• Sonuç bulunamadı

Dil ve düşünceyi birbirinden ayrı düşünmek oldukça yanlış olurdu. Dil ve düşünce üzerine yapılan araştırmalarda, dilsel düşünme eyleminden hareket etmek daha doğrudur (Heckt, Neumann, 2004:327). Dil ve düşünce arasında nasıl bir ilişki olabileceği sorusu, uzun yıllardır üzerine araştırmalar yapılmış ve türlü yaklaşımlarla ele alınmış bir sorudur. Dili, insanlar arasında iletişimi sağlayan işaretler sistemi olarak, düşünceyi ise zihinsel faaliyetler olarak kısaca tanımladıktan sonra, Davis ve Swinburn’un tanımları, düşünce kavramını daha da netleştirecektir. Davis, “tamamen bilincinde değilsek, düşünce sahibi değilizdir” derken düşüncede bilinci olmazsa olmaz kılmıştır. Diğer yandan Swinburn de “düşüncenin bilişsel olmayan kısımlara sahip olmadığını” savunmuştur (Bor, 2011:46). Buradan yola çıkarak “düşünce” ve “biliş” kavramları ortak bir tanıma ulaşabilmektedir:

‘’ Bilgiyi işleme, uygulama, anlama, çıkarım yapabilme, karar alabilme, öğrenme yetileri…’’ (tr.wiktionary.org, 16.12.2013)

Dil ve düşünce ilişkisine bir başka görüş de Rousseau’dan gelmektedir:

‘’Söz insanı öbür hayvanlardan ayırır: dil ulusları birbirinden ayırır; bir insanın nereli olduğu konuştuktan sonra anlaşılır.’’ (Rousseau, 2011:1)

Rousseau’nun yukarıdaki sözünden anladığımız gibi, dilin bir işaretler sistemi olmasından sonra ikinci en temel tanımlarından biri, insanları diğer canlılardan ayıran bir iletişim aracı olmasıydı. Yukarıdaki tanımda Rousseau’dan aktardığımız “…dil ulusları birbirinden ayırır, bir insanın nereli olduğu konuştuktan sonra anlaşılır.” sözü, bize dilsel farklılıkların aslında düşünsel farklılıklardan meydana gelebileceğini ya da düşünsel farklılıkların dilsel farklılıklardan türeyebileceğini hatırlatmaktadır. Bu da dil ve düşünce

arasındaki ilişkinin diğer bir boyutudur. Whorf’a göre insanların görsel algıları dillerinden etkilenmektedir. Farklı diller konuşan insanların düşünce sistemleri de farklı gelişmektedir

(http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/dusunce.htm). Whorf’un dilsel görecelik

teorisi olarak adlandırılan yaklaşımı, dilin düşünceyi etkileyip etkilemediği sorusuna yanıt aramaktadır. Dilsel görecelik teorisi, dilsel farklılıkların insanların dünyayı algılamalarını şekillendirdiğini savunmaktadır. Yani Whorf’a göre dillerinde renkleri sadece iki kategoriye ayıran bir topluluk, daha az renk algılarken, renkleri on bir kategoriye ayıran bir topluluk çevresinde daha çok renk algılamaktadır (Plotnik, 2009:319). Ancak tam olarak böyle midir? Toplumların yaşama şekillerini ve buna paralel olarak dillerini incelediğimizde, yaşam şekillerinin dillere olan yansımalarıyla karşılaşmak mümkündür. Örneğin atlarla ilişkileri çok eskilere dayanan Türklerde diğer dillere göre at ve binicilikle ilgili çok sayıda kelime vardır. Bir başka örnek de Arapçada hurma ile ilgili çok sayıda kelime olmasıdır. Bu örnekler bize insanların yaşayış ve düşünüş şekillerinin dillerine yansıdıklarını göstermektedir.

