• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3: TÂRİH-İ EDEBİYÂT-I OSMÂNİYYE’NİN İNCELENMESİ …

3.2. Târih-i Edebiyât-ı Osmâniyye

3.2.3.1. Birinci Bölüm - Bazı Mütalaât

Yazarın genel olarak edebiyatla biraz daha detaylı olarak da Türk edebiyatıyla ilgili çeşitli tespitlerde bulunduğu ilk bölüm “Bazı Mütâlaât” başlığını taşımaktadır. Ayrıca Osmanlı devletinden önceki Türk diliyle yazılan eserleri tasavvufi oldukları gerekçesiyle Osmanlı devletinden önce de Türk diliyle yazılmış olan eserlerin var olduğunu belirtmekte. Ancak burada dikkat çeken husus Osmanlı’dan evvelki eserleri “tasavvufî” oldukları gerekçesiyle onları ebasit eserler olarak nitelemekteve debî eser olarak kabul etmemektedir.

“Türkçe, ya`ni Türk lisânı zuhûr-ı Devlet-i Osmâniyye’den pek çok vakit evvel müsta`mel idi; fakat âsâr-ı edebiyye ba`zı ufak tefek müellefât-ı sûfiyyeden ibâret olup başlıca bir eser-i edebî elde edilememiştir.

Zâten bu kitabın dâire-i ıttılâ`ı oralara kadar şâmil olmayacağından tevsi` oluna oluna bu hale getirilen Lisân-ı Osmânî’nin bugünkü hâlinden evveline ihâle-i nazar olunmak iktizâ eder, bir dereceye kadar ki lisânın hâl-i hâzırıyla nisbet kabûl edemeyecek bir hâle gelindikte daha evvele teveccüh lâzım değildir” (Memdûh, 1888: 9).

Yazar, edebî Türkçenin kaynağı ve tarihi uzantıları ile başka dillerle olan münasebetleri hakkında da görüşlerini anlatmaktadır. Ona göre Türkçe’nin esâsı, eski “Oğuz Han” Türkçesiyle “Tatarca”dan meydana gelmektedir. Birinci ile Oğuz lehçesini, ikincisi ile Çağatay lehçesini kasdettiğini düşünecek olursak, genel olarak bu düşüncesinin yerinde bir tespit olduğunu ifade edebiliriz. “Türkçe’nin esâsı, kadîm "Oğuz Han" Türkçesiyle Tatarca’dan mürekkeptir. Bu terkîbe elsîne-i sâ`ire kelimâtından bir takım şeyler dahî zamm olunmuştur”. (Memdûh, 1888: 9)

Türkçe’nin bu yapısının içersine zaman içersinde başka dillerden giren çok sayıda kelime olmuştur. Ancak bu terkibe zamanla diğer dillerden bir çok kelime girmiştir. Bununla birlikte Osmanlı devletinin ortaya çıkışı sırasında Osmanlıca’nın yalnızca halk arasında yaygın olduğu ve buna karşılık özellikle resmi işlerde Farsça’nın kullanıldığını vurgulamaktadır. İşte bütün bunların neticesinde Farsça ve Arapça, Türkçe’yi sadece kelimeleriyle değil, edebiyatlarıyla da istilâ etmeye başlamıştır. Nazım ve nesirde Fars edebiyatının taklit edilmesinin, kendi dil ve edebiyatımızın sadeliğini bozduğunu da belirtmektedir. Ona göre eğer bu taklitçilik yapılmasaydı, Türk edebiyatı asırlar süren bir suniliğin içersine girmeyecekti. (Çetin, 1991: 144)

“Hele Tarz-ı Acem’in Lisân-ı Osmânîye tatbîki bir takım mübâlagât-ı dûrâ-dûrun safvet-i edebiyyemizi ihlâl etmesine sebep olmuştur.

İşte bunca `asırlardan beri hâl-i hâzıra güç hâl ile ifrağ edilebilen Edebiyât-ı Osmâniyye’nin o kadar müzebzeb bir hâle gelmesine sebep bu iktibastır” (Memdûh, 1888:12).

Abdülhalîm Memdûh , bu bilgi ve değerlendirmelerden sonra Osmanlı edebiyatını ele alır. Osmânlı şiirini Fuzuli ile başlatır. Nesirde ise, Osmânlı edebiyatının temsilcisi olarak Sinan Paşa’yı görmektedir. Ancak böyle bir tespitte bulunurken bunu hangi gerekçeyle ortaya koyduğunu açıkça ispat etmiş değildir. Ancak Türk dilindeki değişime yönelik değerlendirmelerinden hareketle, Fuzûli ve Sinan Paşa'dan önceki edebi şahsiyetleri Acem etkisinde kaldıkları ve Fars edebiyatını taklit ettikleri için edebiyat tarihi kapsamının dışında tutmuş olduğunu söyleyebiliriz.

