• Sonuç bulunamadı

Mehmet Eroğlu’nun yetişkinlik evresi (1960-1980) göz önüne alındığında rahatlıkla denilebilir ki Eroğlu, dönemin siyasi ve kültürel yapısından etkilenir. Eroğlu, bu etkiyi eserlerine yansıtmıştır. Ele aldığı konular ve yazarlık üslubu, onun birçok farklı kesim tarafından dikkatle takip edilen bir yazar olmasını sağlamıştır. Eroğlu’nun kendisi de bu dönemde yaşamanın yazma eylemini kolaylaştıran bir durum olduğunu ifade etmiştir. Ona göre sözü edilen dönem, ülkenin en gerilimli yıllarıdır. Fakat Eroğlu, o dönemde birlikte soluk aldığı gençlerin temel algısının

32

dünyayı bir vuruşta ters düz edebileceklerine olan inanç olduğunu ifade ederek gerilimli yılların kendisine olumlu yansıdığını ve yazma eylemini kolaylaştırdığını savunur. Çünkü ona göre bu gençler, amaçları uğruna ölümü göze alacak kadar cesurdurlar (t.y. 1979: 21).

Eroğlu, yazmanın insan beyninin insanı kendine yönlendirdiği hırslı bir dikkatten doğan yoğunlaşmış duyguların boşaltım istemi olduğunu, gerçek edebiyatçılarda bu boşaltımın temelinde acı ve öfke olduğunu ve edebiyatın bireyin çileli bir dönemde kişiliğini oluşturmaya çalışırken kendine ait direnmesi haline geldiğini ifade eder (Akınhay ve Özer, 2000: 8). Ayrıca Eroğlu’na göre yazmak, için birçok sebep gereklidir. Bunlar, kimi zaman başka hayatlara duyduğumuz özlemdir, kimi zamansa hayatımızda bulamadığımız ilahiliği edebiyatta arama isteğidir. Son olarak yazara göre yazmak, kendimizi bağışlatmanın ve ruhsal arınmamızı sağlamanın bir yöntemidir (Karapınar, 2005: 16).

Eroğlu, yazmanın ancak okumakla mümkün olduğunu ve yıllarca süren okumalarının neticesinde yazarlığa eriştiğini belirtir. Ona göre, her bireyin doğumundan ölümüne kadar süren bazen kısa bazense uzun bir ömrü vardır. Hepimiz bunun farkında olsak da bazılarımızın hayatı yoktur. Çünkü bir hayat sahibi olmak için önce onu edinmemiz gerekir. Birey, kendine bir hayat edinmek istiyorsa mutlaka ve mutlaka okumalıdır. Okuyan bireyler hayatı eserlerden öğrenirler dolayısıyla istedikleri yaşamı kendilerine armağan ederler. Okuma uğraşı o kadar değerlidir ki, insan yüz birimse yaşam insana bunun yalnızca onunu verir. Oysa okumak, insanın yüzde doksanını oluşturmaktadır. Çünkü okumak, en az yatırım ile en çok getiriyi kazandığımız uğraştır. Öte yandan yazmak isteyenler için de elzem bir eylemdir (URL 3). Bunlara ilaveten Eroğlu, yazma eylemine katkıda bulunan bir diğer faktörün de haritalar olduğunu, haritalara bakmanın ve serüven romanlarının yazma dürtüsüne katkıda bulunduğunu dile getirmiştir (Eroğlu, 2004: 23).

Mehmet Eroğlu, yazım hayatına 16 roman sığdırarak, 1980 sonrası Türk romancılığında yer edinmiş bir yazardır. Romanlarının konularını güncel olaylardan, kahramanlarını ise gerçek hayattan seçen Eroğlu, yazım hayatına başlamasından bugüne, popüler olma amacı gütmeyerek yazmak ve yazarlıkla ilgili düşüncelerinden ödün vermemiştir. O, günün modasına aldırış etmeden gerçekçi yazmayı kendine yol edinmiştir. Kendisine mal olan bu yolda yürümenin, zaman zaman şaşkınlık

