• Sonuç bulunamadı

Bilinç-Kimlik Etkileşiminin Sinirbilimsel ve Nörofelsefi Açıdan Ele

1. BÖLÜM: KAVRAMSAL ÇERÇEVELERİ AÇISINDAN DAVRANIŞÇI-BİLİŞSEL

1.5 Bilinç-Kimlik Etkileşiminin Sinirbilimsel ve Nörofelsefi Açıdan Ele

Zihnin/bilincin tam anlamıyla anlaşılamamış olması gibi kimlik sorununun da tam olarak anlaşılamaması, beynin karmaşık yapılanmasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan bu karmaşık yapılanma evrimin ve epigenetik gelişimin sigortasıdır. Emerson M. Pugh'un, "beyin bizim kolayca anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, biz hâlâ onu anlayamayacak kadar basit olurduk" sözünden hareketle Tanrıdağ, beynin kolay anlaşılabilir basit bir yapılanma sergilemesi durumunda, etki-tepki ve refleks prensipleriyle çalışıyor olacağını belirtir. Bu durumda insan soyut, sembolik,

74

kavramsal düşünemeyip bilim, felsefe, sanat, politika yapamayacaktır. Araştırmacının beynin kolay anlaşılır basit bir yapılanma göstermesi durumunda "bilinçaltı ve kimlik sorunlarının da olmayacağı" ifadesi, "bilinç-kimlik" etkileşimini ve bu etkileşimin beyinle bağıntısını desteklemektedir (Tanrıdağ, 2015c: 12-13). Cassirer de insanı anlamak için, duyguların, heyecanların, algıların ve düşüncelerin bilinçliliği olan içebakışla beraber insanın kendisini kültürel ve düşünsel çevresine uyarlaması anlamında düşünsel uyuma bakmayı zorunlu bulur. Sürekli kendisini araştırması nedeniyle sorumlu bir varlık haline gelen insan diğer hayvanlarla karşılaştırıldığında daha geniş bir gerçeklik içinde bulunur çünkü insan fiziksel bir evrenin yanı sıra simgesel bir evrende de yaşar (Cassirer, 1980: 14-15; 33).

Bilinci, kimliği ve bilinç-kimlik etkileşimini anlamak, yaşamla ilgili sorunları daha doğru değerlendirmeyi ve böylece daha etkili çözümler üretmeyi sağlayacaktır. Bilinç-kimlik etkileşimini anlamanın koşulu "bilinç" ve "kimlik" arasındaki bağlantıları anlamak ve tanımlamaktır. Bu bağlantıları tanımlayabilmek için sinir sistemine, beyne, evrime, iç ve dış çevreye yönelmek ve bunlar arasındaki karmaşık ve çok katmanlı etkileşimlerin özelliklerini serimlemek gerekmektedir.

Tüm canlılarda beynin temel görevinin canlılığın sürdürülmesini sağlamak olduğu bilinmektedir. Beyin, solunum, dolaşım vb. sistemleri düzenlemenin yanı sıra duyguları, düşünceleri ve algıları yani deneyimleri meydana getirir. Sonrasındaysa bu deneyimleri kullanarak davranışları/eylemleri yönlendirir ve uygular. Geleneksel beyin anlayışı davranışı dikkate almazken, bugünkü beyin anlayışı16 ve beyin bilgisi

evvelce hiç olmadığı kadar disiplinlerarası bir çalışma alanına dönüşmüştür. Mesulam da davranışsal nöroanatomiyi araştırdığı eserine "beyin yapıları ve davranışı arasındaki ilişkinin doğasının kitaptaki tüm bölümler için merkezi tema" olduğunu söyleyerek başlar (Mesulam, 2000: 1; Tanrıdağ 2015a: 19).

Araştırmacılar, davranışlarla duyu ve algı sistemleri ve duygular arasındaki bağıntıları özellikle vurgulamaktadır. Çünkü duyu ve algı sistemleri, "beyin-dünya ilişkisi"ni anlamada bir arayüz oluşturur (Berk ve Özkul, 2014: 1-2; 14; 44; 75; Greenstein ve Greenstein, 2000: 334). Çotuksöken'e göre de olayların, eylemlerin anlam kazanmasının koşulu bu olaylarla eylemlerin insanın düşünmesi içinde "yeniden kurulma"sıdır. Çünkü ne türden olursa olsun, tüm varolanların var olma biçimleri ancak bilindikleri zaman netleşmektedir (Çotuksöken, 1998: 13; 28). Smith

16 Geleneksel beyin araştırmaları beynin algı ve hareket planını Newton yasalarına bağlayarak açıklar.

Nörolojik bilimlerin mekanik modelleriyle davranış nörolojisi, farklı literatürlere sahiptir. Geleneksel beyin anlayışı sergileyen nöroloji kaynakları, davranış boyutunu dikkate almazken, bu unsur, "beyin- davranış ilişkisi" açısından son derece önemlidir. Bugün, bu mekanik yasalara, "beyin-davranış bağıntıları" dahil edilmekte, zihin fenomenleri de dikkate alınmaktadır (Tanrıdağ, 2015a: 13-14).

