• Sonuç bulunamadı

3. MUHTEVA İNCELEMESİ

3.2. Eserde Adı Geçen Şahsiyetler:

3.2.3. Eserde Adı Geçen Mutasavvıf ve Şairler:

Ahmed Yesevî: Eserin önsöz kısmında, altıncı ve on ikinci bölümlerde

toplam beş kez ismi zikredilmiştir. İnsanların tam manasıyla Allah’ın varlığını idrak edemeseler dahi doğru yoldan ayrılmaması gerektiğini, şeyhlerden uzaklığın afet getireceği, müridin şeyhten gelen emre sabır göstermesi gerektiğini belirtmiştir. Bu konular üzerine eserde Ahmed Yesevî’den nakledilen beş adet Çağatayca beyit verilmiştir. Tezimizin giriş kısmında ve eserin muhteva bölümlerinde Hoca Ahmed Yesevî ve beyitleri ile ilgili daha geniş bilgiler verilmiştir.

Cüneyd-i Bağdâdî: Eserin, önsöz kısmında ve on sekizinci bölümünde

toplam iki kez ismi zikredilen sûfî, Bağdatlıdır ve İmam Şâfì’nin talebesidir. Şeyh Ebu Cafer-i Haddâd: “Eğer akıl, kişi suretine bürünseydi Cüneyd sureti olurdu.” demiştir.(Nevâyî, 1996: 49)

Eserde Cüneyd-i Bağdâdî’nin tasavvuftaki “Kutp” olan mutasavvıflardan olduğu nakledilmiştir. Ayrıca on sekizinci bölümde Hlallâcı Mansûr’un “Enel Hakk ” düsturunu açıklamıştır: “O hoşnutluğundan mest oldu ve aklı başından gitti, o yüzden onun bu söylediğine itibar edilmemesi gereklidir.” Demiştir.

Ashâb-ı Kehf: Kültürümüzde “yedi uyurlar” olarak bilinen ve Kurân’ın on sekizinci suresine ismi verilen dostlar grubudur. Eserde On dördüncü bölümde bir kez ismi zikredilmiştir. Müridin, şeyh hizmetinde olmakla, ona muvafakat kılmakla hem vazifesini layıkıyle yapacağı hem de şefaat bulacağı anlatılmıştır. Kıssaları, Kehf suresinin 9-26. ayetlerinde anlatılmıştır.( Ersöz, 1991: 466)

Zünnûn-ı Mısrî: Eserin önsöz kısmında bir kez zikredilen Zünnûn-ı

Mısrî’nin, Tasavvufta Ktuplardan olduğu bildirilmiştir.

772 yılında Mısır’ın İhmîm (Ahmîm) şehrinde doğdu. Nûbe asıllı olduğu söylenir. Asıl adı Sevbân’dır. Zünnûn (balık sahibi, balıkçı) lakabını alışıyla ilgili olarak Ferîdüddin Attâr şu rivayeti nakleder: Sevbân bir gün bir gemiye biner, gemideki bir tüccarın mücevheri kaybolur, herkes ondan şüphelenir ve kendisine işkence edilir. Nihayet Sevbân dayanamayıp, “Yâ rabbi sen bilirsin” deyince denizin üzerinde çok sayıda balık belirir. Her birinin ağzında birer mücevher vardır. Elini denize uzatıp bu mücevherlerden birini alarak tüccara veren Sevbân bu olaydan sonra “Zünnûn” diye anılmaya başlanmıştır. Kuşeyrî bu olayı Zünnûn’un dilinden başka bir kişi hakkında nakletmiştir.(Tosun, 2013: 575)

Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Harakânî: Asıl ismi , Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed

(Ca‘fer) el-Harakānî olan mutasavvıf, Bistâm’ın kuzeyindeki Harakān köyünde çiftçi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hicrî yıl hesabıyla yetmiş üç yaşında vefat ettiğine göre 963 yılında doğmuş olmalıdır. Kaynaklarda ümmî olduğu, Bâyezîd-i Bistâmî’nin mânevî bir işareti üzerine Kur’an okumaya başladığı

kaydedilmektedir Eserin önsöz kızmında , Fenâ ve bekâ makamları hakkında bilgiler paylaşmıştır.(Uludağ, 1997: 93)

