• Sonuç bulunamadı

BİR DEĞER OLARAK SEKİNE-KİŞİLİK İLİŞKİSİ

8. ARAŞTIRMAYA İLİŞKİN LİTERATÜR

3.4. BİR DEĞER OLARAK SEKİNE-KİŞİLİK İLİŞKİSİ

İnsan yaratılışı gereği iyi ve kötü denilen bir karışımdan yaratılmıştır; toprak ve ilahi ruhtan (Hicr, 28-29; Sad,70-71) yaratılan insanın kişiliğinin, bu iki karışım arasında gelişip şekillendiği düşünülmektedir. Nitekim Kur’an insan kişiliğinin gelişim seyrini şöyle aktarmaktadır: “Şüphesiz biz insanı, karışım halindeki az bir

sudan yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik; artık o isterse şükreden olur, isterse nankör” (İnsan, 2-

3). Kur’an’ın şekur (sürekli veya çok şükreden) diye ifade ettiği kişiliğin gelişmesinde değerlerin öneminin büyük olduğu görülmektedir. Nitekim razı olma ve kanaatkârlık (sekine) gibi erdemlerin bu kişiliğin en önemli destekçileri olduğu düşünülmektedir. Bunun karşıtı olduğu söylenilen nankörlüğün ise ikramı bulunanı yalanlamak olduğu belirtilmektedir. Bunun da hırs ve doyumsuz bir kişiliği meydana getirdiği ileri sürülmektedir (Kara, 2015: 41).

Özünde iyi ve kötülüğü barındıran insanın, durum ve şartlara göre iyi bir kişilik yapısı geliştirebildiği gibi bir canavara da dönüşebileceği düşünülmektedir. İyi bir kişilik geliştirmesinde değerler önemli birer kılavuz olarak görülmektedirler (Hökelekli, 2013c: 12).

Değerler, davranışlarımıza yol gösteren, rehberlik eden inanç ve kurallar olarak tanımlanmaktadırlar. Hayatta birçok değerden bahsedilebilir; ahlaki, dini, siyasi, ekonomik vb. ancak bütün bunların olgun bir kişilik yetiştirmesi için ahlaki değerlere bağlı olması gerektiği düşünülmektedir (Hökelekli, 2013a: 285). Sosyolojinin babası sayılan Emile Durkheim’in “anomi” diye ifade ettiği sosyal değerlerin, insanları birbirlerine bağladığını, bunların zayıflaması halinde sağlıksız bir kişiliğin meydana geleceğini ileri sürdüğü belirtilmektedir (Tarhan, 2014: 26).

116

Değerlerden soyutlanmış bir toplumun düşünülemeyeceğini belirten Hökelekli, değerlerin olgun, iyi ve uyumlu bir kişiliğin en önemli şartı olduğunu belirtmektedir. Değerlerin zayıfladığı günümüz dünyasında insanlar, gerçek benliklerinden uzaklaşmış, kendisine yabancılaşmış durumdadırlar. İnsanların bir arada huzur ve güven içerisinde yaşamalarını sağlayan adalet, dayanışma, merhamet, barış, sorumluluk, hoşgörü, tahammül, sabır, dürüstlük gibi değerlerin önemlerini yitirdiğini belirtmektedir (Hökelekli, 2013a: 287). Bunun yerine acımasız, bencil, zalimce davranışlar, hep çıkar hesabı yapan, birbirini aldatan güvenilmez kişiliklerin çoğaldığı vurgulanmaktadır (Peker & Kara, 2015: 21).

