dolayı tutuklandıkları söylenmektedir (Cumhuriyet, 8 Şubat 1933: 6). Sadece basında değil, kaynaklarda da çok sıkı tedbirler alınması-na rağmen, ülkenin bazı yerlerinde ezanın yine Arapça okunmaya devam ettiği belirtilmektedir (Dikici 2008: 170).

Bu noktada, Rıfkı Salim Burçak’ın Ezanın Türkçeleştirilmesi sürecine iliş-kin verdiği bilgi önemlidir. Burçak, Arapça ezan okunmasını yasaklayan kanu-nun Atatürk döneminde çıkarılmadığını, Atatürk’ün ezanın ve kametin Arapça okunmasını Diyanet İşleri Başkanlığının 18 Temmuz 1932 tarihli bir tamimi ile yasaklattığını, fakat bu alanda, şapka işinde ve diğer inkılap konularında olduğu gibi, bir kanun çıkartmadığını ifade etmiştir (1998: 55)15. Bir başka gö-rüşe göre de, 1930’larda Türkiye’de laikleştirme baskısının cidden kuvvetli

ol-14 Yunus Nadi, Bursa olaylarının ardından bazı yazılar kaleme almıştır. Bunlardan ilkinde Bursa’da yaşanan olayların sadece cezalandırılması gereken bir suç olmasının yanı sıra ayıp kabul edilmesi gerektiğinin altını çizmiştir. Nadi diğer yazılarında ise, ezan uygulamasının din meselesi olarak değil dil meselesi olarak görülmesi gerekliliği üzerinde durmuştur (“Bursa’daki Çok Ayıp İrtica Hadisesi”, Cumhuriyet, 7 Şubat 1933: 1-2; “Mes’elenin Mahiyeti, Din de-ğil, Dil! ”, Cumhuriyet, 9 Şubat 1933:1). Burada dikkati çeken nokta, olayın “irtica” olarak tanımlanmış olmasıdır.

15 Burçak’ın bu ifadelerinin, aslında bir konuyu netleştirme kaygısı olduğu izlenimini doğur-muştur, Burçak’ın Atatürk’ün ezan meselesi ile ilgili bağlayıcı bir tavrı olmadığını, bu duru-mu da kanunla bu girişimi desteklemeyerek ortaya koyduğunu kısaca DP’nin iktidara gelir gelmez bu meselenin üzerine gitmesinin devrimlere yönelik bir girişim olarak ele alınmaması gerektiğinin açıklaması gibi durmaktadır. Özetle, anlatılmak istenen şuydu: Atatürk diğer inkılaplarında olduğu kadar bu konuda bir kararlılık içinde değildi bu nedenle bunun üzerine gidilmesi Atatürk’ün politikaları ile ters düşmek olarak yorumlanamazdı.

duğunu ve her ne kadar rejim alenen anti-İslamik bir politikayı hiçbir zaman benimsememiş olsa da örgütlü İslamiyet’in iktidarına son vermek ve Türk halkı-nın zihninde ve kalbinde onun gücünü kırmak arzusunun açık olduğunu ifade edilmiş ve bütün bunlara rağmen, Türkiye’de laikleşmenin hiçbir zaman, bazen zannedildiği kadar tam olmadığına dair bir çok kanıtların var olduğu ileri sü-rülmüştür (Lewis 2000: 411-412). Zürcher de, hükümetin popüler dinin çoğu dışavurumunu bastırmada, en azından kentlerde başarılı olmasına karşın16, po-püler dinin kuşkusuz yok olmadığına işaret etmiş ve hükümetin bu politikasının yarattığı toplumsal muhalefeti şu şekilde izah etmiştir:

“…Tarikatlar, büyük ölçüde yeraltlarına kaydı. Ama otoriter ve - bilhassa 1940’larda- gitgide gözden düşen bir yönetim biçiminin dayatılması ve popüler İslam’ın bastırılması yoluyla, hükümet İslam’ı siyasallaştırdı ve onu bir muhale-fet aracına dönüştürdü. Denebilir ki, Kemalistler popüler dine sırt çevirmekle, kendileriyle halk kitlesi arasındaki bağları kesmişlerdi (2000: 279-280).

Arapça ezan okunma yasağının yer yer delinmesi ve olayların mahkemeye intikal etmesi, mahkemelerin de zaman zaman karar vermekte zorlanmaları ile birlikte, konunun bir kanun bağlayıcılığına dönüştürülmesi gereği doğmuştur.

