• Sonuç bulunamadı

4. SOĞUK SAVAŞIN YANSIMALARI

4.3 Doğu Alman Ayaklanması

1950’lilerin başlarında, Kızıl Ordu’nun İkinci Dünya Savaşı sonunda ele geçirdiği ülkelerin siyasi ve toplumsal yapısı az çok Sovyetler Birliği’ninkine benziyordu. Toprak ve sanayi millileştirilmiş ve geriye önemli sayılabilecek büyüklükte herhangi bir burjuva mülkiyeti kalmamıştı. İktidar, sosyalizmi inşa etmekte olduğunu iddia eden monolitik Stalinist partilerin elindeydi.

Buna karşılık bu devletlerle Sovyetler Birliği arasında, kökenleri itibariyle önemli bir farklılık vardı. Sovyet Devleti, daha sonra ihanete uğrayan muzaffer bir proleter devrimi ile kurulmuştu. Doğu Avrupa devletleri ise işçi sınıfının aktif desteği şöyle dursun, bu sınıfın şiddetli bir biçimde baskı altın alındığı koşullarda ortaya çıktı.

Stalin, başlangıçta Doğu Avrupa’da büyük çaplı millileştirmeler yapmayı amaçlamıyordu. Stalin’in dış politikası, iç politikası gibi, tek bir egemen saik tarafından belirleniyordu: Sovyet bürokrasisinin kendisini koruması. Stalin’in temel endişesi İkinci Dünya Savaşı’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki gibi bütün Avrupa’yı kasıp kavuran yeni bir işçi sınıfı ayaklanma dalgasını tetiklemesiydi. Böyle bir devrimci dalga Sovyet işçi sınıfını Stalinist rejime karşı ayaklanmaya teşvik edip rejimin sallanmasına neden olabilirdi. Bu nedenle Stalin’in savaş tarafından temelleri sarsılmış olan burjuva rejimlerini yeniden kurmakta yaşamsal bir çıkarı vardı.

Aynı zamanda, Moskova bürokrasisi az daha Sovyetler Birliği ’nin mahvına yol açacak olan Alman saldırısının şoku nedeniyle hâlâ ayakta zor duruyordu. Bürokrasi başka bir emperyalist saldırıya karşı belirli garantiler istiyordu. Sovyetler Birliği ile

50

Amerikalı, Britanyalı ve Fransız müttefikleri arasında yapılan Tahran, Yatla ve Postdam konferanslarında varılan anlaşmaların arka planında bunlar yer alıyordu. Sovyetler Birliği ’ne, batı sınırlarını kapitalist Avrupa’dan ayıracak olan bir dizi tampon devlet - Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve belli bir ölçüde Yugoslavya ve Arnavutluk- üzerinde denetim kurma hakkı tanındı. Almanya, Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Britanya ve Fransa tarafından ortaklaşa yönetilecek ve dört işgal bölgesine bölünecekti.

Tampon devletler üzerinde denetim hakkı tanımak emperyalist güçler açısından verilmiş büyük bir ödün değildi. Bu ülkelerde burjuvazi çok zayıftı ve Nazilerle yapmış olduğu işbirliği nedeniyle itibarını yitirmiş durumdaydı. İşçi sınıfını sadece Stalinizm denetim altında tutabilirdi. Stalin ise emperyalist güçlere Batı Avrupa’da burjuva egemenliğinin yeniden kurulması için destek sağlayacağına dair söz verdi. Sovyet bürokrasisi, Doğu Avrupa’da – bütünüyle denetimi altında olmasına ve burjuva partilerin çok zayıf olmalarına karşın - burjuvaziyi yeniden iktidara getirdi. Birçok durumda burjuva siyasetçiler tarafından yönetilen bu hükümetlerin kilit bakanlıkları, rejimin Moskova’ya sadık kalmasını güvence altına almak için Stalinist partinin temsilcilerinin elinde oluyordu. Bu, burjuvazinin iktidara yeniden tırmanabilmek için sahip olduğu tek şanstı. Yerel Komünist partilere, işçi sınıfının göstereceği herhangi bir bağımsız inisiyatifi bastırma talimatı verilmişti. Sovyetler Birliği ’de sürgünde bulunan Komünist parti üyeleri bu iş için sistematik bir biçimde eğitildiler.65

Savaş sonrasındaki ilk üç yılda Sovyet işgal bölgesinde çok az sayıda millileştirme yapıldı. Bunun tek istisnası Alman ordusunun ve gericiliğinin omurgasını oluşturan feodal toprak sahibi Yunkerlerin sahip oldukları topraklar ve savaş suçlularının mallarıydı. Buna ek olarak çok sayıda fabrika söküldü ve savaş tazminatı olarak Sovyetler Birliği ’ne götürüldü. Bu uygulama fabrikaların birçoğunun, şimdi artık