Batı dünyasında sanayi devrimiyle başlayan hızlı değişimin beraberinde değerleri de erittiği belirtilmektedir (Karaca, 2014: 15). Özellikle Kilise’nin dayatmış olduğu değerlere karşı duran düşünürlerin (Batson & diğ., 2005), tamamen değerlerden soyutlanmış bir dünyayı düşünmeye başladıkları ileri sürülmektedir. Rönesans sonrası yaşayan; Adam Smith, Friedrich Nietzsche ve Sigmund Freud gibi düşünürler, insanın egoist bir eğilime sahip olduğunu onun için, kazanç ve rekabetin daha önemli olduğunu iddia etmektedirler. Bu nedenle diğergamlık ve yardımseverlik gibi rekabeti engelleyen değerlerin kültürel bir sürecin ürünü olduğunu belirtmektedirler (akt. Ayten, 2013: 16). Batıda alçak gönüllülük ve yardım severliğin üretim maliyetini düşürdüğü, paylaşma kültürünü sadaka diyerek aşağılayan, paylaşarak değil tüketerek mutlu olacağını öne süren Adam Smith’ten itibaren değerlerin hızlı bir şekilde gerilemeye başladığı düşünülmektedir (Tarhan, 2018a: 15). Bu gerilemenin, Nietzsche zamanında zirve yaptığı vurgulanmaktadır. Nitekim Nietzsche, ahlakı, çöküşün nedeni, onu bizzat problematik olarak gördüğü, insan hayatında değerlerin kaynağı olan Tanrı’nın öldüğünü iddia ederek insanın kendisini, değerlerin yaratıcısı konumuna yükselttiği belirtilmektedir (Çınar, 2013: 25-27). Bu düşüncenin zamanla bencil, narsist, bireyselci, zevki kutsallaştırıp tek amaç haline getiren, empati yoksunu bir kişiliği meydana getirdiği ileri sürülmektedir (Karaca, 2014: 15). Batı Rönesans’ın bilimsel ve teknolojik ilerlemeyi sağlayabildiği fakat ahlaki alanda ilerlemek yerine gerilediği görülmektedir. Jung’un (1999) ifadesiyle

“Günümüz insanı, kötülüğe eğilimini harekete geçirmek için eskisiyle kıyaslanamayacak kadar güçlü araçlara sahiptir. Bilinci ne kadar genişlemiş ve farklılaşmış ise, ahlaki yapısı o denli geri kalmıştır” (akt. Hökelekli, 2013a: 212).

117

İslam’ın oluşturmak istediği kişilik tipinin ise tevazulu, halim, hoşgörülü ve kanaatkâr gibi erdemlere sahip bir kişilik olduğuna inanılmaktadır. İslam ahlak terminolojisinde bu değerlerin sekine kavramıyla ifade edildiği belirtilmektedir (el- Cevzi, 2011: 4/2725-2746). Nitekim sekinenin temel erdemlerden biri olup duyguda, düşüncede, sözlerde, niyette, inanç ve davranışlarda doğru bir duruş olarak değerlendirildiği görülmektedir. Kur’an’da olumlu kişiliği ifade eden en geniş kavramlardan biri olduğu söylenilebilir.

İslam ahlak düşüncesinde sekine değerler manzumesi olarak değerlendirilmektedir. Nitekim sekine, içerdiği kanaat, vakar (tevazu), merhamet ve hoşgörü anlamlarıyla ideal bir kişiliğin oluşmasında en önemli değer kaynağı olduğu görülmektedir. Kur’an ve hadiste ideal kişilik, genellikle bu değerleri ihtiva eden sekine kavramıyla karşılık bulmaktadır. Örneğin Kur’an insani ilişkilerde tevazulu ve hoşgörülü olmayı sekine anlamına gelen “hevnen” kelimesiyle ifade etmektedir; “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller

onlara laf attıkları zaman selam der! (geçerler)” (Furkan, 63). Buradaki “hevnen”

tefsirlerde sekine, vakar, rıfk ve tevazu kavramlarıyla açıklanmakta, cahiliye insanının temel kişilik ve karakteri olan kibir, gurur, zorba anlamındaki “istikbar” kelimesinin zıddı olarak belirtilmektedir (Taberi, 2000: 19/293; Zemahşeri, 1985: 3/291). Allah’ın inkârcı kişiliğe aykırı olarak zikrettiği ideal kişilik, bu ayette, bütün tutum ve davranışlarında sekine(tevazu) ile davranmayı ifade etmektedir (Kurtubi, 1964: 13/68). Nitekim insanın tutum ve davranışları onun kişiliğinin yansıması olarak görülmektedir (Kutup, 1991: 5/2577). Bu ayette Kur’an, Müslüman kişiliğinin iki önemli özelliğini açıklamaktadır; alçak gönüllülük ve hoşgörülü olmak. Arapçada tevazu (sekine) kelimesiyle ifade edilen alçak gönüllülük, modernizmin kaybettiği değerlerden biri olduğu düşünülmektedir. Nitekim modern hayatın, bireye sahte büyüklük olan kibir ve gururun nedeni olan narsizmi öğrettiği belirtilmektedir (Tarhan, 2018a: 143). İslami öğretilerin ise bütün insanların insan olma bakımından bir birlerinden farklı ve üstün olmadıklarını öğrettiği düşünülmektedir. Nitekim alçak gönüllülük, kul olma ve insan olmanın gereği olarak görülmektedir (İsra, 37). Zira alçak gönüllülük, kendi başarı ve yeteneklerini değerlendirmede ölçülü olma, hatalarını, sınırlılıklarını ve eksikliklerini kabul etme şeklinde değerlendirilmektedir. Bunun da ancak kul olma bilinciyle gereçekleşebileceği düşünülmektedir. Bunun