Bu kararın alınmasına giden süreç bir kaynakta daha ayrıntılı bir biçimde şu sözlerle anlatılmaktadır:

“…1941 yılında bir gelişme olmuş, “Arapça ezan okuma suçu” dolayısıyla para cezasına mahkum edilenlerden biri veya avukatı “Bu ceza kanunsuzdur”

gerekçesiyle Yargıtay’a başvurmuştu. Yargıtay da durumu inceledikten son-ra, başvuruyu haklı bulup, mahkeme kararını bozmuştu17. Ceza kararını ve-ren mahkeme, Yargıtay’ın kararına uymuş ve bunun duyulması üzerine diğer mahkemeler de “Arapça ezanı okuyanlara” ceza vermemeye başlamış ve bununla birlikte Arapça ezan okuma fiilleri de giderek artmıştır” (Öymen 2004: 486)18.

16 “Reformların kentlerdeki etkisi çok daha büyük olmuştur. Buralarda Kemalistler pozitivist, laik ve modernlikten yana olan ülkülerini destekleyen kümeyi hayli genişletmekte gerçekten başarılı idiler. Kemalist “devrimin” kentlerdeki belkemiğini genellikle, bürokrat, subay, öğ-retmen, doktor, avukat ve büyük ticari işletmelerin girişimcileri oluşturuyordu. Sanatkar ve küçük tüccarlar ise, bastırılmış olan geleneksel kültürün belkemiğini meydana getiriyorlardı”

(Zürcher 2000: 282-283).

17 Yargıtay’ın kararı bozma gerekçesi şu şekilde idi: “Arapça ezan okumak maddedeki ifadesiyle

“Yetkili makamlar tarafından kanun ve nizamlara aykırı olmayarak verilen bir emre itaat et-memek veya o yolda alınmış bir tedbire riayet eyleet-memek” sayılmazdı” (Öymen 2004: 486).

18 Rıfkı Salim Burçak anılarında yasağı değerlendirirken, şu noktaya değinmiştir. “… Arapça ezan okunmasını yasaklayan kanun Cumhuriyet Türkiye’sinin karşılaşmış olduğu en büyük tehlike önünde bulunduğu günlere rastlıyordu. Hitler’in namağlup orduları Avrupa

karasın-Şunu da söylemekte fayda vardır ki, Atatürk’ün ölümünün ardından baş-layan Millî Şef döneminde tavizsiz bir politika güdülmesi ve yasağın katı bir şekilde uygulanması (Dikici 2008:171) yaklaşımının da bu süreçte önemli bir rol oynamıştır.

Bu yaklaşımın hakim olduğu dönemde, Mecliste Türk Ceza Kanunu’nun bazı maddelerinin değiştirilmesine ilişkin yapılan görüşmeler esnasında, Arapça ezan ve kamet okuyanların, Arapça harf yazanlar ve şapka giymeyenlerin ceza-landırılması konusu da gündeme gelmiştir (TBMMZC, İ: 55, C: 1, 23.05.1941:

130). Tasarıda, Arapça ezan ve kamet okuyanların 7 günden 3 aya kadar hafif hapisle birlikte 25 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılmala-rı gereği öngörülmüştür (Türk Ceza Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştiril-mesi Hakkında Kanun Lâyihası (1/78), S. Sayısı: 186, 15 Nisan 1939). Oturum-da Adliye Encümeni adına konuşan Salah Yargı bu düzenlemeyle hedefleneni net bir biçimde şu sözlerle ortaya koymuştur: “Eski şekilde okumanın memnu bulunmasının bir ceza müeyyidesi altına konması” (TBMMZC, İ: 55, C: 1, 23.05.1941:143).

Aynı oturumda söz alan milletvekili Nevzat Ayas, ilkin konuya ilişkin bir özet yapmış, ardından da şu öneriyi getirmiştir:

“Hükümetin mucip sebepler lâyihasında tasrih olunduğuna göre, ezan ve kametin Arapça okunması Diyanet İşleri Reisliğinin bir emri ile menolunmuş ve bu emrin tatbik olunmaması yüzünden ihtilâf çıktıkça iş mahkemeye inti-kal etmiş, fakat temyiz mahkemesi demiş ki, bu, bir vicdanî emirdir, bunun üzerinde Diyanet işlerinin emrini esas tutarak hüküm vermek varit görülemez.