51

işlerini kaybetmekte olan işçiler tarafından yeniden inşa edilmesini gerektirdiğinden, Sovyet işgal yetkilileri ile yaşanan sürekli bir sürtüşmenin kaynağı haline geldi.66

Soğuk Savaş’ın başlaması Doğu Avrupa’ya yönelik Stalinist politikada değişikliklerin yaşanmasına yol açtı. Soğuk Savaş’ın kendisi, emperyalizmin, Stalinist partilerin verdiği destek sayesinde erişmiş olduğu siyasi istikrarın bir sonucuydu. Batılı hükümetler, ani bir devrim tehdidinden korkmamaya başladıkları ölçüde, Sovyetler Birliği üzerindeki ekonomik, siyasi ve askeri baskıyı artırmaya başladılar. 1947 yılında, Marshall Planı temelinde, Batı Avrupa’nın ekonomik olarak yeniden inşasına başlandı. Bir yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa arasındaki askeri ittifak olan NATO kuruldu. Ve 1950’de Kore Savaşı’nın başlaması ile birlikte Soğuk Savaş ilk zirve noktasına ulaştı.

Bu gelişmelerin bir sonucu olarak Stalinizmin Doğu Avrupa üzerindeki denetimi iki cepheden tehdit edilmeye başlanmıştı. Bir yandan işçi sınıfı Stalinizme karşı gittikçe daha fazla düşmanca bir tavır alıyordu. İşçi sınıfı, sanayinin sökülüp götürülmesinden, ardı ardına gelen ödemelerden ve artan yalıtılmışlıktan kaynaklanan ekonomik altüst oluşun bedelini ödemeye zorlanıyordu. İşçiler, yaşam standartlarında herhangi bir artış olmadan, sürekli olarak üretkenliklerini ve performanslarını arttırmaya zorlanıyordu. Aynı zamanda, bürokrasinin işçi sınıfına karşı bir ağırlık oluşturmak üzere beslediği burjuva unsurlar yüzlerini Batıya dönmeye başlamış ve bu şekilde Sovyet denetimini tehlikeye sokmuştu.

1948 yılında Moskova ile Yugoslavya arasında, Doğu Avrupa üzerindeki Stalinist denetimin altını biraz daha oyan açık bir anlaşmazlık patlak verdi. Yugoslav Komünist Partisi iktidara güçlü bir partizan hareketinin başını çekerek gelmişti ve Moskova’ya diğer Doğu Avrupa partilerine kıyasla daha az bağımlıydı. Yugoslav Komünist Partisi’nin önderi Tito, Stalin’in emirlerini kabul etmeye daha fazla razı

52

değildi. Tito, sosyalizme giden alternatif bir yol konusunda umutların doğmasına yol açtı ancak kısa bir süre sonra emperyalizmle kendi uzlaşmasını sağlamaya, emperyalist blok ile Sovyet bloğu arasında bir manevra politikası uygulamaya karar verdi.

Bir yandan işçi sınıfı, diğer yandan burjuvazi tarafından tehdit edilen Stalinist bürokrasi programını değiştirmeye zorlandı. Ulusal burjuvazi ile bir arada var olmak artık daha fazla mümkün değildi. Burjuva siyasetçiler ve partiler hükümetlerden tasfiye edildi ve burjuva mülkiyeti büyük ölçüde kamulaştırıldı. Almanya’da bu gelişmeler özellikle keskin bir biçim aldı, çünkü bu ülkenin siyasi statüsü konusunda henüz nihai bir karar alınmamıştı.

Stalin, 1948’de, hâlâ siyasi olarak tarafsız ve Sovyetler Birliği ’nin üzerinde belirli bir etkiye sahip olabildiği, birleşik bir Alman devleti yaratmayı umuyordu. Stalin, bu seçenekten 1952 yılına kadar tam olarak vazgeçmedi. Bu tür bir perspektifle Sovyet işgal bölgesinde SPD ve KPD –Sosyal Demokrat ve Komünist partiler- SED’in (Almanya Birleşik Sosyalist Partisi) çatısı altında birleştirildiler. Aynı amaca hizmet etmek üzere burjuva partileri SED ile bir blok oluşturdular.

Ancak SPD Batıdaki bölgelerde KPD ile birleşmeyi reddetti ve Almanya’nın Batı bloğu ile bütünleşmesi için hummalı bir şekilde çalıştı. CDU da aynı politikayı uyguladı ve Amerikan ve Britanya hükümetlerinden destek gördü. 1948 Haziranında, Berlin’in Batı Kesimi de dahil olmak üzere, Batı bölgelerinde yeni bir para birimi, Sovyet hükümetiyle öncesinde herhangi bir anlaşmaya varılmadan, tedavüle sokuldu. Halen eski para biriminin tedavülde olduğu Doğu Alman ekonomisi çökme tehdidiyle karşı karşıya kaldı.67

53