75

ve Kosslyn de beyinde dünyanın zihinsel bir temsilinin oluşturulduğunu açıklayarak bu temsilden hareketle belli amaçların belirlenmesine "düşünme" demektedirler. Düşünme, "akıl yürütme" ve "sorun çözme" diye bilinen zihinsel işlemlerden oluşmaktadır. Akıl yürütme zihinsel içeriklerden bazı çıkarımlar yaparak bir sonuca ulaşmayı sağlayan bilişsel yetidir. Sorun çözmeyse bir amaca yönelik ilerlerken ortaya çıkan engellerin aşılmasında kullanılan bilişsel süreçleri ifade eder (Smith ve Kosslyn, 2014: 412). Beyin-dış dünya ilişkisi anlamında dış dünyanın bilinçte oluşan resmi, sayılamayacak kadar çok deneyimden hareketle karmaşık nörofizyolojik, nörokimyasal süreçler sayesinde ve aşamalı biçimde ortaya çıkarılan bir tasarımdır (Solms ve Turnbull, 2013: 43). Başka bir deyişle insanın bu dünya hakkındaki bilgisi beynin yarattığı bir bilgidir. Bu bilgi her insanın kendi beyni tarafından oluşturulduğundan, "kişisel" olma niteliği taşır (Alıcı, 2013: 76-78; 197; 219; 243). Günday'a göre de hem akıl yürütme hem sorun çözme kişinin bilinciyle ve kim olduğuyla bağlantılıdır. Çünkü bunlar duyusal algılar, düşünceler, inanışlar ve yargılardan hareketle oluşturulmaktadırlar (Günday, 2002: 115).

Olayların, şeylerin varlığı insandan bağımsız olsa da bir şeyi anlamaya, bilmeye yönelen her insan kendisinden bağımsız ve kendine özgü nitelikleri olan bir yapıyı kendi bilinci içinde yeniden yapılandırmış olur. Çünkü bilme, anlama, değerlendirme ve anlamlandırma edimleri beyinde meydana gelen nörobiyolojik süreçler sonucunda gerçekleşmektedir. Her insanın beyni kendine özgü yapıda ve benzemezdir, biriciktir. Bu nedenle her insanın kendi beyninden kaynaklanan bilinci de özgün ve benzemez olma, biricik olma özelliklerini kazanır. Bir şeyi bilmeye, anlamaya yönelen her insan (her canlı) bu edimleri kendi beyniyle gerçekleştirdiğinden, kendinden bağımsız yapısı olan bir nesneye, kendi (bilincinin) özellikleri, olanakları ve sınırlarıyla yönelmiş olacaktır. Anlama ve bilmenin, varolanın bilinç içerisinde bilene göre yeniden kurulması anlamına gelmesi kaçınılmazdır. Smith ve Kosslyn, düşünme ediminin dünyanın zihinsel temsiliyle beraber insanın kendisine ilişkin bir temsili de kapsadığını açıklayarak bu söylemi desteklemektedir (Smith ve Kosslyn, 2014: 412). İnsan "ben" veya "kendim" dediği bir bedenin içinden evreni, kendini ve diğerlerini algılayıp bilir. Bir insanın öznel dünyası, belli bir zaman ve yerde sahip olduğu duyumsama, algılama, anımsama ve anlamlandırma gibi deneyimler tarafından meydana getirilir. Ama bu deneyimler, bu algı, beden aracılığıyla ve beden sayesinde mümkün olabildiğinden bu bilme hep "bana" aittir; "ben"in olanakları ve sınırlarıyla belirlenmiştir. Böylece evrenin özellikleri "ben"de ve bilinçte ortaya çıkar. Bu nedenle kişisel kimlik soruşturmasında insanın sahip olduğu bilinç formunu, düşüncelere, umutlara,

76

hayallere sahip olmak ve duyumlar hissetmek anlamında zihinsel olaylarla ve "ben" ile çerçevelemek doğru görünmektedir. Bilincin insan bedeniyle olan ilişkisini mutlaka dikkate alma yönünde uyarıda bulunan Shaffer, bu nedenle bütün dünya görüşlerinin, bilincin varlığını kabul etmek zorunda olduğunu yazar (Shaffer, 2005: 61-62; Tura, 2011: 229).