Hakîm Ata:Hârizm’de doğdu. Asıl adı Süleyman’dır. Daha sonra yerleştiği yer dolayısıyla Bâkırgānî nisbesini aldı. Hayatı hakkındaki bilgiler, yazarı bilinmeyen Hakîm Atâ Kitâbı (Kazan 1846) adlı menâkıbnâmeye dayanmaktadır.Bu esere göre derse giderken arkadaşları gibi Kur’ân-ı Kerîm’i boynuna asmayıp başının üstünde taşıması Ahmed Yesevî’nin dikkatini çekmiş, ailesi ve hocasının iznini alarak onunla ilgilenmeye başlamıştır ve ilerleyen zamanlarda önemli İslâm mutasavvflarından biri olmuştur. ( Kara, 1997: 183)

İsmi ikinci bölümde bir kez zikredilmiştir. İkinci bölümde müridlerine yapmış oluğu bir imtihan nakledilmiş sonrasında bu imtihan ile ilgili bir beyte yer verilmiştir. Bu imtihan, muhteva kısmında detaylı olarak anlatılmıştır.

Hasan-ı Basrî: 642 yılında Medine’de doğdu. Babası Yesâr’ın (müslüman

olmadan önceki adı Feyrûz), Irak’ın fethi sırasında Basra yakınlarındaki Meysân kasabasından Medine’ye getirilen esirlerden olduğu söylenir. Hasan-ı Basrî’nin annesi Hayre, Resûl-i Ekrem’in eşi Ümmü Seleme’nin âzatlısı ve hizmetkârıdır. Bundan dolayı Hasan’la daha çok Ümmü Seleme ilgilenmiş, bilgili ve hakîm bir kişi olarak yetişmesinde bu ortamın büyük rolü olmuştur.(Uludağ, 1997: 291-293)

Eserde ikinci bölümde ismi bir kez zikredilmiştir. Peygamber Efendimizden fakirlik hakkında bir hadisi şerif nakletmiştir.

Ferîdüddin Attâr: Asıl ismi Ebû Hâmid Ferîdüddîn Muhammed b. Ebî Bekr

İbrâhîm-i Nîsâbûrî’dir. Horasan Selçukluları’nın son zamanlarında, büyük bir ihtimalle 537-540 (1142-1145) yılları arasında Nîşâbur’da dünyaya geldi. Eczacılık ve tıp ile meşgul olduğu için “Attâr” lakabını aldı ve bu lakapla meşhur oldu. Çocukluk ve gençlik devresi hakkında kaynakların verdiği bilgiler çok farklı ve yetersizdir. Attâr’ın tasavvuf terbiyesini kimden aldığı, irade hırkasını giyip giymediği kesin olarak bilinmemektedir. Babasının da şeyhi olduğu rivayet edilen Kutbüddin Haydar ile Rükneddîn-i Ekâf (Ekkâf) ve Mecdüddin el-Bağdâdî’nin müridi olduğu şüphelidir. Attâr, tasavvufun esası kabul edilen tarikat, mârifet ve hakikat merhalelerini talep, aşk,

mârifet, istiğna, tevhid, hayret ve fenâdan ibaret yedi merhaleye çıkarır. Hakk’a vâsıl olmak ve O’nun varlığında yok olup bekāya ermek için bu merhalelerin bir mürşid-i kâmilin terbiyesinde aşılmasını şart koşar. Attâr, sonuncu makam olan ve ona göre gerçek tevhidden ibaret bulunan fenâya çok önem verir. Ona göre insanın vücudu, Hakk’ın aynası ve cilvegâhıdır. ( Şahinoğlu, 1991: 95-98. )

Eserde üç, on bir, on dört ve on altıncı bölümlerde toplam beş kez zikredilmiştir. Ayrıca İsmi geçtiği bölümlerde ona ait Çağatayca beyitler de verilmiştir.