33

yarattığının farkındadır. Fakat Eroğlu, hayatı boyunca doğru bildiklerinden vazgeçmemiştir. Bu durum, sadece edebiyat konusunda değil hayatının her alanına sirayet eden bir kararlılık örneği olmuştur. Nitekim Eroğlu edebi görüşünü, hayatının her evresinde doğru olduğuna inandığı değerler üzerine inşa etmiştir. Hiçbir zaman günün modasına uygun eser yazmamıştır (URL 4). Yazarın bahsini ettiği yılın modası kavramı, popüler edebiyat olarak nitelenebilir. Popüler edebiyat, günün modasına uygun yazmaya çalışan yazarların eserlerinin niteliğinden çok eserlerine ulaşacak olan okurların niceliğine dikkat ederek yazmasıyla oluşur. Oysa Eroğlu, derinlemesine büyüyen ve yayılmayan edebiyatsever bir okur kitlesi olduğunu belirtir. Ona göre okurlarının çoğu, hemen hemen eserlerinin hepsini okur. Ve yine ona göre gerçek yazar, kolaylığı sürgün olarak gören ve yazarken asla okuru gözetmeyendir (Yıldırım, 2005: 18). Buna göre Eroğlu, romanlarını onlara ulaşacak okur sayısını düşünmeden yazar. Eroğlu bu açıdan romanlarını farklı bir üslupla kaleme alır. Bu bakımdan Eroğlu, ne çağdaş yazarlarla girişilen yarışı, ne edebiyat modasını oluşturanları, ne okura hitap eden konuları, ne de erişilen okur sayısını gözetmiştir. Eroğlu, yalnızca trajik insan hayatını anlatmak amacıyla edebiyat dünyasından uzakta, edebiyatın magazinleşmiş hallerinden kendini yeğleyerek, kendi işine yoğunlaşan edebi kimliğe sahip günümüzde artık göz ardı edilmesi zor bir yazın anlayışı oluşturabilmiştir (Galip, 2002: 72).

Eroğlu, kalıcı yazar olabilmek için mutlaka acıdan beslenmek gerektiğini ifade etmiştir. Çünkü acı çekerek, başta kendimiz olmak üzere, nesneleri, durumları ve insanları duyumsarız/anlamlandırırız. Zaten yazar diye nitelendirdiğimiz kişiler, Dostoyevski misali yıkım ve kargaşadan kaynaklı acıyı sevmeyi öğrenmelidirler (Eroğlu, 2004: 16-17). Eroğlu, romanlarını insanı merkeze alarak kurgularken, insanı her yönüyle ele almaya dikkat eden bir yazardır. Bu hususta özellikle insanın ruhsal devinimleri önemli bir yere sahiptir. Zira insan hayatı, ruhunda izler bırakan olaylar neticesinde şekillenir. Bu olaylar, mutlu anılarla örülebilir fakat insana asıl tesir eden olayların temelinde acı vardır. Dolayısıyla insanı anlatmaya çalışan bir yazarın kalıcı

olabilmesi için mutlaka acıdan beslenmesi gerekir. İnsanoğlu, günümüzde

gereğinden daha fazla insanlık alametleri göstermeye, toplumsal vicdanın derinleşmesine ve yeni erdemler keşfedilmesine ihtiyaç duymaktadır. Sözü edilen ihtiyaçların giderilmesi için de acının gerekliliği ortaya çıkmaktadır (Karapınar,

34

2005: 16). Acı, insanların empati yeteneğini geliştirmesine yardımcı olan belki de ortak olarak en derinden hissedilen duygudur. Yazarın çektiği acıların, yazdığı satırlarda okur tarafından hissedilmesi ve benimsenmesi de yazarın başarısından başka bir şey değildir. Bundan dolayı Eroğlu romanlarında, acıdan beslenen kahramanlara rastlamak tabiidir.