Dünyayı tanıma yoluyla bilmek belli bir andaki görsel

duyuların/algıların/deneyimlerin yanı sıra diğer duyusal içeriklerle bellekte bulunan içeriklerin karşılaştırılmasıyla gerçekleştirilmektedir (Tura, 2011: 17; 70). Bilinçli veya bilinçsiz olabilen duyumsama, iç ve dış çevreden kaynaklanan uyarımların, MSS' ne ulaşması sonucunda meydana gelir. Algıysa, duyu verilerinin seçilmesi, düzenlenip yorumlanması, karşılaştırılması ve ayrıştırılması işlemleriyle ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda algı, "duyusal bilginin üst seviyede bilgiye dönüşmesiyle" oluştuğundan, bilinçli ve öznel bir deneyim olarak tanımlanmaktadır 17 (Berk ve Özkul, 2014: 1-2;

14; 44; 75). "Algı", kişinin bir nesneyle kendisi arasında kurduğu nedensel bir ilişkidir (Günday, 2002: 115). Sinirbilim ansiklopedisi içinde algı, bilinçli ve bilinçdışı olmak üzere ikiye ayrılır. "Bilinçli algılama" algılanan şeyin bildirilebilir olduğunu gösterir. Bilinçli algıların, insanın çoğu düşünce ve davranışlarını yönlendirdiği bilinmekte, ancak bilinçdışı algıların da heyecanları, duyguları ve kişisel performansı etkilemesi üzerinde durulmaktadır (Binder, Hirokawa ve Windhorst, 2009: 861). Duyusal uyaranların algı halini alması anlamında bilgiye dönüştürülerek kodlanmaları sürecinde, "kodlama" kavramı, dış dünyanın fiziksel özellikleriyle sinir sistemindeki sinirsel-elektriksel çalışma arasındaki uyumu ifade eder. Kodlama, belleğe yeni bilgi girişi olduğunda gerçekleşir. Ancak bu işleyiş kesin olarak tanımlanmış değildir. Duyu verilerinin algılar haline dönüşmesi beyin başta olmak üzere sinir sistemi içinde gerçekleştiğinden bu süreç kişiye özgü bilişsel unsurlar tarafından belirlenmiş olmaktadır (Berk ve Özkul, 2014: 1-2; 14; 44; 75; Smith ve Kosslyn, 2014: 2).

İnsan dünyayı algılarken, sürekli bir duyusal uyaran bombardımanı altında kalır. Algılanan gerçeklik, bu kesintisiz ve aşırı miktardaki duyu verilerinden yola çıkarak her duyumsama veya algılama edimi sonucunda sürekli baştan yapılandırıl(a)maz. Bu nedenle sinir sistemi/beyin (beden) algıyı oluştururken hem duyu organlarından hem de bellek içeriğinden faydalanarak bir tasarım meydana getirir. Dış dünyadan gelen veriler duyu organları aracılığıyla beynin ilgili bölgelerine iletilirken bu veriler, dış dünyaya dair geçmiş deneyimlerden kazanılan ve bellekte

17 Bunun yanı sıra, dış uyaranlar bulunmadığı halde ortaya çıkan ancak halüsinasyon olmayan algılar

da bilinmektedir. Bunlar, beynin kendi rastlantısal sinirsel etkinliklerinden veya iç organların sinirsel mesajlarından kaynaklanmakta ve "anlam düşkünü" sinir sisteminin, bu rastlantısal sinirsel etkinliklerden hareketle çıkarımlar yaptığı düşünülmektedir (Berk ve Özkul, 2014: 18-19).

77

bulunan bilgiler ve bedenden gelen bilgilerle birleştirilir. Böylece dış dünyanın bilgisini edinmede yani zihin içinde dış dünyaya dair bir tasarım oluşturmada, kişinin bilgisinin, beklentilerinin, duygularının, dürtüleriyle (drive) güdülerinin ve bellek içeriklerinin önemli oranda katkısı bulunmaktadır (Alıcı, 2013: 78; Karakaş, 2010: 14; Smith ve Kosslyn, 2014: 50). Böylece örneğin, "bir köpeği deneyimlemek", o köpeğin duyu modaliteleri aracılığıyla algılanmasıyla beraber köpeklere ve "o köpeğe" dair bilinen ve anımsananlardan hareketle gerçekleştirilmektedir (Solms ve Turnbull, 2013: 43).

