• Sonuç bulunamadı

2.1. HİKÂYELERDE YAPI

2.1.2.1. Birinci Derecedeki Kahramanlar (Başkahramanlar)

Hikâyelerde başkahramanları iki kısma ayırabiliriz: Kendini tamamlayan ve tamamlayamayan başkahramanlar. Aslında başkahraman kendi beninin yolculuğunu tamamlamak için serüvene başlayan kişidir, ancak modern toplumda kaçmakta bir tavır olarak değerlendirilir. Bunun yanında kendini tamamlamayan birey sayısı da oldukça fazladır. Bu durum yazarı da etkilemiş, bazı başkahramanlar serüvenlerini kabullenme eylemi üzerine kurulmuştur.

2.1. 2.1.1.Kendini Tamamlayan Başkahramanlar

Kendi beni, toplum ve iç sesi arasında dengeyi yakalayan ve bu şekilde yaşamına devam eden kişi kendini tamamlayan insandır. Kendi doğrularını toplumun doğrusu şekline dönüştüren bu insanlar kişi olmaktan çok bireydirler. Bu oluşum hayatlarında ki pürüzlerin kendileri tarafından yok edilip, iç huzura kavuşmalarını sağlar. Kendini tamamlayan kahramanlar bu oluşum sürecini farklı yaşarlar.

“Dostoyevski Seven Bozkır Kurdu” adlı hikâyede ismi hiç geçmeyen bir adama ait bazı özellikler verilmiştir. Adamın sıradanlığını daha iyi vurgulamak için yazar kahramanına isim vermemiştir. Belki de isim onun hayali dünyasına da perde çekmektedir. Bireyi sınırlayan ilk şey doğar doğmaz ona verilen addır. Dostoyevski Seven Bozkır Kurdu adlı öykünün başkahramanı tamamen bilinçten var olduğu için bir ismi yoktur. En belirgin özelliği Dostoyevski sevmesi ve sıradanlığıdır. Dostoyevski’ye olan hayranlığıyla kişi olmaktan çıkıp birey olmuş ve kendini tamamlamıştır:

“Ne çok gencim, ne çok yaşlı. Hiç asansör kullanmam. Uzun yıllar var, hiç otobüse binmedim. Ya yürürüm, ya da taksi tutarım.

Akşam yemeklerinden önce salata yer, sonunda kahve ile konyak içerim.

Pek önemli biri değilim. Gündüzleri iş yerinde çalışır, akşamları çoğunlukla evimde geçiririm.” (B.A.M, 2004:13).

Bu adamın bir diğer özelliği de kurt gibi yaşamasıdır. Kurtlar çevresinde yiyecek bir şey bulamayınca kendilerini yemeye başlarlar. Bu adamda aynı şekilde yok olmayı hedeflemektedir.

Çevresinde hiçbir insana dayanamadığı için asansör, otobüs gibi toplu yerlerden hep kaçmış ve geceye sığınmıştır. Gece onun tek sevgilisidir. Kendi için seçtiği arkadaşlar ise hep ölmüş insanlardandır. Adamın arkadaş olarak seçtiği üç insanda toplumda kendilerine bir yer edinemeyen kurtçuklardır. Bunlar küçük ve ekolojik dengenin en önemli varlıklarıdır. İnsanlar sıradan veya önemsiz olabilirler, onları önemli ve özel yapan hayallerdir. Adamda kendi yarattığı hayalleri yaşadığı için kendini tamamlamış bir başkahramandır. Bir kahramanın yapabileceği en büyük kahramanlık kendi beninin gizlerini çözmektir. Dostoyevski Seven Bozkır Kurdu adlı öyküde ki adamda bu gizleri çözmüştür:

“Üç kişidir. Tanırsınız onları. Hesse, Dostoyevski ve Atay.” (B.A.M, 2004:17).

Dostoyevski kendini tamamlamak isteyen birey için en ideal örnektir. Zira “St.Petersburg’da Feodor Diye Biri” adlı öyküde baş kahraman Dostoyevski’nin evini görme tutkusuyla dolu bir kadındır.Para biriktirip Rusya’ya gider. Dostoyevski’nin hayranı olan ve evini görme tutkusuyla yanan bu kadın inanılan her şeyin gerçekleşebileceğini ispatlamaktadır. Dostoyevski diğer öyküde olduğu gibi başkahramanın benini beslemekte ve onu tamamlamaktadır:

“Bir de Dostoyevski!

