• Sonuç bulunamadı

değişim olduğunda her şeye baştan başlıyorsunuz

51 ilişkilerinden ve Türkiye’nin kültüründen uzak

kalmadım. Öğrencilik yıllarımda Hollanda’da müzik okurken, en prestijli festivallerde çalarken, Türk düğünlerine çalmaya gidiyordum. Tanıyorum insanımızı; bu ülkenin sosyal örgüsü ve insan malzemesi çok özgün. Doğru bileşenleri bulmak, doğru bileşimleri oluşturmak için şansa ihtiyaç var. Ayrıca, toplum üzerinde uzun soluklu etki bırakmak için projeyi sürekli kılmanız lâzım. Bu topraklarda herhangi bir değişim olduğunda her şeye baştan başlıyorsunuz. O yüzden, neyi hedeflediğimi doğru şekilde anlatmaktan öte, Kolektif Hayal Gücü Orkestrası’nı sürdürmek için Tunç Başkandan yol arkadaşlığı yapmasını istedim. Hem kendim hem çocuklar adına… Hep yanımızdaydı; çocuklar da başkanın kendileri için neler yaptığının farkında. Belediye çalışanları da muazzam bir özveriyle destek oldu projeye.

Sahada benimle beraber çalışan herkes, çalışmaları gözünü kırpmadan takip etti; geç saatlere kadar mesaiye kaldı. Sonrasında John Coltrane’i, Butch Morris’i sormaya başladılar.

Ontolojik bir yerden yaklaşacağım: Tanınmak, bilinmek, ödül almak gibi şeyler müziğin doğasına aykırı olgular. Bu olguları kültür endüstrisi tanımlıyor ve kullanıyor. Araçsallaşmamış müziğinse öyle bir derdi yok. Çok değerli ve zengin bir müzikal geçmişiniz var; sesle kurduğunuz ilişki ayrıksı. Söze “saati yetmiş avrodan gitar dersi vereyim, öğrenci biriktirip kurs merkezi açarım.

Böylece çorbam kaynar çünkü hayatın devam etmesi gerekiyor. Kira, vergi, stopaj ödenecek”

diyerek başlamıyorsunuz. Akademinin içinden geliyorsunuz ama müzik evreninin bambaşka bir gezegeninden sesleniyorsunuz. Buna rağmen mahalleye, sokağa doğru gidiyor, sıradan insanları sesi duymaya çağırıyorsunuz. Onlarla ses üzerine söyleşiyor ve hayatında eline enstrüman almamışlarla müzik yapmaya girişiyorsunuz.

Bireysel yolculuğunuzda bütün bunları nereye koyuyorsunuz?

Nereye koyduğumu zaman zaman ben de soruyorum kendime. Taşrada büyüdüm, onlu yaşlarımın başında İzmir’e geldim ve rock müzikle ilgilenmeye başladım. Çok gençtim; her şeyi duymak dinlemek anlamak istiyordum, hele mevzu rock gitarcılığıyla ilgiliyse… Sonra sesin fiziksel niteliği, rengi, kokusu devreye girdi ve ilerleyen yaşlarımda başka sesler duymaya başladım.

Bunların hiçbiri baştan tasarlanmış şeyler değildi

ama aşama aşama bir şeyler birikti ve gördüm ki bu uğraş, kesinlikle adanmışlık istiyor. Müzik hayatını para karşılığı gitar dersleri vererek, orada burada çalarak geçirmekten geriye ne kalır ki?

Anlamsız bir çaba…

Meseleye şuradan yaklaşanlardan da

hoşlanmıyorum: “Tabii, insanlara bir şeyler vermek lâzım.” O yapmacıklığa bürünmenin âlemi yok.

Aslında tüm bunların hepsini öncelikle kendim için yapıyorum. Elbette insanlara bir şeyler vermekte kötülük yok fakat uğraştığınız şeyden ne kadar tatmin aldığınız, kendinizi o işe ne kadar adadığınız birinci sırada geliyor. Başarılı sonuca ancak öyle varabiliyorsunuz. Neyle uğraşıyorsam ona büyük bir mutluluk eşlik ediyor.