“Osmânlı şi`iri Fuzûlî ile ibtidâ eder.” “Nesirde Sinân Paşa, nazımda Fuzûlî’den evvel gelenler şîve-i acemi taklîd etmeselerdi usûl-ı edebiyât-ı Osmâniyye bu gün kendine mahsûs ve mücerret bir sûrette takarrur etmiş olacaktı”(Memdûh, 1888: 12-13)

Türk şiirini hakkıyla anlayıp anlatmış olan şairin Fuzûlî olduğunu söyledikten sonra Tanzimatla başlayan yeni şiirin karışıklığını, dönem şairlerinin şiirden anlamamalarına bağlamakta, “Cây-ı inkâr olamaz ki müteahhirîn-i şu`arâ arasında şi`irin bu derece tezebzübe uğraması ne olduğu anlaşılamamasından nâşî idi.O zamân `ale’l-ıtlâk kelâm-ı mevzûn şi`ir addolunurdu” (Memdûh, 1888: 13) ifadesiyle de divan şairlerinin şiir anlayışlarını ifade etmektedir.

Abdülhalîm Memdûh’un bu noktada divan şiirine yönelik “değişmez şekilcilik” yakıştırmasıyla tenkîdi yer almaktadır. “Eş`âr-ı mezkûre hep üslûb-ı sade ve tabi`î ile müretteb olup içlerinde pek az mübalağaya tesâdüf olunur. Bu kadarcık mübâlağât ise her halde caiz görülür şeylerden olurdu” (Memdûh, 1888: 13).

Divan şiirinin nazım tekniğine yönelik, kafiye, vezin, şekil gibi teknik bilgilere de yer vermektedir. Yazar, divan şiiri nazın şekillerinden “kasîde, gazel, murabba, tahmis” gibi türler hakkında değerlendirmelerde bulunmaktadır. Bu türlerin yazılış biçimleri ve sebepleri, buralarda kullanılan mazmunlar hakkında açıklamalar yapmaktadır. Kasidelerdeki ifade biçimlerine, rediflerin kullanımına ve övgü ifadeleri

hakkında örnekler de vererek tespitler yapmaktadır. Bunlara yönelik tespitlerini şöyledir:

“Kasâiddeki "redîf” zahmeti çekilir dertlerden değildir. Üçyüz beyitten ibâret olan bir kasîdede iki mısra`lı her beytin nihâyetine aynı kelimeyi terdîf ile mısra`-ı evvel ve sânîde hep anı te’yîd ve te’kîd etmek üzere idâre-i fikr eylemek zâ’idliği nisbetinde güç birşeydir.” “Kasâidin ekseri hissiyât-ı müdâhenâne tercümânı olmakla bunlarda, esâs fikr ile asla ta`rîf kabûl etmeyecek bir takım redifler de bulunur ki bunları te`yîd zımnında idâre-i fikr ve kalem hakîkaten müteassirdir.” “Mütekaddimîn-i şu`arâ dîvânlarındaki ekser gazeliyâta gelince bunlar kasâidin hemen bir başka nev’idir.Beş beyitten on iki beyite kadar gazel olur, ondan yukarısı kasîde, aşağısı kıt`a olur imiş. Bu kaideyi kim vaz` etmiş? Bu kanun neye bina edilmiş? Kimse bilmez!...” (Memdûh, 1888: 14-19).

Divan şairlerinin gazellerdeki hayal dünyasını da ele almaktadır:

“Şâ`irin çektiği âlâm ve kederin mutlak mübeddel-i sürür u safâ olacağı gecenin gündüzü ta`kîb etmesiyle istidlâl olunur! Hilkat-i mükevvenâtta müsâvât olmadığı lâle ile nergisin açık soğan ile sarımsağın kapalı yaratılmasından anlaşılır! Bu gazellerdeki hayâller ise hikmetlerinden istidlâl olunmalıdır” (Memdûh, 1888: 19).

Mesnevileri batılı tarza en yatkın tür olarak gören Abdülhalîm Memdûh, “Bizdeki mesnevîler asıl garb siyâkındadır ki, cumhûr-ı şu`arâ-yı kadîmeye göre şi`ir mutlak mukaffâ olmak lâzım gelirse kâfiyenin iki mısra`dan ziyâdeye şâmil olmamış yalnız bu nev` şi`irde görülür” (Memdûh, 1888: 14).

Nazım türleri içersinde “küfür-nâme” olarak nitelediği “hicviyeleri” edebî eser olarak nitelememektedir.

“Hele hicviyye denilen rezâil-i manzûme de vaktiyle edebiyâttan addedilmiş idi.” “Hicviyyelere `ale’l-ıtlâk edebsizlik denemez. Tazammun ettiği mânânın dediğimiz yolda müstehcen olabilmesi onu o kadar matrûd bir hâle koyamaz.

Şu kadar ki güya -mezmûmuna bahş-ı te’sîr zımnında!- bir takım edânînin bile tefevvühünden haya edeceği şütûmât-ı âdiyeyi nazm etmek, ashabına "şâ`ir" dedirtmez. Hicvi mü’essir etmek için kendisindeki hasâil-i zemîmeyi tebyîn etmelidir ki mezmûm cidden müteessir olabilsin” (Memdûh, 1888: 17-18).

Benzer Belgeler