Usul usul, sabırla, sevgiyle yıllarca bekledim. Para biriktirdim. Yazdıklarını ve onun için yazılanları okudum. Tekrar okudum. Sonra bir daha okudum. Sonra bir daha okudum. Artık hazırdım!” (A.E.Ç.G.,2000:35).

“Cıvıl Cıvıl Çığlık Çığlık İstanbul” adlı öyküde ise İstanbul’a hayran bir adam başkahraman olarak karşımıza çıkmaktadır. Küçük bir kasabada küçük mutluluklar yaşayan daha sonra lisede İstanbul’a gelen tiyatroya hayran bir adamdır. İstanbul’a olan tutkusu saplantı şekline dönüşmüştür. Bütün hayatı İstanbul’dur. İstanbul onun tek yaşam kaynağıdır. İstanbul adamı tamamlayan tek gerçekliktir. Kadın imgesini İstanbul’a yükleyerek bağlılığını daha kesin bir şekilde ifade etmiştir:

“Londra, Paris, Kopenhag, Berlin. Hepsi alımlı, düzenli, aydın kentler ama İstanbul başka. İstanbul çılgın, İstanbul deli, oynak, işveli. İstanbul kalçaları dolgun ve yuvarlak bir kadın gibi dayanılmaz. Bu İstanbul ki, beni yataklara düşürmüştür, kan basıncımı yükseltmiştir, beni çarpmıştır. İstanbul’a dönüş bambaşka bir tad, heyecan.” (B.A.M, 2004:128).

“Eminönü Vapurunda Tuhaf Bir Adam” adlı öyküde ise kendi hayallerinin farkında olarak kalbinde yeni bir oluşuma yer açan bir kız başkahraman olarak işlenmektedir. Kendi hayali dünyasından gerçekliklere dönmekte zorluk çeken farklılıklarla dolu bir genç kızdır. Vapurda aynı kitabı okuyan adamla konuşurken insanları insan olduğu için seven bir kız olduğunu anlarız. Küçük Prens’i okuması farklı dünyalara kalbini açan bir insan olduğunu gösterir. Bu kızın da belli bir adı yoktur, sadece vapurdaki kız olarak ünlenir:

“Siz,”dedi, denizden bakışlarını çekmeden, “Siz şu halinizle yalnızca genç bir kadınsınız benim için ve sizin gibi milyonlarca genç kadın var dünyada. Bu halinizle ben size gereksinme duymuyorum-kırılıyorum bu dediklerine-”(B.A.M, 2004:167).

“Önceki ve Sonraki Kadın” adlı öyküde de adsız bir başkahraman vardır. Bir zaman zarfıyla beraber kullanılan kadının ismi öyküye de adını vermiştir. İnsanları bir yerlere bağlamama arzusu isimsiz kahramanların doğuşuna neden olmaktadır. Sonraki Kadın başkahramandır ve adı sürekli kıvırcık saç sıfatıyla birlikte kullanılır, bu onun leitmotividir. Sevdiği erkeği terk ederek kendi benini tamamlamayı başarmıştır. Bir erkeğe bağlı kalmanın kadınların kendi hayatlarını sıfırlamasıyla mümkün olduğunu göstermiş ve bunu kendine yapmayarak yeni bir kimlik yaratma yolunda ilk adımı atmış adamı terk etmiştir:

“Kıvırcık saçlı kadın, ilk kez korkmadan altı yıl boyu çekinerek sakladıklarını çıkarttı, gözünün önüne serdi. İnsanın en korkunç sırları kendisinden sakladıklarıdır. Kocasını onun kendisiyle ilgili hiçbir şakayı kaldıramayışını, kendini uyurken bile önemseyişini, karısının problemleri kısmında işlerinin aniden yoğunlaşmasını, altı yılı dolduran hep onun kitapları, filmleri, dostları, sorunları, iş kaygıları, plakları, rı, rı, rıları düşündü.” (A.E.Ç.G.,2000:83).