Ali Şîr Nevâî: Soyca bir Uygur kabilesinden gelen Ali Şîr Nevâî 17 Ramazan

844 (9 Şubat 1441) tarihinde Herat’ta doğdu. Babası Kiçkine Bahadır (Kiçkine Bahşı) Timur’un torunlarının hizmetinde bulunmuş, en sonra Bâbür Şah’ın sarayında da önemli bir mevki sahibi olmuştu. Annesinin dedesi Bû Said Çiçek ise Hüseyin Baykara’nın dedesi Baykara Mirza’nın uluğ beyi (beylerbeyi) idi. Şâhruh’un ölümüyle çıkan karışıklıklar üzerine Kiçkine Bahadır o sırada altı yaşlarında olan Ali Şîr’i yanına alarak Yezd üzerinden Irak’a gitti. Ali Şîr Meşhed’de İmam Rızâ Medresesi’nde okurken pek çok İranlı âlim ve şairle tanışmış, birçoğundan da ders almıştır. Bunlar arasında Kemal Türbetî ve Arap aruzunun üstadı sayılan Derviş Mansûr da vardı. 1464’te Meşhed’den Herat’a gelen Ali Şîr, burada Ebû Said Mirza’nın hizmetine girdiyse de ondan ilgi göremeyince Semerkant’a gitti ve Hâce Celâleddin Fazlullah Ebü’l-Leysî’nin medresesine devam etti. Arkadaşı Hüseyin Baykara’nın tahta geçmesine kadar da Semerkant’ta kaldı.

Ali Şîr Nevâî manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay edebiyatının değil bütün Türk edebiyatının önde gelen simalarındandır. Türkçe eserlerinde Nevâî ve Farsça şiirlerinde Fânî olmak üzere iki mahlası vardır. Ali Şîr’e tesir edenlerin başında İran’ın büyük mutasavvıflarından Abdurrahman-ı Câmî gelmektedir. Câmî’ye olan hayranlığı ve fikirlerine duyduğu hürmet onun Câmî’nin mensup olduğu Nakşibendiyye tarikatına girmesine sebep oldu. Bunların dışında Attâr, Hüsrev-i Dihlevî ve Nizâmî ona tesir eden belli başlı şairler arasında sayılabilir. Şiire Farsça ile başlayan Ali Şîr daha on beş yaşlarında iken kendini şair olarak tanıtmayı başarmıştır. Sonraları Türkçe de yazmaya başlamış ve bu yüzden “zü’l-lisâneyn” diye tanınmıştır. (Kut, 1989 : 449-453 )

Eserde önsöz kısmında toplam beş kez ismi geçmekte ve beş adet Çağatayca beytine yer verilmiştir.

Hallâc-ı Mansûr: 244’te (858) İran’ın Fars eyaletinde bulunan Beyzâ’nın

kuzeydoğusundaki Tûr’da doğdu. Dedesi Mahamma Mecûsî idi. Sonraları anne tarafından Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin neslinden geldiği söylenerek kendisine Ensârî nisbesi verilmiştir. İbnü’n-Nedîm onun, halkının çoğunluğunu Araplar’ın meydana getirdiği Beyzâ’dan olduğunu ifade ettikten sonra babasının mesleğinden dolayı “Hallâc” diye tanındığını söyler.

Hallâc-ı Mansûr tasavvufta ki bir hâl nedeni ile yanlış anlaşılır ve Hallâc, 24 Zilkade 309 (26 Mart 922) tarihinde Bağdat’ın Bâbüttâk denilen semtinde önce kırbaçlandı; burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edildi. Başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikildi; gövdesi yakılıp külleri nehrin sularına savruldu. Kesik başı iki gün köprüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırıldı. (Uludağ, 1997 : 377-381)

Eserin önsöz kısmında müellif tarafından Hallâc-ı Mansûr’un “Enel Hak” düsturunun, aşkın vermış olduğu coşkuyla meydana geldiği anlatılmıştır.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî: 6 Rebîülevvel 604’te (30 Eylül 1207)

Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi. Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled, Belh’e yerleşmiş bir ulemâ ailesine mensuptu ve “sultânü’l-ulemâ” unvanıyla tanınmıştı. Mevlânâ, Mes̱nevî’nin girişinde adını Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kaydetmiştir. Lakabı Celâleddin’dir. “Efendimiz” anlamındaki “Mevlânâ” unvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. “Sultan” mânasına gelen Farsça “hudâvendigâr” unvanı da kendisine babası tarafından verilmiştir. Ayrıca doğduğu şehre nisbetle “Belhî” olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği Anadolu’ya nisbetle “Rûmî, Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî” ve müderrisliği sebebiyle “Molla Hünkâr, Mollâ-yı Rûm” gibi unvanlarla da zikredilmektedir.( Öngören, 2004: 441- 448)

Eserde yedi, sekiz, on, on dört ve on beşinci bölümlerde toplam beş kez ismi geçerek Mevlânâ’nın eserlerinden toplam beş beyit verilmiştir.

Abdülkâdir-i Geylânî: Asıl ismi Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkādir b.

Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî olan mutasavvıf, 470’te (1077) Hazar denizinin güneybatısındaki Gîlân eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. tasavvufu, şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur’an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî hâller dinî ölçülerin dışına taşmamalıdır. Müridlerine hep, “Uyun, uydurmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin, kirlenmeyin” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu.(Uludağ, 1988: 234)

Eserin Önsöz kısmında bir kez ismi geçmektedir. Aşkın mânâsını, Peygamber efendiizden bir menkıbeyi anlatarak açıklamaktadır.

Şeybânî Han: Şeybânîler hanedanının kurucusu ve ilk hükümdarıdır. 855’te (1451) doğdu. Adı Muhammed olup Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’nin oğlu Şiban’a (Arapçalaşmış şekli Şeybân) nisbetle Şeybânî Han (Şîban Han, Şeybak [Şeybek] Han, Şah Baht Han, Şâhî Beg Han) unvanıyla tanınır. Babası Şah Budak, annesi Kalmuk prenseslerinden Ak Kuzu Begüm’dür. Babasının Moğol Hanı Yûnus Han tarafından öldürülmesi (872/1468) ve aynı yıl içinde dedesi Ebülhayr Han’ın vefatından sonra kardeşi Mahmud ile birlikte Atabeg Uygur Han ve Emîr Karaçin Beg’in himayesinde Deştikıpçak’tan ayrıldı; Astarahan’a giderek Kasım Han’ın yanına sığındı. Ardından Timurlular’dan Ahmed Mirza’nın hâkimiyetindeki Buhara’ya geçti. Buhara medreselerinde tahsil gördü, Arapça ve Farsça öğrendi. Yesevî ve Nakşibendî şeyhleriyle yakın ilişki kurdu. Daha sonra Deştikıpçak’a döndü; Siriderya boyundaki Arkuk ve Siğnak (bugünkü Sunak Kurgan harabeleri) gibi kasabaları ele geçirdi. Bu dönemde Çağatay Hanı Mahmud’un hizmetine girdi ve gösterdiği başarılardan dolayı Türkistan (Yesi) kendisine yurtluk verildi (893/1488). Burada nüfuzunu ve kudretini arttıran Şeybânî Han, Hüseyin Baykara’nın idaresindeki Hârizm’e bir sefer düzenlediyse de sonuç alamadı. Ardından Kazak Hanı Burunduk (Barandak) ile savaşa girişti. Burunduk Han’ı yenip Ürgenç (Hîve) şehrini kuşattı. Bu sırada Sabran halkı isyan ederek valilerinin yerine Şeybânî Han’ın kardeşi Mahmud’u geçirdilerse de Kazaklar’ın gelmesi üzerine Mahmud şehri terkedip Şeybânî Han’a iltihak etti. eybânî Han, Timurlular arasındaki kargaşadan istifade ederek 905 (1500) yılında Buhara ve Semerkant’ı aldı ve atalarından Şeybân’a nisbetle Şeybânîler (Özbekler) adıyla anılan

hânedanı kurdu. Can Vefâ Mirza’yı Semerkant valiliğine tayin etti, kendisi Semerkant yakınlarındaki Hoca Dîdâr Kalesi’nde oturmaya başladı. Ancak Bâbür, Semerkant’a sefer düzenleyerek on dört günlük bir kuşatma sonunda şehri geri aldı. Şeybânî Han, Semerkant’ı yeniden ele geçirmek amacıyla Bâbür’ün üzerine yürüdü ve onu ağır bir hezimete uğrattı. Semerkant’a sığınmak zorunda kalan Bâbür akraba ve dostlarından yardım istedi, ancak kimse yardımına gelmedi. Şeybânî Han dört aylık bir kuşatmadan sonra 906’da (1501) Semerkant’ı ele geçirdi. Siriderya’nın yukarı taraflarına yürüyüşüne devam etti; aynı yılın kışında donmuş olan Hokand nehrini geçip Şâhrûhiye ve Taşkent civarına, bahar aylarında da Ura-Tepe’ye bir sefer düzenleyerek geri döndü.(Türkoğlu, 2010: 43-45)

Eserin önsöz kısmında ve yedinci bölümlerinde iki kez adı geçmektedir. Şey Hudaydad bir gün onu ziyarete gittiğini ve onun servetinin kendi gözünde saman kadar değeri olmadığını yedinci bölümde zikretmiştir.

Benzer Belgeler