Düşüncenin dil tarafından etkilendiği konusunda Bruner ve Vygotsky de aynı fikirdedir. Dildeki gelişme etkileşim ile gerçekleşmektedir. Etkileşimde öncelik ailenindir ve çocuğun yaşıtları ile yakın sosyal çevrenin de etkileşimde rolü vardır. Çeşitli faaliyetler, roller ve durumlar davranışlarla birlikte konuşma, okuma ve yazma gibi faaliyetlerinde de etkili bir role sahiptir (Karakaya, 2007:59). Vygotsky, dil ve düşünceyi sosyal etkiden ayrı düşünemez. Vygotsky’e göre dil ve düşünce sosyal yapıdan bağımsız değildir. Aksine her gelişim aşamasında etkili ve önemli bir yeri vardır (Neuland, 1975:34).

Dili, düşünme ve öğrenmeyle ilişkili olarak değerlendirmemiz gerekirse, Bruner’in önemli katkılarından birine değinmemiz gerekmektedir. Bruner analitik düşünmenin gelişmesini dil gelişmesiyle ilişkilendirmektedir. Çocuk düşüncesinin gelişmesini sadece onun kapasitesine bağlamak yanlış olurdu. Çocuk kendine özel bir çevrede, burada konuşulan dille yetişmektedir. Dilin kullanımı, çocuğu anadilinde usta hale getirmektedir. Böylece dil öğrenmeye, öğrenme de dile yardım etmektedir (Karakaya, 2007:65).

Peki dille düşünce birbirine nasıl bağlıdır? Humboldt bu ilişkiyi dilsel yapılara bağlamıştı. O, bu ilişkiyi dilsel yapıların zihinsel dünya görüşümüzü etkilediğinden yola çıkmaktadır (Schwarz, Chur, 2001:66). Humboldt bu tezini şu örnekle desteklemektedir: Farklı dil topluluklarına mensup insanlar dünya üzerindeki varlık ve nesnelerle ilgili farklı görüş ve düşüncelere sahiptirler (Schwarz, Chur, 2001:66).

Eğitim kurumları olan okullar da aslında temel olarak bireyleri düşünmeye ve düşünmeyi öğrenmeye yönlendirmektedir (Wilhelm, 1967:228-229). Bu yönlendirmede, kurumların en etkili araçları tabii ki de dildir. Burada sınıflara göre hangi dil seviyesinin kullanılacağı da eğitimcilerin alanıdır. Çocuğun yaş grubuna ve buna bağlı olarak içinde bulunduğu bilişsel gelişim sürecinin durumuna göre kullanılacak dil seviyeleri de değişmektedir. Örneğin ilkokul birinci ya da ikinci sınıf öğrencisine “Çantada keklik” deyimini kullandığınızda bu sözcük grubunu mecaz olarak düşünemeyecek, gerçek bir çantanın içinde gerçek bir keklik hayal edecektir. Böyle bir hadise, reklamlarda geçtiği gibi çocuğun masumluğundan ziyade, onun bilişsel olarak henüz dilin sözcüklerle direk taşıdığı mesaj dışında kastettiği anlamı algılayıp yorumlayabilecek seviyede olmadığını göstermektedir.

Humboldt, dil seslerinin düşüncelerle birleşmesiyle düzenli düşünmeyi gerçekleştirdikleri görüşündedir. Humboldt, içsel dil biçimlerinden bahseder ki, bu seslerin, düşüncelerle birleşme sürecinde önemli bir yeri vardır. Dil dışı dünyadaki nesneleri dilsel kavramlara dönüştüren zihinsel bir güçtür bu (Toklu, 2007:150).

Dil ve düşünce ilişkisinde, çoklu zeka teorisi de akla gelebilir. Gardner’in 1983’te yayınladığı eserinde bahsettiği yedi temel zeka türünden biri de sözel-dil zekasıydı. Ancak bu dilin edinilmesinden ya da öğrenilmesinden çok bir bireyin kendi dilini sözlü ya da yazılı olarak oldukça etkili bir biçimde kullanabilmesi kapasitesi, yani dilin kullanımındaki ustalıkla ilgilidir (Saban, 2005:7, Puchta, Krenn, Rinvolucri, 2009:10).