Adamı tamamlamak için kendini arka plana atan kahramanımız onu terk eder ve kendi benini bulmak için uzun bir yolculuğa çıkar. Belki kendi benini bulunca sonraki kadının bir ismi de olabilecektir:

“Adam gittikten sonra kadın mutfak masasına baktı. Göz boncuklu anahtar orada duruyordu. Antredeki boy aynasına gidip, kendini seyretti, fakat gerçek kendini bulamadı bir türlü.” (A.E.Ç.G.,2000:85).

“Oblomov Bar’da Bir Öğle Sonrası” adlı öyküde de ismi olmayan bir kadın başkahraman olarak işlenmektedir. Kadın hakkında adamı çok sevdiği ve ertesi gün gideceği hariç pek fazla bilgi verilmemiştir.Kadının ayrılmadan bir gün önce ki duygularına ağırlık verilerek yalnızca o anlar anlatılmış kadını tam olarak anlatma ihtiyacı dahi duyulmamıştır.Kadının hislerini çok net bilmemekteyiz. Buna rağmen adamı terk edişi ve kendilik seyahatine çıkışı oldukça etkilidir:

“Eğilip seni kucaklıyorum. Dönüp bakıyorsun. Bu kez gözlerini yakalıyorum. Seni çok seviyorum diye düşünüyorum. Ama hepsi bu! Gözlerini kaçırıp sessiz çığlıklar atıyorsun. Ağzınla atmazsın. Bilmiyorsun bunun nasıl yapıldığını. Bilmek için hiç uğraşmazsın!” (B.A.M, 2004:119).

“Dünyanın En Erotik Tatlısı” adlı öykünün başkahramanı olan Defne’de erkeklerle farklı şekilde sorun yaşar. Defne anne ve babasının cinsel baskıları altında ezilmiş bir kahramandır. Evde aşure piştiği gece anne ve babasının seviştiklerini görüp bütün hayatını bu sahneye göre yaşayan bir kadındır:

“Defne benim. Hani annesiyle aşure pişiren, babasının annesini yediğini sanarak onların sevişmesine engel olan.” (Ş.K.Ö,2003:111).

Bu olay Defne’nin sağlıklı bir beraberlik yaşamasına engel olmuş, bu yüzden çok sevdiği, ilk kocası olan, Cihan’dan ayrılmak zorunda kalmıştır:

“Cihan’ın beni beğenmesinden zevk alıyordum. Beni okşamasından hoşlanıyordum ama sonra… O kahrolası düğüm… Oraya takılıp kalıyordum.” (Ş.K.Ö,2003:114).

Defne yetişkin bir kadın olup bu sorunları aştığında ikinci bir evlilik yapmış ve anne- babasının yaptığı hatayı anne olarak yapmamıştır. Bu ikinci evlilikte yaptığı hataları tekrarlamamıştır. Bu da onun kendini tamamladığının işaretidir:

“Ama tam sevişiyorduk ki, yatak odasının kapısında bir gıcırtı duydum. Acaba kızımız uyanıp, bizi mi görmüştü. Kısacık bir an ürperdim, kalkıp, gerçekten kızımız orda mı diye bakmak istedim. Ama vazgeçtim. Kalkıp bakmadım.” (Ş.K.Ö,2003:122).

Öykülerde kendini tamamlayan başkahramanların yanında kendi benini tamamlamış kişilerde vardır. Bunlar genellikle hümanist kahramanlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

“Bir Kadın Yazarın Satış Rekorları Kıracak Kitabı” adlı öyküde başkahraman bir kadın yazardır. Kocasından boşanmış, bir kız annesidir. İnsanların günlük sıkıntıları onu daha çok ilgilendirmektedir, ancak editörü bir savaş romanı yazmasını ister bu da onu bunalıma sürürler. Kariyer sahibi bir annenin yaşam serüveninin tek kahramanıdır. Savaş kahramanlıklarını kaleme almak yerine insan hayatının önemine dikkat çekmesi onun hümanist kimliğini gösterdiği gibi kendi öz benine ulaşmasını da sağlamıştır:

“Artık yalnızca insanları, bireyleri, yalnızca duyulanları ve gözlenenleri yazmak para etmiyor. İnsanlar bunları okumak istemiyorlar şimdilerde. Yazılanların mutlaka kuramsal, belgesel temellere oturtulması gerektiği konuşuluyor ve kabulleniliyor.” (B.A.M, 2004:55).