Tutkusuz bir insanın baş edebileceği bir uğraş olmadığı kesin. Biraz da dervişane bir iş sanki…

Delice desek, dünyevi kokuyor “deli”. Meczup diyesimiz var; bir nevi “cezbeye düşmüşlük hali”…

Formu ve hiyerarşiyi reddediyor olması bakımından, Kolektif Hayal Gücü projesinin alabildiğine insani bir yanı var çünkü katılımcılar hocaya, hoca da katılımcılara bakıyor. Eşit mesafede olmak ve kalmak ne güzel, değil mi?

Hocanın katılımcılara bakıyor olması, müziğin alışıldık kurgusuna çok uygun çünkü o kurgu, yetkinliği ve üstünlüğü merkeze koyuyor. Fakat biz eş zamanlı kompoziyon yapma pratiğinden bahsediyoruz. Trombon sanatçısı George Lewis’in çok önemsediğim bir tanımı var: “Composer Specified and Performer Supplied.” Dahlhaus’un dışarıda bıraktığı müziklere yönelik olarak,

“bestecinin yazıp icracının katkıda bulunduğu müzik” şeklinde bir tanım yapmayı tercih etmiş.

Bu pratikte tek bir besteci yok; evet ortada bir şef var ama içeriği o an orada bulunan herkes birlikte üretiyor. Şef ortaya çıkan sesleri örgütlüyor, şekillendiriyor. Bazen çocuklar da yönetiyor orkestrayı; yegâne şef ben değilim. Çocuk sezgiselliği beni çok etkiliyor. Klasik anlayışa göre, o çocuğun böyle bir işe kalkışabilmesi veya böyle bir pratiğin parçası olabilmesi için orkestra şefliği okuması gerekiyor. Okusa, o mertebeye çok zor merhalelerden geçerek, acımasız bir dünyada iyice törpülenerek ancak otuzlu yaşlarının sonunda varabilir. Ancak o zaman birilerinin 19. yüzyılda yazdığı bir eseri, on beş bininci defa yönetme hakkı verilir. Bizim cenahtan bakarsak, orkestranın her performansı bir dünya prömiyeri.

PERFORMANS

52

Hepi topu on iki ses var ve bunların

kombinasyonları hem coğrafyaları hem kültürleri imliyor. Belirlenmiş ve dayatılmış klişelere göre duyduğumuzu “Barok dönem eseri”, “Macar müziği”, “Kuzey Cazı” veya “Anadolu Müziği” diye nitelendirip geçiyoruz. Yaptığınız çalışma, sesi yersiz yurtsuzlaştırıyor; icracıyla dinleyiciyi aynı anda kendi vatanına, yani Ses Cumhuriyeti’ne davet ediyor. Diğer yandan, ortaya çıkarılan müziği ana akımlara uzaklığı sebebiyle marjinalleştiriyor.

Bir nevi “dışta, taşrada kalan” olarak işaretliyor.

Sesin ana vatanı, müziğin gurbeti olmuş. Sizce bu acıklı ısrar sürdürülebilir mi?

Bence de çok acıklı bir ısrar; önemli bir soru sordunuz. Sürdürülebilir mi? Bunu bilmiyoruz, bilemeyiz ama sürdürülmesi, hayatımızın nasıl şekilleneceğini etkileyecek. Bu kesin. Umut veren bir sürü deney, girişim var. Müziğe katılımın, üretimin çok spesifik bir şekilde, “senin kulağın var”, “benim yeteneğim var” benzeri varsayımlar üzerinden yürümesinin anlamı var mı? Ayrıca, neden oradan yürüsün ki? Biz başka bir noktaya bakmaya çağırıyoruz icracı ve dinleyiciyi:

“Duyduğunuz ses, siz onu duyuyorsunuz diye mucizesinden bir şey kaybetmiyor” diyoruz. Çünkü ses, hayatın içkinliğini birebir yansıtıyor. Aracıya veya ona form verecek bir faile ihtiyacı yok. Bir sesi sevmemiz için o sesin kendi olmak dışında bir özelliğe bürünmesine, büründürülmesine ihtiyacı

yok. Üstelik sesin doğal haline ulaşmak herkesin hakkı; yüzü geleceğe dönük müzikleri anlamaya çalışmak için üst sınıfa mensup olmak, imtiyazlı ve zengin bir hayat sürmek gerekmiyor. O sesi duyup analiz edebilmek için dahi çocuk olmanıza gerek yok. Kültür endüstrisinin dışarıya ittirdiği veya kitleselleşmeye müsait olmadığı için görmezden geldiği müzikleri yaratanların nefes alabilmesi için meseleye buradan bakmak, yaklaşmak gerekiyor.

“Hayatımın bu döneminde, başka bir boyutta ve coğrafyada, bambaşka bir estetik üreten bu tecrübeyi her kesimden insanla birlikte yaşamamı engelleyen bariyerleri aşmalıyım” diyorum. O yüzden ısrarcıyım, Kolektif Hayal Gücü Orkestrası’nın devamında.

Yeni bir şey kurgulamaya giriştiyseniz, yetenek, tecrübe, seviye, yaş, sınıf gibi bariyerleri ortadan kaldıracaksınız. Ulvi, kıymetli gelenekleri reddetmeden, fakat o geleneklerin barındırmadığı anlayışlarla el ele verip sesle antrenman yapmak, neden mümkün olmasın? Pratikleri öteye taşıyacak yaklaşımlar, farklı düşünceler üretemeyeceksek niye yaşıyoruz ki? Herkesin aynı hayatı yaşadığı, aynı şekilde düşündüğü bir dünyanın anlamı var mı? Biz de hayatımızın şekillenmesine etki edecek bir işle uğraşıyoruz. Bu çok güzel, değil mi?

timucinsahin.net

PERFORMANS

53

PERFORMANS

Tanışıklıkları uzun yıllara dayanan, dört yıldır deneysel çalışmalara ağırlık veren Altuğ Kaptan ve Devrim Kınlı ile Sanr’ın yolculuğunu konuştuk.

Müzikal arka planınızdan bahseder misiniz, nasıl bir araya geldiniz?

Altuğ Kaptan: Yirmi yıl önce, lise sondayken bir death metal grubunda brutal vokal yapıyordum. İlk albümümüze çalışırken, Devrim ile tanıştık. Sürekli arayışta olduğumuz için zamanla death metalden uzaklaştık ve farklı tarzlarda denemeler yapmaya giriştik. Bir süre sonra ekip dağılınca, Devrim ile bu denemeleri sürdürmeye karar verdik. O dönemde deneysel kayıt biçimlerine ve editleme yöntemlerine yoğunlaşmıştım; yola vokalist olarak

devam etmeyi düşünmüyordum. Çalışmalarımı derinleştirmek adına, küçük bir stüdyoya kapandım.

2010 yılında bu yoğunlaşma sürecine ara verdikten sekiz yıl sonra Devrim ile karşılaştık ve Sanr’ı kurmaya karar verdik. Rastlantısal denemelerin ve yanılmaların ışığında, kendi tarzımızı oluşturduk.

Devrim Kınlı: Müzikle kurduğum ilişkinin seyri, Altuğ’un hikâyesiyle örtüşüyor. Lisede yabancı metal gruplarla ilgilenirken, heves edip bas gitar çalmaya başladım. Metal müzikle ilgilenmek, 90’lı yılların Türkiye’sinde bir kimlik meselesiydi; ben de kendimi o kimliğe duyduğum aidiyet üzerinden ifade ediyordum. Kayıt yapmaya 1995 civarında başladım ki demo kaydetmek, düzenli konser verme imkânının seyrek olduğu o yıllarda dinleyici

Sanr:

“Girift”

SÖYLEŞİ MEHMET ALİ ÇAKIR FOTOĞRAFLAR SEMİH TOKKUZUN

İzmirli ambient ikilisi Sanr'ın Ekim 2020 tarihli ikinci albümü “Girift”,