• Sonuç bulunamadı

Efendimiz ve İlk Müslümanların Başkalarının İmanlarını

C- Tebliğ ve İrşâd İle İlgili Soru ve Cevaplar

8. Efendimiz ve İlk Müslümanların Başkalarının İmanlarını

Başta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra da O’nun ashabı, dinî düşünce ruhlarında mayalandığı andan iti-baren, başkalarına dinî mevzuları anlatmayı, dini, hayata hayat yapmayı ve bu yolla insanları hakikî kurtuluşa ulaş-tırmayı hayatlarının gaye ve ideali hâline getirdiler. Zaten dine hizmet yoksa, hayatta kalmanın da bir mânâsı yoktur.

Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, yeryüzünde Allah’ın halifele-ri olan biz mü’minler, bütün hâdiselehalifele-ri dinî duygu ve dü-şünce perspektifinden değerlendirmek mecburiyetindeyiz.

Şayet bir su aşağıya doğru akıyor ve dinimiz de bize, onun yukarıya doğru akmasını emrediyorsa, dinin dediği olun-caya kadar çalışmakla mükellefiz. İşte bu mükellefiyetimizi idrak edebiliyorsak varlığımızın bir hikmeti ve yaşamamı-zın bir mânâsı vardır. Durum aksiyse, yaşamamız abes ve mevcudiyetimiz de lüzumsuzdur.

Bu şuur ve düşünce Allah Resûlü’nde en üst seviye-deydi. Kur’ân-ı Kerim birkaç yerde hem O’nu ikaz hem de O’nun yüce ve muallâ kametini bizlerin nazarına vermek için “Felealleke” ile başlayan âyetlerini serdediyordu: “Ne-redeyse kendini bitirip tüketeceksin. Ne“Ne-redeyse kendini öldüreceksin..” Sabah kalkıyor, inanmayan çehreler

görü-106 M. F. Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 1, “İnançsız birine önce neyi ...” sorusu.

yor, akşam yatarken onların hayalleri nazarında beliriyor...

duyup hissettiklerin karşısında, insanlarla alâkana göre ız-dırap ve kalak içinde iki büklüm oluyorsun.

Sana ait ulvî hayatı unutuyor ve neredeyse intihar ede-cek duruma geliyorsun. Evet, şu sözler sözü ve ilâhî mesaja gönül verip onun aydınlatıcı ikliminde şekillenmiyorlar diye, durmadan inliyor ve inanıp onunla bütünleşemediklerinden dolayı da öyle üzülüyor ve kıvranıyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip biteceksin. Bu âyetlerde hem “İşi kadere bırak, Allah’a teslim ol, kendine o kadar eziyet etme.” mâ-nâsı vardır, hem de çok ciddî ve ulvî bir iltifat. Burada sanki şöyle denmektedir: Ey Nebi! Senin yüce bir ruhun var. Bu ruh ilerde öyle bir kaynak hâline gelecek ki tasını eline alan herkes o kaynağa koşacak ve doyup dolacaktır. İşte, ilerde olacak o büyük iş adına hayatına kıyıp, düşünce dünyanı bu kadar sarsma. Sen lâzımsın. Öyle ise vazifeni yap. Sen, Rubûbiyetin gereğine karışma! Daha kim bilir bizim hissede-mediğimiz ve ancak O’nun hissedebileceği iltifatlarla dop-dolu ne mânâlar ifade ediyor bu âyetler...

Âyetteki bu iltifattan da anlıyoruz ki, Allah Resûlü’nün bütün dert ve ızdırapları getirdiği büyük hakikatleri insan-lara anlatmaktı. Âdeta yağmur yüklü bir bulut gibi hep bu dert ile mahmul bulunuyordu. Hakkın tecellîleriyle mest bir nebi için, “Sarhoş” tabirini kullanmam mümkün değil. Fa-kat bir başkasını anlatmak isteseydim ona “Bu derdin sar-hoşu” derdim. Bu büyük davadan başka, O’nun düşünce ufkuna misafir olan hiçbir mesele yoktu. Onun içindir ki kendisine yapılan eza ve cefalardan sanki haberi bile ol-muyordu. Çok kere yanındaki sadık dostlarına ne

olduğu-nu soruyor ve hâdiseye onların hıçkırıklarını duyunca fakat yalnız ve yalnız dostlarını teselli için kısa bir müddet atf-ı nazar edip geçiyordu.

Meleklerin bakmaya kıyamadığı o yüze uygun olmayan şeyler atılıyor, arşta gezen başına işkembe konuyor, bastığı yerlerdeki tozu toprağı gözümüze sürme diye çekmeyi canı-ma minnet bildiğim o mübarek ayaklarının altına dikenler serpiliyor veya taşlanarak, o mübarek ayaklar kan revan içinde kalıyor (Kim bilir O’nun ayağına değen her taş kar-şısında gökteki melekler nasıl feryat edip semayı ihtizaza getiriyorlardı!) bütün bunlar oluyordu da fakat, sanki bü-tün bu olup bitenlerden habersiz yaşıyordu. Neden sonra, Ömer’de bir hıçkırık duyunca “Niçin ağlıyorsun ya Ömer”;

Ebû Hüreyre’nin iki büklüm ağlayışını görünce “Ey Ebû Hüreyre seni ağlatan nedir?” Veya canından bir parça kızı Fatıma’nın billur gibi gözyaşlarının yüzünde inci danele-ri gibi süzülmeye başladığını görünce “Kızım seni ağlatan nedir?” diye soruyor ve her defasında kendisiyle alâkalı bir derdin onları ağlattığını anlayınca teselli ediyor: “Ağla-mayın Allah bu dini aziz kılacaktır”, “Ağlama! Allah senin babanı zayi etmeyecektir.” tesellisiyle iktifa ediyordu.