Daha önce de belirtildiği gibi Eroğlu’nun yazma serüveni, 1970’li yıllara

denk düşer. Yaşadığı dönemin sancılı bir süreçten geçiyor oluşu, onun yazma eylemine etki eden faktörlerden birisidir. 1971 yılındaki siyasi ortam, Eroğlu’nun kişiliğinde derin izler bırakmıştır. Eroğlu’nun bu kargaşa durumunda yapılabileceğini savunduğu birkaç şey vardır. Bunlar; doğrularından vazgeçerek düşman bildiklerinde birlikte hareket etmek, var olan dengesizliğin içinde yuvarlanıp durmak ve son olarak birkaç farklı şekilde dengeler kurmaktır. Denge kurmanın en asıl ve kalıcı olanı yazmaktır. Çünkü yazmak için acı gereklidir. Acı, içinizdeki ısrarcı uyarıcıyı harekete geçiren duygudur. Ancak bahsi edilen acı, tabii ki ufak tefek bir acı değildir. Bu acıdan kast edilen şey, büyük yıkımlara ve insanlık dramlarına sebep olmasıdır. Bu tarz acıları hafifletmenin başlıca çaresi ise yazma eylemidir (Tüzül, 2001: 6-7). Zaten Eroğlu’na göre, ancak çağının gerçeklerini ve toplumun acısını kendi beninde hisseden birisi yazabilir. Eroğlu bu konuda Sartre’ın yazar sorumluluğuna benzer bir sorumluluğa sahiptir. Toplumsal kaygıları olan yazar “bana ne, bu konu beni ilgilendirmez” diyemez. Gerçek bir yazar, çağının ve çağdaşlarının problemlerini kendi problemleri gibi görüp eserlerinde işlediği sürece başarılı olabilir. Eroğlu da benzer kaygıları yazarlık kimliğinde taşıyan bir yazardır. Ona göre, yazarlık becerilerimiz başkalarının acılarından, insani durumlarından beslenmektedir. Zaten yazar, toplumsal vicdanı kendi benliğinde taşıyan bireydir. Yazarın vicdanen bireysel olmaması durumu çok önemlidir. Çünkü yazar, yazdıkları ile toplumsal vicdanı iyi gözetleyerek ya topluma karşı bir söylem geliştirir ya da toplumun söylemine destek çıkar (Akınhay ve Özer, 2008: 8). Yani Eroğlu’nun yazarlık kaynağını toplumsal sorumluluklar oluşturur ve o, bu özelliğiyle çağının sözcüsü bir yazardır. Eroğlu, bu özelliklerini eserlerinde oldukça hissettirir. Çağdaş roman ve 1980 sonrası Türk edebiyatı noktasında etkisi göz ardı edilemez isimlerden birisi olarak Mehmet Eroğlu, romanlarında hem dönemin gerçeklerini hem de yazarlık becerileriyle bezeli kurgularını okuyucuyla buluşturur. Dönem edebiyatının kırılma noktalarını

35

“romanın kırdan şehre gelişi, çok sayıda kişinin roman yazmakta oluşu, Türkiye’de bir burjuva kültürünün gelişmekte oluşu” (t.y 1979: 22) olarak belirleyen Eroğlu,

romanlarını bahsettiği bu kavramlar çerçevesinde oluşturmuştur. Örnek olarak Eroğlu, Fay Kırığı Üçlemesi’nde Türkiye’nin süregelen Türk-Kürt sorunu, din problemi, burjuva-köylü meselesi, zengin-fakir ayrımı, köylü-şehirli gibi sorunları ele alır. Aynı şekilde 9,75 Santimetrekare isimli romanında da romanın yazıldığı dönemin Türkiye’sinde baş gösteren Gezi Parkı eylemlerinin havasını solumak mümkündür.

Mehmet Eroğlu, eserlerinde insanı tüm yönleriyle ele almasıyla bilinir. Kendi ifadeleriyle o, “insan manzaraların ressamı” dır (Yürek, 2009: 343). Ona göre insan; doğan, yaşayan ve ölen basit bir varlıktan öte keşfedilmeyi bekleyen bir cevherdir. Nitekim Eroğlu bir söyleşisinde, romanlarının sorununun “insan, insanı araştırmak,

onda var olan ama adı konmamış insanlık durumlarını ortaya çıkarma yolunda çaba göstermek” (Yıldırım, 2005: 15) olduğunu ifade eder. Eroğlu için roman yazmak,

insanla ilgilenmek açısından yapılabilecek etkili eylemlerden birisidir. Zira insanı konu etmeyen bir roman, söz konusu olamaz. Bu yönüyle roman, insanın dünü, bugünü ve geleceğini içeren büyük bir tabloya benzer. Eroğlu bu tabloyu, insanın varoluşundan yok oluşuna kadar geçen süreyi ihmal etmeden oluşturur. Ancak insanı anlatırken yapılması gereken başka bir şey de onu, kendi oluşturduğu toplumdan soyutlamamaktır. Çünkü insan, var oluşunu gerçekleştirirken toplumla bir mücadele halindedir. Bu açıdan edebiyatın toplumsal işlevi de vardır. Buradan hareketle Mehmet Eroğlu, romanlarını hem bireysel hem de toplumsal bir üslupla yazar demek mümkündür. Ancak ifade edildiği gibi onun gerçek sahası ‘birey’ dir.