118

karşıtı olan büyüklenme, şişme, kendini beğenme, kendi kendisini yeterli görme ve kendine aşırı güvenme yani gurur ve kibrin, cimrilikten meydana geldiği belirtilmektedir (Izutsu, 2017c: 300; Hökelekli, 2013c: 281-282). Bencil ve kibirli insanın ortak özelliğinin ben merkezli olup sadece kendilerini düşündükleri, bunun da sosyal hayatı çekilmez hale getiren önemli sebeplerden biri olduğu düşünülmektedir (Köylü, 2015: 158-161). Alçak gönüllülüğün merhamet ve empati ile de yakın bir ilişkisinin bulunduğu ileri sürülmektedir. Zira alçak gönüllülüğün, bireyin başkasını da düşünmeyi, onlarla empati kurmayı gerektirdiği vurgulanmaktadır (Tarhan, 2018a: 147).

Alçak gönüllülüğün kardeşi sayılabilecek değerlerden olan hoşgörü ise kibar olma anlamına gelmektedir. Hoşgörülü olmak, insanları doğal halleriyle kabul edebilmek onları renk, ırk, din, mezhep ve inanç farlılıklarından dolayı hor görmemek şeklinde tanımlanmaktadır (Hökelekli, 2013c: 316). Kur’an’ın, bu ayet (Furkan, 63) ile Müslümanların insani ilişkilerde kaba ve kinle davranmamaları gerektiğini ifade ettiği düşünülmektedir (Mevdudi, 1996: 3/600). Kur’an, bütün bu erdemleri sekine kavramıyla ifade etmekte hatta bazen barbarlığın (cahiliye) karşıtı olan İslam’ın yerine de kullandığı görülmektedir (Fetih, 26). Bu ayette iki kişilik tipinin karşılaştırıldığı belirtilmektedir; cahiliyet ve İslam; bir yandan kibir, gurur ve küstahlık, öbür yanda tevazu ve teslimiyetin karşılaştırıldığı vurgulanmaktadır (Izutsu, 2017c: 300). Buradan hareketle sekinenin İslam’ın kendisi olduğu, İslam’ın oluşturmak istediği uygar kişiliğin adı olduğu düşünülmektedir. Nitekim bu değerden yoksun olan insanın, (hangi dönemde yaşarsa yaşasın) uygar bir kişiliği değil barbar (cahiliye) bir kişiliği taşıdığı ileri sürülmektedir. Müslümanlar tarafından yeryüzünün en medeni ve uygar insanı olduğuna inanılan Hz Muhammed de, ideal toplum olan Müslümanları şöyle eğitmektedir: “Namaza giderken ve hac esnasında sekine ile hareket ediniz” (Ebu Davud, 2015: 442). Sosyal temasın yoğun olduğu namaz ve hac gibi ibadetleri yaparken sekine (tevazu) ile davranmanın büyük bir erdem olduğu düşünülmektedir. Nitekim böyle bir yerde kendini bilmek, sınırlarını korumak ve başkalarına merhamet ve empati göstermek, bu ibadetleri yapanların selameti için son derece önem arz etmektedir. Ancak son zamanlarda Müslümanlar, Hz. Muhammed’in bu uyarısına uymadıklarından kendi kişiliklerine yakışmayan hadiselerle karşı karşıya kaldıkları

119

görülmektedir. Bundan hareketle sosyal ilişkilerin selameti için sekinenin son derece gerekli bir değer olduğu söylenilebilir.