Evet, Allah O’nu zâyi etmedi. O her inanan gönülde bir gül bir Cennet çiçeği gibi bugüne kadar yaşadı ve bun-dan sonra da yaşayacaktır. O’nun sadık dostları da aynı şekilde davranıyorlardı. Yeryüzünde herkesin, her kesimin ittifakla kabul edip kendilerine rehber edinecekleri tek ce-maat sahabiler cece-maatidir. Biz onların sadık kapı kullarıyız.

Ümidimiz de Cenâb-ı Hakk’ın bizi bu ikrar ile haşretmesi merkezindedir.

Ben kendimi mü’minlerin en mücrimi kabul ediyorum.

Buna rağmen onlardan biri tenezzül buyurup misal âlemin-den ufkuma dikilse ben de rüyamda görüversem, o gün kabıma sığamıyor ve sevincimden uçacak hâle geliyorum.

Bunu büyük bir lütuf kabul ettiğimden kesiliverir korku-suyla hiç kimseye anlatmak da istemiyorum. Ama bazen endişeme galebe ediyor ve yakın arkadaşlarımdan birine, elimde olmayarak anlatıyorum. Ve “Yine bugün o dostlar dairesinin yıldızlarından biri, nâehil birinin ufkunda tecellî etti.” diyorum. İşte onlar bizim için budur...

Sahabe, hakkıyla nübüvvet nurunu gönül aynalarıyla aksettirdiler. O Mir’ât-ı Mücellâ’ya tam bir mâkes oldular ve O’nu tam mânâsıyla temsil ettiler. İmamlar İmamına ta-vizsiz ittiba ile imamlarının sinesinde kaynayan o hakikat buhurdanlığını alıp ruhlarında yaşadılar, yaşattılar ve in-sanlığı -Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla- aydınlığa boğdular.

Bu o devirde insanlığı kurtarmaya matuf bir hareketti, en ulvî keyfiyetiyle de temsil edildi. Onlarda gördüklerimiz, kendini insanlığın kurtuluşuna adamış fedakârların bugün de çıkabileceği hakkında bizlere kanaat veriyor. Zira biliyo-ruz ki tarih, bu oluş ve tekevvünlerin tekrarından ibarettir.

O devrin tekerrür etmemesi için de hiçbir sebep yoktur ve inşâallah tekerrür de edecektir...

Daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce bütün mi-salleri sahabeden vermek mecburiyetinde kaldığımız bir vâ-kıadır. Ancak bugün devrimizden ve günümüzden de misal-ler verebilmek imkânına sahibiz. Zaten bimisal-lerek-bilmeyerek hepimiz bu günleri bekliyorduk. Misalin birini Asr-ı

Saadet-ten verirken, ikinci bir misali günümüzden verip bu iki hal-kayı birleştirmek arzumuz artık tahakkuk etmiş bulunuyor.

Bir misalle meseleyi müşahhaslaştırmış olayım. İçtimaî yönleri ve mevkileri itibarıyla çoklarını gıptaya sevk edecek durumda bir grup genç arkadaş, daha henüz hayattan kâm almamışlar ve dünya namına bütün nimetler ayaklarının altına serilmiş iken, bir liste yapıp bana getirmişler. Liste-de isimler var, altına şöyle bir not düşülmüş: “Allah aşkına bize dua edin de hayatımızın her anını dinimize ve milleti-mize hizmet ederek değerlendirelim ve ecel gelip çattığında da şehitlik sevabıyla ötelere gidelim.”

İşte bu, yeniden sahabenin var olması demektir. Uzun müddet onlar için dua ettim. Ömürlerini din uğruna har-camaları ve son nefeslerini de ölümlerin en kârlısı şeha-detle bitirmeleri için. Bu isimlerin en sonuna da liyakatime bakmadan kendi adımı yazdım. Onların isimlerini şefaatçi yaparak bu pâyeden istifadeyi, Rabb’imin engin lütfundan niyaz ettim. Şu gençlerin ve onlar gibi binlerce gencin hâli bizi gıptaya sevk edecek ve yüreklerimizi hoplatacak kadar zengin ve çok şey vaad etmektedir.

Onları gördükçe ümidimize fer geliyor ve artık bu iş tu-tacak diyoruz. Çünkü artık o ulvî mânâyı, ruhlarının derin-liğinde hem de o mânânın kamet ve kıymetine göre temsil edecek gençler var ve bu Rabb’imizin bize sonsuz ihsanı-dır. Evet artık, yatarken şakakları zonklayanlar çoğalmıştır.

Bugün imansızlığın ve imansızların ızdırabını ruhunda ya-şayan binlerce genç vardır. Böylece ilk kutbu teşkil eden o muhteşem sahabiye mukabil, büyük davanın altına gir-meye azmetmiş, onlara denk işler yapma gayreti içinde,

yepyeni bir nesil, terütaze ümitten mesajlarla ve Hazreti Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kokusuyla, buhurdan-lık gibi içleri yana yana kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla eda etmeye çalışmaktadırlar. Rabb’im bizi, kusurlarımıza bakıp inkisara uğratmasın... Âmin!

Meseleyi hulâsa edecek olursak, onlar hasbîlik, diğer-gâmlık, kendini ve kendine ait işleri unutma, vazifesi adına maddî-mânevî bütün hazlardan vazgeçme gibi ulvî haslet-lerle yükselip semalara çıktılar. Eğer gözümüz ufukta aynı şeylere namzet isek, aynı düşünce ve aynı ruh hâletini pay-laşmamız icap edecektir.107

9. Tebliğ ve İrşâd ile Fitne Arasında Ne Gibi