• Sonuç bulunamadı

Doğal Durum, Doğa Yasaları ve İnsan

I. B Egemenlik Kuramı, İktidarın Sürekliliği ve Mutlak Monarşi: Thomas Hobbes

1.2.2 Doğal Durum, Doğa Yasaları ve İnsan

Bir önceki bölümde belirtildiği üzere, Hobbes’a göre insan bir nitelikler ve belirlenimler toplamıdır. Hobbes insan üzerindeki zorunluluk ve belirlenim ilişkilerini ortaya koyarken aslında insanın sınırlarını belirleyerek onu bir olanaklar varlığı olmaktan çıkarıp mekanik bir düzlemde konumlandırır. Bu anlamda Hobbes’un insanı özgür değildir. İnsanın özgür olmayış durumunun iki yüzü vardır; birincisi, insanın birey olarak doğa karşısında dışsal nesneye tabi oluşunda15 kendini açıkça ortaya koyar, ikincisi ise doğa durumundan toplumsal duruma geçme zorunluluğunda kendini gösterir. Hobbes meseleye ikinci boyutuyla yaklaşır ve siyaset felsefesini de sözü edilen ikinci boyut üzerinden kurar. Buna göre insan, doğası gereği toplumlar ve devletler halinde yaşamaya zorunludur, bu zorunluluk, Hobbes’ta doğa durumu kurgusuyla açıklanır.

Hobbes, Leviathan’ın XIII. bölümünde insanlığın doğal durumunu inceler. Hobbes siyaset felsefesinin temeline doğa durumu-toplumsal (uygar) durum karşıtlığını yerleştirir. Doğal durum, insanların devamlı olarak şiddet ve ölüm korkusunu yaşadığı, herkesin yaşamda kalabilmek adına her şeyi yapmaya hakkının olduğu, bu bakımdan da sürekli ve genel bir savaş halinin hüküm sürdüğü bir durumdur. Doğal durumda insanların tümünü hükmü altında bir arada tutacak olan genel pozitif yasaları inşa etmek mümkün olmadığından, herkesin kendi hayatını devam ettirebilmek için güvenliğini sağlamak da dahil olmak üzere pek çok şeyi yapmaya hakkı vardır. Bütün insanlar bu anlamda, böylesi bir korunmayı ve güvenliği kendilerine sağlayabilecek olan her türlü araç ve durum üzerinde hak sahibi olurlar. Doğa durumundaki her şey üzerinde bu hak eşitliği, eşitlik ya da eşitsizlik durumunu tanımlayacak bir üstün otorite olmadığından mutlak bir eşitlik biçiminde ortaya çıkar.

Bu mutlak eşitlik fikri Hobbes’un siyaset felsefesinin temel motiflerinden birini oluşturur. Hobbes düşüncesinde siyaset, toplum, egemen ve devlet kavramsallaştırmaları, bu mutlak eşitlik fikri sayesinde hayata geçirilir; fakat bu eşitliğe olumlu bir eşitliktir dememiz mümkün olamaz. Bu nedenle Hobbes’un siyaset felsefesi bu doğal haklara dayalı eşitliğin uygar durumda sınırlandırılması üzerine kurulur:

“İki kişi aynı anda sahip olamayacakları bir şey arzu ederse, birbirlerine düşman olurlar ve esas olarak varlığını korumak ve bazen de sadece zevk almak olan amaçları uğruna, birbirlerini yok etmeye veya egemenlik altına almaya çalışırlar.” (Hobbes, 1995: s. 93)

Doğa durumunda insanlar üzerindeki mutlak eşitlik, bir biçimde güç ilişkilerinin de eşitliğidir. Doğa durumunda doğal hakların sınırsızlığı korkunun ve insanlar arasındaki güvensizliğin de kaynağıdır. Hobbes, De cive’de, insanların bu doğadan gelen her şeye hakları olduğu anlayışını sınırlandırılmadıkça, toplum içerisinde korkunun hâkim olacağını ifade eder: “İnsanlar doğaları gereği bir güç tarafından sınırlandırılmadıkça birbirlerine güvenmezler ve korkarlar. Bu yüzden herkes kendi gücü oranında kendi başının çaresine bakar.” (Hobbes, 2007:, s. 11) Hobbes öne sürdüğü bu argümanı desteklemek için de uygar durumda insanların halen neden kapılarının sürgülü, kutularının neden kilitli olduğunu sorar.