“Bir Kız Çocuğu Elinde Çiçekler ve Şarkı Söylüyor” adlı öykünün başkahramanı olan Aslı ise insanlara, çiçeklere, hayvanlara kısaca her varlığa ayrı bir değer ve özen gösteren küçük bir kız çocuğudur. Baba ve annesinin kendine yarattığı dünyada oldukça mutluyken babasının şair olduğu için hapse girişi onu derinden sarsar. Yine de insanlara olan sevgisinde bir eksilme yaşanmaz:

“Yatmadan önce dişlerini fırçalarken yüzünü gördü aynada Aslı. İki ela göz, siyah kıvırcık saçlar, bembeyaz diş macunu köpükleri içinde kaybolmuş bir ağız. Yüzünde her renk babasının kopyası, burnu birazcık annesi. Babasıyla beraber diş fırçalarken yaptıkları gibi, köpürmüş diş macununu burnunun ucunu sürdü, iki küçük köpükte yanaklara. Bu kez hiç de komik gelmedi aynada gördüğü surat, aksine babasını çok özletti ona. Ağlamaya başladı usul usul.” …”(B.A.M, 2004:94).

“Ayışığında Cehennem Rengi Bir Dünya” adlı hikâye de ismi verilmeyen bir baba başkahraman olarak işlenmektedir. Karısını kaybetmeye hazırlanan ümitsiz bir âşıktır. Aynı zamanda bir kız babasıdır. Eşini kaybedeceği için hayat ve insanlara öfkeli bir adamdır. Her şeyi sorgulamaya başlar ve bu sorgulardan onu çıkaran kızı olur. Kızı adeta onu tamamlar ve tekrar hayata döndürür:

“ “Evet,” diyor. “Babayla kızın çocukları arasında aya gidildi.”Eğilip öpüyor çocuğu, sonra kucağına alıyor, odasına taşıyor. Acele etmesi gerek, yarın erken kalkıp, kızıyla kahvaltı hazırlayacak, kızını okula bırakıp, işine gidecek. Bir haftadır büroya uğramıyor, tıraş da olması gerek…”(B.A.M, 2004:144).

“Benim Adım Mayıs” adlı öyküde ise Mayo hayatı ve yaşamı çok seven bir başkahramandır. En büyük özelliği gitar çalmasıdır. Müzikle uğraşmak ona yaşam sevinci vermekte ve kendisini tamamlamasını sağlamaktadır:

“Yirmi beş yaşında ve solak. Sol elinin küçükbaş parmaklarının tırnakları uzun; gitar çalıyor. Gitar çalmak, bazen çevresini, saatini, hatta dünyayı unutturtacak kadar yürekten, coşkuyla bağlandığı bir yaşam öğesi Mayo için.” (B.A.M, 2004:175).

“Bir Erkeğin Dayanılmaz Bilinçaltı Tutkusu” adlı öyküde Ömer başkahramandır. Ömer tam bir tutunamayandır. Yaşamın bütün yüklerini sırtından atıp gitmek yegâne amacıdır. Bu oluşumu ve gelişimi yaşayacak kadar egoları doyuma ulaşmamıştır. Onun öteki beninin yarattığı Ayşe kahramanı bir bölünmeyi aynı zamanda Bir Erkeğin Dayanılmaz Bilinçaltı Tutkusu’nu dile getirir. Ömer ego olarak Ömer’dir, ancak süper egosu Ayşe’dir.