Bu yolda bir temyiz anlayışı mevzubahistir. Şimdi bu anlayış üzerinde Teşkilât Esasiye prensibi noktasından düşünmek lâzım gelir. Çünkü ezan ve kametin Türkçe veya Arapça okunması mevzuunda iki cephe vardır: Lâiklik ve milliyet-çilik. Lâiklik prensibi noktasından bu mevzu dinîdir, kanun mevzuu olmamak lâzım gelir. Fakat milliyetçilik prensibi noktasından kendi dilimizi ileriye sür-mek için böyle bir hükmün kanun mevzuu olması doğru olabilir. Bu iki pren-sibi karşılaştırınca, bu hükümden maksat ezan ve kametin Türkçe okunması, Türkçeden başka dillerle okunmaması matlup olduğu düşünülünce : “Arapça ezan okumamak” diyecek yerde, Türkçe okumak demek; hem prensiplere daha

daki bütün cepheleri zaferle tasfiye ettikten ve Balkanları da işgal altına aldıktan sonra gelip Türk hudutlarına dayanmışlardı. Türkiye’nin akşama, sabaha kadar tecavüze uğraması bek-leniyor ve savaş bizim için artık kaçınılmaz görünüyordu. Memleketin böylesine bir tehlike ile kuşatıldığı bir sırada Türk parlamentosunun ezan meselesiyle uğraşmasını yadırgamamaya imkan var mıydı” (1998: 56).

muvafık olur, hem de ezan ve kametin yalnız Arapça değil, bütün diğer ecne-bi dillerle de okunmamasını temin noktasından uygun düşer. Maksat da, daha sağlam surette arzettiğim prensip noktasından ifade edilmiş olur. Binaenaleyh, metni “ezanı ve kameti Türkçe okumayanlar” şeklinde ifade etmek arzettiğim sebeplerden dolayı, bendenizce daha muvafıktır. Zannederim Encümen de bu ufak tadile iştirak eder” (TBMMZC, İ: 55, C: 1, 23.05.1941: 142) .

Ayas’a bu noktada itirazlar gelmiştir, Arapça okunmasının yasak edilme-sinin daha yerinde olduğu belirtilmiştir, bunun üzerine tekrar söz alan millet-vekili, meselenin Arapça ezanı yasaklamak olmadığı, Türkçeye yabancı bütün lisanları hariç bırakacak şekilde “Ezanı ve kameti Türkçe okumayanlar” şeklini tercih etmenin anayasadaki milliyetçilik esasına uygun olduğunu belirtmiştir (TBMMZC, İ: 55, C: 1, 23.05.1941:142). Bunun üzerine söz alan milletvekili Rasih Kaplan, bu konunun ceza mevzuu olmadığını, konunun Evkaf Umum Müdürlüğünün yayınlandığı tamim ile düzenlendiğini, laiklik prensibi nede-niyle konuya karışılmaması gerektiğini belirtmiştir. Kaplan ayrıca, bu konunun nazik bir konu olduğunu vatandaşlar arasında tepkilere sebep olabileceğini bu düzenlemenin yerinin ceza kanunu olmadığı gibi, eklenmesinin de zamanı ol-madığının altını çizmiştir (TBMMZC, İ: 55, C: 1,23.05.1941: 142-144). Bu tartışmalar doğrultusunda 2 Haziran 1941 tarihinde tasarı kanunlaşmıştır.

Arapça ezan yasağı, 2 Haziran 1941 tarihinde kabul edilen 4055 sayılı kanunla yürürlüğe girmiştir. Kanuna göre, “Arapça ezan ve kamet okuyanlar 3 aya kadar hapis veya 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılacaktır”

(TBMMZC, İ: 61, C: 1, 02. 06.1941: 6).

Arapça ezan okunmasına ilişkin olarak hapis ve para cezaları getirilerek, caydırıcılığının artırılmasına karşın, 1945 yılı ortalarına doğru alınan çok par-tili hayata geçiş kararı ile birlikte oluşan yeni siyasal atmosferde Arapça ezan okunması konusuna ilişkin tartışmaların canlandığı görülmüştür. Burada önemli olan nokta tutanakların bize yer yer Arapça ezan okuma hadiselerinin varlığını göstermesinin ötesinde, seçim kampanyalarında muhalefet partilerinin

“camilerde okunan Türkçe ezanın Arapça ezan haline getirileceği” dair

“camilerde okunan Türkçe ezanın Arapça ezan haline getirileceği” dair