Hobbes bu noktada Aristoteles’e özellikle de zoon politikon’a karşı konumlanır. Aristoteles’in “insan toplumsal bir hayvandır” temel tezine karşı çıkarak insanın ötekine karşı doğal bir sevgi beslemediğini ancak onlardan gelecek şana ve paraya itibar ettiğini düşünür. Geleneksel siyaset felsefesi, insanın tabiat gereği siyasi ya da sosyal bir hayvan olduğunu varsayar. Oysa Hobbes bu varsayımı reddederek, Epikurosçu geleneğe katılır. Hobbes, Epikurosçu geleneğin, insanın tabiat gereği ya da köken açısından apolitik, hatta asosyal bir hayvan olduğu yolundaki fikrini benimserken, iyinin temel olarak arzu nesnesinin tatminine özdeş olduğu, bunun haricinde bir iyi olmadığı yönündeki önermeye de katılır. (Strauss, 2000: s. 271)

Hobbes’a göre, yaşamda kalma isteği, doğa durumundaki bireyler arasındaki ilişkileri şekillendiren en önemli etkendir. Bir insan, bir diğer insan tekini yaşamına karşı bir tehdit olarak algılıyorsa, öteki insan tekinin bedensel bütünlüğü üzerinde her türlü tasarrufta bulunma ve kendini savunma ya da onu hükmü altına alma hakkına sahiptir. Hobbes’a göre pratik yaşamda bu hak, kişinin gücü yettiği oranda karşıdaki insanı fiziksel olarak alt etmesi ya da onu kendi egemenliği altına alması biçiminde tezahür eder.

“Güvensizlikten savaş doğar. Herhangi bir kimsenin başkalarına olan güvensizliğinden kurtulması için, kendisi için tehlikeli olabilecek kadar büyük başka bir kuvvet kalmadığını görünceye kadar çok insanı hâkimiyeti altına almasından başka akla yatkın yol yoktur ve bu, o kişinin kendi varlığını koruması için gerekli olanın ötesinde bir şey değildir.” (Hobbes, 1995: s. 93)

Doğal durumdaki sürekli savaş, sadece çarpışmadan ibaret olmayıp, insanların yaşam ile ölüm arasındaki çizgi üzerinde yaşamın tarafında kalabilmek için içinde bulundukları sürekli rekabet durumuna da işaret eder. Hobbes’a göre bu, dünya üzerindeki herkesin birbirine karşı savaşıdır. Bu savaşın öğreticiliği sayesinde bütün insanlar, aklın iktidarını tesis ederek, tek tek bireysel korkularını ortak korkuya dönüştürmenin daha doğru olacağını kavrayacaklar ve sürekli herkesten korkmak yerine herkesin tek bir kişiden korkmasını uygun bulacaklardır.

“Devlet olmadıkça herkes herkese karşı daima savaş halindedir. Bundan şu açıkça görülür ki, insanlar, hepsini birden korku altında tutacak genel bir güç olmadan yaşadıkları vakit savaş denilen o durumun içindedirler ve bu savaş, herkesin herkese karşı savaşıdır.” (Hobbes, 1995: s. 94)

Bu noktada insanlar arasındaki karşılıklı korkuyu, aklın iktidarını tesis ederek ortak korkuya dönüştürecek güç, insanlar arasındaki devamlı korkuya da son verecektir. Hobbes, bu gücün sadece bütün insanları kendi iradesine tabi kılacak mutlak egemen, ya da bir diğer ifade ile “ölümlü tanrı” olarak devletin kendisi olduğunu düşünür. Böyle bir güçten yoksunluk, yani doğa durumunun devam etmesi, tamamen insan soyunun geleceğinin tehdit altında olduğu anlamına gelmektedir.