Onun 8 Mart Dünya Kadınlar Günün de yaşadığı bu değişim hem kahramanları ikizleştirir hem de ütopik baharatlar katar. Ayna bilinçaltını yansıtan yegâne objedir. Jung’un yaşam evrelerine göre Ömer’i değerlendirirsek: Kendilik; Ömer’in tutunamayan kimliğiyle düzenli hayatı birleştirmesi:

“Büyük bir inşaat şirketinde mühendis olarak çalışıyordu iki yıldır. Ama ondan önceki yıllarda uzun süren abartılmış serserilik yaşamı, şimdiki yaşamındaki uyumu ve düzeni güçleştirmekteydi. Borçlarını ödemesi, günde sekiz saat işe gitmesi, gece kaçta yatarsa yatsın sabahları ille de yedide uyanması, en çokta birdenbire iki katlı Moda evinin aniden ölen annesinden tüm sorumluluğuyla başına kalması, çözümü güç bir bilmece gibi içilmez çıkılmaz kılıyordu yaşamını.” (A.E.Ç.G.,2000:14).

Benlik; Ömer’in Ayşe olarak yeniden doğumudur. “Aynadaki de güldü.

Aynadaki bir kadın yüzüydü. Bedenine baktı; iki dolgun göğüs ve bir vajinayla bedeni hiç alışık olmadığı bambaşka bir biçime girmişti. Kadın olmuştu!” (A.E.Ç.G.,2000:15).

Persona (Yüz);tamamen fiziki olarak büyük bir değişim geçirip farklı bir cinsiyet oluşudur:

“Kolunu kaldırıp elinin tersiyle çarpmak üzere adamların üstüne yürüdüğünde, “Anaaa, karıya bak lan dövecek sanki…”diye bağırdı, kara bıyıkları altında sarı sarı sırıtan yüzler.

Kocaman kahkahalarla güldüler, iştahlı…

Kendini çaresiz hissetti. Öfkelendi. Nedense pat diye küçükken babaannesinin elini öpmediği için babasından yediği tokat sırasında yaşadığı haksızlığa uğramışlık ve mutsuzluk hiç eskimemiş halde düştü içine.” (A.E.Ç.G.,2000:19-20).

Gölge; Ömer’in gölgesi Ayşe’dir. Yalnız farklı olarak düşmanlık kavramı cinsiyete yöneliktir ve değişim geçirmiştir:

“Allah’ın cezası herif ! Otur oturduğun yerde, bul fıstık gibi kızları, yat, kalk, keyfine bak, kullan babam kullan…” (A.E.Ç.G.,2000:17).

Kendini bu şekilde tamamladıktan sonra gerçekte erkek olarak mutlu olacağını da anlar ve bu durum onun kendini tamamlamasını sağlar. Anima –Animus erkeğin kadınlığa ait yönleri kadının erkekliğe ait yönleridir. Ömer’de bu bütünleşme somutlaştırılmıştır:

“ “Yaşasın, artık kadın değilim!” diye sevinçle bağırdı. “Ben benim yine! Kendimim artık!” (A.E.Ç.G.,2000:32).

“Shangri-LA” adlı öyküde ise yine isimsiz bir başkahramanlara karşılaşmaktayız. Bu adamı başına gelen trafik kazasından sonra tanıdığımız için komadaki adam olarak isimlendirilmektedir. Komaya girdiği sırada kendi beni için bir şey yapmadığını ve eksik kaldığını anlar, fakat hiç zamanı kalmamıştır.

“Tık tık tık tık tık tık tık tık

Bu duyduklarınız kalp atışlarım, komada birisi için hiç de fena sayılmaz bence” (A.E.Ç.G.,2000:50).

Bu adam modern insan olmanın sorumlulukları yanında örnek olma gayreti içinde yaşamıştır. Düzenli yaşamı kendiliğin izlerini taşır:

“Temiz çamaşır, akşam yemeği, “örnek ebeveyn” kokuları, akrabaların düzenli hatır soran telefon sesleri, eşin dostun kahkahaları ve ailecek yapılması zorunlu sanılan gezilerle paketlenmiş tehlikesiz bir yaşantıydı benimkisi.” (A.E.Ç.G.,2000:50).