Sekinenin içerdiği anlamlardan biri de kanaat olduğu ileri sürülmektedir. Nitekim “sekine koyun besleyenlerdedir” hadisindeki sekinenin, kanaat ve mutvazi anlamında kullanıldığı vurgulanmaktadır. Kanaat: “Kişinin elinde bulunanla

yetinmesi, dünya nimetlerinden kısmetine düşene razı olmasıdır” (Canpolat, 2010:

358-359). Kanaat elinden geleni yapıp sonuca razı olmak, aç gözlülük yapmamak şeklinde de tanımlanmaktadır. Kanaatin zıddının doyumsuzluk ve aç gözlülük olduğu belirtilmektedir. Kanaatsizlik ve doyumsuzluğun günümüzde zirve yaptığı, milyonlarca insanın aç, susuz ve hatta ölümüne sebep olduğu düşünülmektedir. Yine sosyal hayatın birçok yerinde binbir türlü hilenin, dolandırıcılığın, hırsızlığın ve fesadın kaynağının, doyumsuzluk ve kanaatsizlik olduğu görülmektedir (Kara, 2015: 59; Tarhan, 2018a: 176-178).

Dünya nimetlerinin geçiciliği ve sınırlılığı, insanın sonsuz ve sınırsız arzularını karşılayamamaktadır. Haliyle bu, rekabet, hırs ve doyumsuzluğu beraberinde getirmektedir. Bunun için İslami öğretilerin bireyleri manevi yönden zenginleştiren bir kişiliği kazandırarak dünya ve ahiret dengesini sağlamaya çalıştıklarına inanılmaktadır. Bu anlamda Allah’ın Kur’an’da kanaatkârlığı övüp dünya nimetlerinin geçici bir eğlenceden ibaret (Ali İmran, 14; Ankebut, 64) olduğunu belirtmesi, bu farkındalığı oluşturmaya yönelik olduğu düşünülmektedir. Yine Hz. Muhammed’in kanaatkârlığı, imanın belirtisi ve kurtuluşun aracısı (Ebu Davud, 2015: 868) olarak nitelemesi de buna yönelik olduğu söylenilmektedir.

Allah’ın kendisine verdiğiyle geçinmeyi bilmeyi ifade eden kanaat, açgözlülüğü, doyumsuzluğu, hiçbir sınır tanımayan kazanma hırsını, başkalarını sümürme eğilimini engellemenin tek yolu olarak görülmektedir. Buna göre kanaatsiz kimsenin, hep kendisini fakir hissettiği, onun rahatsız, huzursuz ve mutsuz olduğu düşünülmektedir. Kanaat günümüz insanın en çok ihtiyaç duyduğu emniyet ve huzurun kaynağı olarak görülmektedir. Bu erdeme sahip birey için hayatın kolay olduğu, onun, huzurlu ve mutlu olduğu ileri sürülmektedir. Kanaatsizliğin ise mutsuzluk ve huzursuzluğun sebebi olduğu belirtilmektedir. Mü’min bir insanın ilahi adalet ve takdire güvendiği için mevcuda rıza gösterdiği ve her türlü neticeyi

120

hoşnutlukla karşıladığı görülmektedir. Dolayısıyla Mü’min için kanaatkârlığın temelinde Allah’a güvenin yattığı, zaten Mü’min demek güvenen insan demek olduğu belirtilmektedir (Hökelekli, 2013c: 274-276).

Amacı dünya ve ahiret mutluluğu olan İslam’ın istediği kişilik tipi, hayatın her alanında sekine gibi değerlere bürünmeyi gerektirdiği düşünülmektedir. Müslümanın, giyim, konuşma, yürüme, eğitim, üretim ve tüketimde kendisini belli etmesini, farkını ve kişiliğini ortaya koyması gerektiği ileri sürülmektedir. Bireyin üretim ve tüketimde itidali olmasını ifade eden kanaatkârlığın sekine kavramıyla ifade edildiği görülmektedir. Zira sekinenin mali konularda itidali ve kanaatkâr olmayı ifade ettiği belirtilmektedir (el- Cevzi, 2011: 4/ 2745).