“Herkesin herkese düşman olduğu bir savaş zamanı nelere yol açıyorsa; insanların kendi güçlerinden ve yaratıcılıklarıyla sağladıkları şeylerden başka güvenceleri olmadan yaşadıkları bir dönem de aynı şeye yol açar. Böyle bir ortamda çalışmaya yer yoktur; çünkü çalışmanın karşılığı belirsizdir ve dolayısıyla toprağın işlenmesine de yer yoktur (..) ne rahat yapılar, ne fazla güç gerektiren şeyleri kaldırmak ve taşımak için gerekli şeyler, ne yeryüzü hakkında bilgi, ne zaman hesabı, ne sanat, ne yazı, ne de toplum vardır. Hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır ve insan hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer.” (Hobbes, 1995: s. 95)

İnsanları doğa durumunda genel olarak zorunlu yaptırım ilişkileri içerisinde tutacak olan yasalardan yoksunluk durumu ve mülkiyet olgusunun henüz yerleşmemiş olmasından pratik yaşamsal nesneler üzerindeki iyelik mücadelesi artmakta ve herkesin her şey üzerindeki hak iddia ettiği bir toplumsal zemin oluşmaktadır.

“Bu herkesin herkese karşı savaşının bir başka sonucu da böyle bir savaşta hiçbir şeyin adalete aykırı olamayacağıdır. Orada doğru ve yanlış, adalet ve adaletsizlik kavramlarına yer yoktur. Genel bir gücün olmadığı yerde yasa yoktur, yasa olmayan yerde de adaletsizlik yoktur.” (Hobbes, 1995: s. 96)

Herkesin herşey üzerinde hak iddia edebildiği doğa durumu, eğer varlığını sürdürürse insanlığın geleceği tehdit altında olacağından, Hobbes’a göre onu bu tehditten kurtarabilecek yegâne şey, gene insanın kendisi olacaktır. Doğa durumundan, barış durumuna geçişi sağlayacak olan şey, bireylerin tekil iradelerini ortaklaştırmaları ile tüm bireyleri kapsayacak olan ve hepsinin korkusundan doğan mutlak egemenin var edilmesidir.

Sürekli ölüm korkusundan dolayı hayatta kalma güvencesine duyulan istek ve bu güvenceyi sağlamaya yönelik umut insanları iradelerini teslim edecekleri en üst bir iradeye, ya da bir başka ifade ile bir devlet kurmaya yöneltir: “Akıl, insanların üzerinde

kurulmasının şartları Hobbes’a göre doğa yasalarının uygar toplumda eksiksiz uygulanmasıdır. Doğa yasaları, akılla ulaşılan, ancak insanların doğa durumunda nesnel zorunlulukları içerisinde barındıran birlikte yaşamaya dair ilkelerdir. Hobbes’a göre doğa yasaları ile doğal haklar karşılıklı bir ilişki içerisindedir. Doğa yasaları doğal hakları garanti altına alan ve onların daimi olmalarını sağlayan yasal çerçeveyi çizer.

İnsanların aklın iktidarını tesis ederek kendilerine koydukları doğa yasaları, doğal durumdan uygar duruma geçişin de olanağını verir. Bu durumda, uygar durum ya da barış halini gerçekleştirebilmek için, insanlar doğal durumda sahip oldukları her şeyi isteyebilme hakkından ve canlarının istediği şeye yönelme arzusundan feragat etmelidirler. Frederick Copleston bu vazgeçişin Hobbes’un siyaset felsefesi içerisindeki kurucu yanını şöyle değerlendirir:

“Bu tanımları yorumlamada hiç kuşkusuz ‘yasa’ sözcüğüne herhangi bir tanrıbilimsel ya da metafiziksel imlem ya da gönderme yüklemekten kaçınmalıyız. Bir doğa yasası bu bağlamda Hobbes için bencil sağgörünün bir buyruğudur. Her insan içgüdüsel olarak öz-sakınım ve güvenlik arar. Ama insan yalnızca bir içgüdü ve kör dürtü yaratığı değildir ve ussal öz-sakınım diye bir şey vardır. Doğa yasaları denilen şeyler bu ussal öz-sakınımın koşullarını bildirirler. Ve Hobbes, öz- sakınımın ussal izlenişinin insanları commonwealth’ler ya da devletler oluşturmaya götüren şey olduğunu ileri sürmeye geçerken, doğa yasaları toplumun ve kararlı bir hükümetin kuruluşu için koşulları verirler.” (Copleston, 1998: s. 34)

Hobbes’a göre en temel doğa yasası olarak insanın yaşamını koruma hakkı vazgeçilemez ve devredilemez bir hak konumundadır İnsanlar bu haklar dışndaki haklarından, barış durumunda yaşayabilmek için geri dönüşü olmayan biçimde feragat etmişlerdir. Hobbes’un bunların dışında ahlaksal doğa yasaları ismini verdiği yasalar mevcuttur. Hobbes’a göre bu yasalar aklın yol göstericiliğinde şekillenen ahlak yasalarıdır. Ancak bu yasaların bağlayıcılıkları yalnızca barış durumlarında geçerlidir. Bu yasalar barış durumunda, insanların pratik hayattaki karşılıklı ilişkilerini düzenlerler.

Eylemlerde adaletli olma, dürüstlük ilkesi, karşılıklı ilişkilerde nezaket, ölçülülük gibi kurallar doğa yasalarıdır. Hobbes’a göre, doğa yasaları ahlaksal pratik olgulardır bu anlamda bu yasalar, güvenliği olmasa da, toplum halinde yaşayabilmeyi olanaklı kılan kurallardır.

Sözlerin gücü, insanları ahitlerine bağlamak için yeterli olmadığında, insan doğasında bunu güçlendirmekte işe yarayacağı düşünülebilecek sadece iki şey olduğunu ileri sürer Hobbes: Sözünü tutmamanın sonuçlarından duyulan korku ve sözünü tutmamanın gerekli olmadığını göstermenin büyüklüğü ve gururu. Ancak Hobbes'a göre bunlardan ikincisi, yani gurur ve büyüklük mülkiyet, haz ve yetke peşinde koşan bencil insanda bulunması umulan, ancak çoğunlukla bizleri yanılgıya düşüren hasletlerden biridir. Dolayısıyla her hal ve koşulda insanları sözleşmeye sadık kalmaya yönelten dürtü korkudur. Hobbes korkunun iki kaynağı olduğunu belirtir. Korkunun ilk kaynağı dünyevi olmaktan ziyade tanrısal olana karşı duyulan cezalandırılma korkusudur. Bu korku özü itibariyle dünyevi olan korkulardan daha yüksek bir korku biçimi olsa da görünmeyen ruhların gücünden dolayı yaşanan korku çoğu zaman somut yaşamdaki cezalandırılma korkusunun gerisinde kalır. İkinci korku biçimi sözleşmeye sadık kalınmamasından dolayı karşı tarafın cezalandırıcı eylemine maruz kalma korkusudur. Basit doğa durumunda ancak anlaşmazlık ve kavga durumunda ortaya çıkan güç eşitsizliği aynı zamanda insanlardaki korkunun da kaynağını oluşturur. Siyasal bir otoritenin sözleşmeleri düzenlemediği durumlar için ise Hobbes şöyle demektedir:

"Devlet gücüne bağlı olmayan iki kişi arasında yapılabilecek tek şey, korktukları tanrı üstüne birbirlerine yemin etmelidir: yemin veya Ant, yapılan bir vaade eklenen bir ifade olup; bu ifadeyle, vaat eden kişi, vaadini tutmadığı takdirde, Tanrı'sının merhametinden yoksun kalacağını veya onun kendisinden öç alacağını beyan eder." (Hobbes, 1995: s. 105)