Benlik ölüm anında beklenmedik şekilde ortaya çıkar; çünkü hayallerini fark etmeden besler adam. Onun benliği Shangri-LA’lı Yaprak Hanım olarak doğar:

“Shangri-LA’dan geldim ben. Biliyor musunuz hanımefendi, hayal güçlerini boğup, geliştirememiş insanlar dünyayı ve uzayı coğrafya atlaslarından, NASA’dan izlerler ancak. Shangri-LA uzakta, çok güze bir ülkedir. Haritada bulamazsınız. Kendi haritasını kendi çizen herkesin bir Shangri-LA’sı vardır. Ben kocanızın Shangri-LA’sındanım.” (A.E.Ç.G.,2000:59).

Komadaki adama dayatılan bütün örnek kimlikler ve maskeler onun personasıdır. Bu adamın gölgesi ölümle birlikte benini yakalamadan yok etmesidir:

“Kızımın ve oğlumun sevgilileri olacaktır, sonra evlenecekler, belki kızım çocuğuna benim adımı verecektir. Önce anılarda canlı olan ölü baba, daha sonra silik bir imge, duvarda bir resim, giderek albümün sayfaları arasına sıkışmış bir fotoğraf olarak sönecektir.”

(A.E.Ç.G.,2000:54). “Bir Kadının Yaşamında En Önemli İki Şey” adlı öyküde başkahraman bir ressamdır. Adam reklâm filminden yola çıkarak kadınları anlamaya çalışır ve kadınların yaşamında ki yerini sorgulayarak bu işe başlar:

“Diyelim ki, benim gibi ilk otuzlarında bir insansınız. Bu yaşa kadar pek çok kadın tanımışsınızdır. Arkadaşınız olmuştur, komşunuz, iş arkadaşınız, kız kardeşiniz, öğretmeniniz, teyzeniz, halanız, büyük anneniz

ve

mutlaka anneniz.” (A.E.Ç.G.,2000:65).

Bir reklâm filminin bir kadının yaşamında en önemli şey nedir? Sorusuyla uyandırdığı bu benlik başkahraman olarak işlenmektedir. Aydının uyanışı ve karşı cinse duyarlılık kazanması farklı bir yöntemle dile getirilir. Adam resim çizerken bunları düşünür ve hayali bir sevgili çizmeye başlar. Bu durum anima ve animus bütünleşmesini hatırlatmaktadır:

“Denizi koyu mavilerle dalgalara terk ediyorum. Koyu mavi, lacivert dalgalar. Sonra yeşil dalgalar. Canlı yeşil…

Birlikte Bodrum’a gideceğiz. Else’yle. Bir de çocuğumuz olacak.” (A.E.Ç.G.,2000:69). Bu hayaller tuvalde dalgalı bir denizi doğururken gerçek sevgili Müge hatırlanır ve

adamın öteki kimliği tamamlanmaya başlar:

“Müge elini uzatmış bekliyor. Elini tutuyorum.

Güneş yanığı teni,diri kadın güzelliği,Akdeniz kadınının geniş kıvrımlı,dolgun bedeni,simsiyah uzun saçları ela gözleri,burnunun uzun bir çizgiyle güzelleştirdiği profili,kırmızı cilalı ayak tırnakları…”(A.E.Ç.G.,2000:69).

Adamı şekillendiren tuval ve kadınlardır. Resim ilerledikçe adamda da değişim yaşanır. Adam öykünün sonunda bir kadının yaşamında ki iki önemli anı tespit edip, resmine yansıtır. Adamın kendini tamamlaması resmi tamamlamasıyla ilişkilendirilir:

“Bir kadının yaşamında iki önemli şey değil iki önemli an vardır. Resmin altına yazıyorum:

“Bir kadının yaşamındaki iki büyük an, âşık olduğu ve sevdiğini terk ettiği andır.” (A.E.Ç.G.,2000:74).

“Hayatımdaki Bütün Erkekler” adlı öyküde kadın başkahramandır. Sadece kadın olarak ünlenmektedir. Kadının kendini oluşturmasında etkili olan erkekler işlenmektedir.