Vardar dille düşünce arasındaki ilişkinin tek yönlü ve dolaysız olamayacağını savunmaktadır. İnsan gibi böylesine karmaşık bir canlıdaki tüm oluşum ve gelişimleri tek yönlü düşünmek büyük hata olurdu. Buna göre dil ve düşüncenin birbiriyle sürekli ilişki içinde olması durumu, onun ortak bir kökene bağlanmasından ileri gelmektedir: Simgesel ve göstergesel işlevler. Düşünce, us, bilgi, buluş ancak dille olanak kazanmaktadır. Dil ancak düşünceyle birleşirse görevini yerine getirebilir. Bu bir anlamda bir ortaklıktır (Vardar, 2001:12). Dil ve düşünce birbirleriyle böylesine sıkı bir ilişki içerisindeyken bile birbirlerinden ayrı oldukları da unutulmamalıdır.

Dil ve beyin arasındaki ilişki üzerine yapılan birçok çalışma, bugün çok daha somut ve kesin bilgilere ulaşmamızı sağlamıştır. Ancak beyin gibi böylesine karmaşık bir yapıyı tamamen çözmek ve aydınlatmak oldukça zordur. Şunu biliyoruz ki insan beyni öyle yaratılmıştır ki, birçok dili öğrenebilir, kullanabilir. Birey ilk dili öğrenirken beyin de gelişimine devam etmektedir. Bu gelişim yaklaşık beş yaşına kadar sürmektedir (Günther,

Günther, 2007:96). Dil ve beyin ilişkisi üzerine yapılan araştırmalarla artık şu bilinmektedir: ilk dil ediniminde beynin sol kısmı, ikinci dil ediniminde ise, sürecin henüz başında beynin sağ kısmı aktiftir (Günther, Günther, 2007:97). Ayrıca, işitme engelli çocuklarla, normal çocukların düşünme durumları tamamen benzerlik göstermektedir (Heckt, Neumann, 2004:327).

Bilişsel dilbilim insanın en temel yeteneklerinden biri olan dil ve düşünce arasındaki ilişkiyi inceleyen disiplindir. 1960’lı yıllardan bu yana bilişsel dilbilim başlığı altında birçok çalışma yapılmıştır (Ernst, 2011:26). Yıllardır olduğu gibi bugün disiplinler arası yaklaşımlar ön plandadır. Bilişsel dilbilim de psikoloji ve tıp gibi diğer dilbilim dallarıyla ortak çalışarak, mental dilsel süreçlerini ve yapılarını tanımlama ve açıklama çalışmalarını yürütmektedir.

Dil ve düşünce arasındaki ilişkiye farklı bakış açılarını tartışırken, Piaget yine çocuğun bakış açısını ve yetişkinlerden farkını ortaya koymaktadır. Belki de çocukları doğru yönlendirmemiz ve her alanda onlara faydalı olmamızın ilk yolu onları anlamamızdan geçmektedir. Çalışmalarında her fırsatta bunu vurgulayan Piaget, dil ve düşünce ilişkisinde de bizi bu yanılgıya düşmememiz için uyarmaktadır:

‘’[…] Çünkü yetişkinde olduğu gibi, çocukta da dilin, düşünceyi ulaştırmaya yaradığını sanarız. Fakat olaylar sandığımız kadar basit bir şekilde oluşmaz. Gerçekten yetişkin sözle, düşüncenin çeşitli biçimlerini karşısındakine ulaştırır. Dil bazen sadece bir gözlemin saptanmasına yarar.’’ (Piaget,2011:1)

Buradan çocuktaki dil ve düşünme ilişkisiyle, yetişkindeki aynı ilişkinin birbirinden farklı olduğunu söylemek mümkündür.