Ernst Cassirer, Hobbes’un De corpore metninde bilgi kuramını tanımladığından bahseder. Bilgi ilk ilkelerin ya da ilk nedenlerin araştırılmasıdır. Bir şeyi anlamak için işe onun doğası ve özünü tanımlayarak başlayabiliriz. Bir kez bunu tanımladıktan sonra tüm

özelliklerine tümdengelim yoluyla ulaşabiliriz. Tanımlar ise öze ilişkin, ya da nedensel tanımlardır. Onlar bireyin ne olduğunu değil, niçin olduğunu da tanımlarlar. Hobbes'a göre "oluşun bulunmadığı yerde gerçek felsefi bilgi yoktur." Ama bu oluş fiziksel ya da tarihsel bir oluş değildir. Hobbes geometride bile öze ilişkin bir tanım ister, dolayısıyla kurucu eylem zamana ilişkin değil ansal bir edimdir. Zamandaki değil, ustaki bir kökeni ararız:

“Aynı ilke siyasal objeler için de geçerlidir. Eğer Hobbes doğal olandan toplumsal devlete geçişi betimlemekteyse, devletin empirik kökeni ile ilgilenmemektedir. Söz konusu olan sorun, toplumsal ve siyasal düzenin tarihi olmayıp geçerliliğidir. Tek başına önem taşıyan nokta, devletin tarihsel değil, ama hukuksal temelidir. İşte toplumsal sözleşme kuramının yanıtladığı soru, bu hukuksal temel sorusudur.” (Cassirer, 1984: s. 175)

Hobbes toplumsal duruma geçişi betimlerken devletin empirik kökeni ile ilgilenmez. Toplumsal ya da siyasal düzenin tarihsel süreçte geçirdiği empirik dönüşümler önemli değildir. Önemli olan bu siyasal düzenin geçerliliğidir. Yani burada önemli olan devletin tarihsel temellerinin değil, hukuki temellerinin ortaya konmasıdır. Hobbes'un toplumsal sözleşmesi de bu analitik yanıtı arar; başka bir deyişle hukuksal temeli. Dolayısıyla Hobbes, toplum-birey, yönetilen-yöneten ikiliklerinde daima yasal bir bağ arar. Ama aradığı yasal bağ aynı zamanda bir daha çözülemez ve değiştirilemez nitelikte olmalıdır. Tıpkı bilgi kuramında zamandaki değil ustaki bir kökeni aramamız gibi. Bu kökensel bakış bizi, bireyselliklerin korku ve güvenlik sarkacında, tüm özgürlüklerin ve iradelerin boyun eğme anlaşması ve toplumsal düzen vaadi ile egemene teslim ettikleri bir anlayışa varır. Burada toplumsal irade böylece devlet yöneticisi ile eşitlenir ve tüm toplumsal hareketlilik, devlet yöneticisinin suretinde katı ve değişmez bir kalıba dökülür

Hobbes toplamda 19 adet doğa yasasından bahseder. Bu yasaların toplu halde yaşayan insanlara modern toplumda barışı emreden yasalar olduklarını söyler. Bu yasalar aslında modern toplumun üzerinde yükseldiği tüm ilkesellikleri içerisinde barındırması

anlamında değişmez ve bağlayıcılığa sahip yasalardır, ancak uygulanabilirlikleri koşulların uyumluluğu ile ilgilidir:

"Doğa yasaları vicdanen hep bağlayıcıdır, ama fiilen sadece güvenlik olduğunda bağlayıcıdırlar. Doğa yasaları in foro interno olarak; yani, onların var olması arzusu bakımından bağlayıcıdırlar: fakat in foro externo olarak; yani, uygulanmaları bakımından her zaman bağlayıcı değildirler. Çünkü başkalarının kendisi gibi davranmadığı bir zaman ve yerde, bir insanın alçakgönüllü ve uysal olması ve bütün sözlerini tutması, varlığın korunmasına hizmet eden bütün doğa yasalarının temeline aykırı olarak, insanı başkalarına av yapmaktan ve kendi kesin mahvına yol açmaktan başka bir şeye yaramaz."

(Hobbes, 1995: s. 115)