Hayatına giren dört erkeğin kendi üzerindeki tesirleriyle benliğini tamamlayan bir kadındır. Zaten hikâye de birinci, ikinci ve üçüncü erkek olarak bölümlendirilmiştir:

“Hayatımdaki üç erkek biraz ötemde benden habersiz oturuyordu, dördüncünün üzerine koydum elimi, tekmeledi karnımı dördüncüsü. Deniz kenarına doğru yürüdüm sonra. Tam başımda bir bulut vardı, işaret ettim, eğildi, üstüne bindim. Adanın üstünde havalandığımda aşağıya baktım; üç sevgili erkeğe el salladım.

Babam, kardeşim ve sevgilim.” (G.Y.Ç.,2003:84).

“Otuz Yedi Yaş” adlı öyküde işlenen kadınsa tamamen farklıdır. Onun hayatında dört tane erkek vardır, ancak bu erkekler onu tamamlamaz. Bu erkekler üç oğlu ve kocasıdır. Otuz yedi yaşına giren kadın başkahramandır. Günlük hayatın telaşı ve ev hanımlığının etkisiyle kendi benliğini yitiren ve bu durumu otuz yedinci yaş gününde fark eden bir kadındır:

“1x 2 metre boyutunda hazırladığı beyaz kâğıda kırmızı rujla şunları yazdı:

BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM.

DEĞİŞİKLİK OLSUN DİYE BU KEZ

SİZE DOMUZ KANINDAN NEFİZ BİR ÇORBA HAZIRLADIM.

İÇİNE DE ZEHİR KATTIM. BEN

ALP DAĞLARI’NA GİDİYORUM.

ÇÜNKÜ OTUZ YEDİ YAŞIMA GİRDİM VE HALA ALP DAĞLARI’NA

GİDEMEDİĞİMİ AYRIMSADIM.

KALIRSAM, ASLA GİDEMEYECEĞİMİ ANLADIM. KALIRSAM, DÜŞLERİMİ, KENDİ ARZULARIMI HEP ERTELEMEK ZORUNDA KALACAĞIMI DA…

HOŞÇAKALIN.

ARTIK BEN. ” (K.H.,1994:19-20).

Kadın ev yaşamının uğruna bütün hayallerini yitirip bu hayatın rahatlığını kabullenmiştir. Bu durum biraz da kendi seçimidir, çünkü korunaklı bir hayatın içinde var olmak kadınların genel ihtiyacıdır:

“Düşünmezdi önceleri.

Daha önce

Önce

Düşünmezdi.

Korkardı düşünmekten. Düşünmekten.

Yaşardı yalnızca.” (K.H.,1994:27).

Kadının bilinçaltında beslediği gerçek beni otuz yedi yaşında ortaya çıkar ve hayallerine geri döner:

“ Sizi terk etmeyeceğim. Hepinizi seviyorum, tek tek her birinizi. Sizleri isteyerek kattım yaşantıma. Sevmediğim ve anlaşamadığım asıl kişi, terk ettiğim o sevmediğim ‘ben’dir.

Nefeslerini tutmuş, onu dinliyor, anlamaya çalışıyorlardı.

“Yeni ‘ben’i kabul etmem güç olacak. Sizin içinde kolay olmayacağını biliyorum, ama başaracağız. Başka yolu yok!” (K.H.,1994:44).

“Küçük Hasır Sepet” adlı öyküde ise yaşlı bir adam başkahramandır. Küçük hasır bir sepetle hayata dönen bu adam oldukça başarılı bir geçmişe sahiptir. Adam yaşlılık döneminde çıktığı tatil sırasında hayatını gözden geçirmeye başlar ve bu da okuyucuya geriye dönüş tekniğiyle aktarılır:

“İstanbul’da Fransızca eğitim yapan, tanınmış bir liseyi yatılı okumuş, üniversite yıllarında siyaset bilimi eğitimi için Ankara’ya taşınmıştı. Galatasaraylılık ve Mülkiyelilikten sonra Sorbonnelu oldu. Hem ailesinin saygın ünü, hem de parlak bir öğrenci oluşu, önünde kapıları rahatlıkla açıyordu. Parlak, atak, zeki ve alaycıydı.” (Ş.Ş.,2003:13-14).

Böyle başarılı bir adamın kendini içki kadehlerine vermesi tamamen bilinçsizliğin

Benzer Belgeler