“Düşünceler kelimelerin değil, faaliyetlerin sonuçlarından büyür.” (Charles, 2003:4) “Çocuklar en iyi kendi somut tecrübelerinden öğrenirler.” (Charles, 2003:4)

Dil ve düşüncenin aynı şey olmadığı yanılgısından uzak, aralarında bir ilişkinin olduğu yapılan çalışmalarla kesinleşmiştir denilebilir. Bu konuda üç farklı yaklaşımdan söz edilebilir:

• Dili/konuşmayı düşünceye dayandıran düşünceci yaklaşımlar, • Düşünceyi dilsel kullanımlarla açıklayan yaklaşımlar,

• Düşünce ve dil arasındaki ilişkiyi, iki kavram arasındaki benzerlik ve farklılıklarla açıklayan yaklaşımlar (Bor, 2011:47).

Düşünceciler, düşüncenin dilden önce geldiğini ve ondan bağımsız olduğunu savunurken, dilin önceliğini savunanlar ise dil olmadan düşüncenin gelişemeyeceği kanısındadırlar (Bor, 2011:47).

Saussure, dil ve düşünce arasındaki ilişkiyi ilginç bir örnekle açıklamaktadır:

‘’Dil bir kâğıda benzetilebilir: Düşünce kağıdın ön yüzü, ses ise arka yüzüdür. Kağıdın ön yüzünü kestiniz mi, ister istemez arka yüzünü de kesmiş olursunuz. Dilde de durum aynı: Ne ses düşünceden ayrılabilir, ne de düşünce sesten.’’ (Saussure, 1998:166)

Diğer yandan dil ve düşüncenin birbirleri için vazgeçilmez olduklarını şu sözlerle dile getirmektedir:

‘’Filozoflar da, dilbilimciler de göstergelerin yardımı olmadan iki kavramı açık seçik ve sürekli biçimde birbirinden ayırmamıza olanak bulunmadığı görüşünde her zaman birleşmişlerdir. Tek başına düşünce, hiçbir zorunlu sınıra rastlanmayan bir bulutsuyu andırır. Önceden oluşup yerleşmiş kavram yoktur; dilin ortaya çıkmasından önce hiçbir şey belirgin değildir.’’ (Saussure, 1998:164)

Görülüyor ki dil ve düşünce birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Dili tamamıyla düşüncenin altında değerlendirmemiz, ya da düşünceyi tamamen dilin bir alt parçası olarak görmemiz mümkün değildir. Ancak bu sıkı ilişki aralarındaki farkları da görmemizi engellememelidir. Düşünceler dil yoluyla ifade şekli bulmaktadır. Yoksa ifade edilmeyen düşüncelerin ne anlamı olabilirdi? Düşünceler ifade edilmeden kalsaydı belki sürekli kafamızı meşgul eden bir hal alırlardı. Ancak diğer yandan da düşüncelerimiz, biliş yetimiz olmasaydı belki de dile hiç ihtiyaç duymayacaktık. Dil bazen sadece bir gözlemin saptanmasına yarar. Düşünce sistemimizle girdiğimiz her düşünsel dünyada ve yeryüzünde girdiğimiz her ortamda ona ihtiyaç duyuyoruz. Düşünce dünyamızda iç monologlarımızla kendimizle konuşuyoruz.

Sonuç olarak konuşmak ve düşünmek eylemlerinin ikisi de zihinde gerçekleşmekte ve zihinsel süreçlerden geçmektedir. Bu, dil ve düşüncenin ortak yönlerinden biridir. Beynin fiziksel olarak zarar görmesi ya da doğuştan gelen bazı zihinsel problemlerde kişinin aynı zamanda konuşma problemleri de yaşaması da, bu ilişkinin diğer bir göstergesi olarak düşünülebilir.