Eroğlu’nun bireyden hareketle eserler kaleme alması, onu varoluşçulara yaklaştırır. Zira varoluşçuluk felsefesinin çıkış noktası da bireydir. Bu felsefede bir hayvanın, bir eşyanın, insan dışı herhangi bir varlığın değil; insanın varoluşu açıklanır. Varoluşçu filozoflar, doğumundan ölümüne kadar özünü bulma çabasında olan, hayatını nasıl sürdüreceğine kendi yaptığı seçimleriyle karar veren insanın, bu süreçte yaşadığı bunalımdan, içine girdiği kaostan nasıl çıkacağına yönelik incelemelerde bulunmuşlardır. Bu doğrultuda romanlarını varoluşçu felsefeden beslenerek yazan yazarlar da, romanlarında insanın varolma çabalarını, varlık sorunlarını ve geçirdiği bütün ruhsal krizleri vermeye çalışmışlardır. Mehmet Eroğlu

36

da bahsedilen yazarlardan birisi olarak kabul edilebilir. Her ne kadar Yürek, Mehmet Eroğlu’nu varoluşçu olarak kabul etmemek gerektiğini ifade ederek, onu modernist olarak değerlendirse de (Yürek, 2009: 17) onun romanlarındaki bireyin yalnızlığı, yabancılığı, inanç problemi, sorgulamaları, özgürlük arayışları gibi eylemlerinden hareketle denilebilir ki; Eroğlu’nun romanlarında varoluşçu izlekler oldukça fazladır ve onu yakın dönem Türk edebiyatında ‘varoluşçu’ olarak nitelendirdiğimiz yazarlardan biri olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Nitekim Eroğlu da, romanlarının felsefe ile ilişkisi olduğunu ve bu romanlarda insanın varlık sorunlarını ele aldığını dile getirir. O, romanlarının odağına kendine sorular soran, sonra da cevapların peşinde düşen insanları alır. Onun yaptığı Malraux’un tabiriyle ‘insan yaratılışının gölgeli alanlarını araştırma çabası’ dır. Bu karanlık yerlerde insanlığın var oluş sorunları, bireyi çepeçevre sarmış trajik temalarla doludur. Bu temalar, bizi doğal olarak var oluş sorunuyla ilgilenen felsefeyle buluşturur. Felsefe ile Eroğlu romanlarının döngüsel ilişkisi de buradan başlamaktadır (Ülker, 2004: 20).

Eroğlu’nun roman kahramanları da romanlarının felsefe ilen olan ilişkisine binaen varkalış değil varoluşa çabalar. Eroğlu, roman kahramanlarını onların yeryüzündeki varoluş durumlarıyla ilintili olarak seçmektedir. Ona göre insanlar, anne ve babalarının sayısız sevişmeleri sırasında tanrının araya girmesiyle var olmaktadırlar. Tanrının eliyle var olan insanlar, yine Tanrı tarafından unutulur ve yalnızlığa mahkûm olurlar. Çoğu insan, amaçsız bir şekilde yaşamak için yaşar ve ömrü bitince ölür. Bu durum varkalış olarak bilinir. Bazı insanlar ise Tanrı tarafından yaratılmayı kendilerini için yeterli bulmazlar; kendilerini var etmek için çabalayıp dururlar. Bu durum ise var oluş mücadelesidir. İşte Eroğlu’nun kahramanları da var olmayı seçen bu gruba dâhildirler (Eroğlu, 2004: 20). Eroğlu’nun bu ifadeleri Heidegger ve Sartre’ın “fırlatılmışlık, bırakılmışlık” kavramlarını hatırlatır.

“Sartre’a göre de “insan kör ve sağır yokluk tarafından evrenin kaybolmuş bir köşesine adeta atılmış ve terk edilmiştir” (URL 5). Dünyaya bir şekilde atılan insan

var olmak ve özünü bulmak için çabalamalı, eylemsizliğe karşı olmalıdır. Eroğlu’nun roman kahramanları da benzer bir tutumla varoluşlarını gerçekleştirmek isterler. Eroğlu aynı zaman da kendisinin yazar kimliğinin de hayatı varkalıştan öte varoluş sorunu olarak algılamakla geliştiğini ifade etmiştir. Bu açıdan Eroğlu’nun

37

romanlarının varoluşçu felsefe çerçevesinde incelenmesi gereken romanlar olduğu söylenebilir.