Dış dünyanın bilgisini edinme, bu bilgiye bir anlam verme ve buradan hareketle davranış/eylem belirleme sürecinde duyguların güçlü etkisi bilinmektedir. Öncelikle dış dünyaya dair bir tasarım oluşturulurken duyuların algılara dönüştürülmesinde bellekten geri çağrılan bilgilerin neler olacağını belirleyen duygudurumlarıdır (Solms ve Turnbull, 2013: 48; 137; 150; 353-365). Smith ve Kosslyn de duygularla bilişsel süreçler arasındaki güçlü bağıntıyı açıklamakta ve çok yakın zamana dek duygular biliş çalışmaları kapsamında kabul edilmezken, bugün duygu ve bilişin farklı ve ayrı zihinsel etkinlikler olarak savunulmasının olanaksız olduğunu yazmaktadır (Smith ve Kosslyn, 2014: 326). Birincil işlevleri "eylemi motive etmek" olarak açıklanan duygunun tanımı, "belli olayların sonucunda ortaya çıkan olumlu veya olumsuz hisler" biçiminde yapılmaktadır. Bulgular evrimin başlangıcında insanda sadece duyguların bulunduğunu, diğer işlevlerin zamanla geliştiğini göstermektedir. Bu bildirim bazı durumların herkeste belli ve benzer duygulara neden olmasını ve belli ölçüde kalıplaşmış davranışları tetiklemesini açıklamaktadır. Bu durum davranışların belirlenmiş olduğunu göstermemekle beraber nörobiyologlar tarafından "evrensel temel duygular" olarak sınıflandırılan duyguların varlığına işaret etmektedir (Carlson, 2014: 285-288; Darwin, 2001: 67- 382; Günday, 2002: 14; Smith ve Kosslyn, 2014: 328-329; 358; Panksepp, 2005b: 125-224; Solms ve Turnbull, 2013: 48; 111-115; 353-365). Duygu-davranış bağıntısında davranışları belirleyen, çoğunlukla kişisel ve öznel duygular olmakta, davranışlar nörofizyolojik nesnel süreçler olarak geliştikleri ölçüde kişisel tercihleri, değerleri ve öncelikleri de göstermektedir (Carlson, 2014: 285-288; Karakaş, 2010: 24; Solms ve Turnbull, 2013: 111-112). Duygular, dikkati, algısal süreci ve öğrenmeyi etkilemektedir. Buna ek olarak, duygusal olaylar söz konusu olduğunda insanların şeyleri gerçekte olduklarından farklı anımsadıkları izlenmekte, insanların duygusal bağlamı bulunan olaylara tepki verme biçimleri değişebilmekte ve farklılaşabilmektedir. Üstelik duygusal olaylara ilişkin bilinenler doğru olmadığında bile çok doğru ve ayrıntılı anımsanıyormuş gibi düşünülmekte ve bu şekilde

78

aktarılmaktadır (Carlson, 2014: 285-288; Günday, 2002: 14; Smith ve Kosslyn, 2014: 328-329; 356-365; Solms ve Turnbull, 2013: 48; 111-115; 353-365). Bir şeyi veya birini sevip sevmemek ya da tercih edip etmemek her zaman olgulara, gerçeklere ve bilgiye bağlı olmamakta, tercih bu şeylere atfedilen ya da biçilen değere göre belirlenmektedir (Smith ve Kosslyn, 2014: 328-329; 358).

Bilinç-kimlik etkileşimi araştırılırken/soruşturulurken "anlam" kavramı da bu irdelemeye dahil edilmek zorundadır. Çünkü bilincin, her biri mutlaka bir şey hakkında olan çeşitli deneyimlerin bir arada yaşanmasından meydana geldiği bilinmektedir. Bu deneyimlere daima bir anlam yüklenir. Bunun nedeni, tüm algıların bir anlam taşıması ve her algının bir yaşantıyla sonuçlanmasıdır (Alıcı, 2013: 19; Günday, 2002: 115; Karakaş, 2010: 14). Araştırmacılar, duyusal uyaranların önce duyusal uyaranlar olarak beyne kaydedilmesi, sonra kaydedilen bu duyusal verilerin beyinde yorumlanması sürecini bütün olarak "anlamlandırma" şeklinde kabul etmektedirler (Karakaş, 2010: 14; Smith ve Kosslyn, 2014: 50). Bu nedenlerle bilinci araştıran her biliminsanının anlam kavramını dikkate almak zorunluluğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır (Alıcı, 2013: 12-19).

Davranışların yukarıda açıklanan zihinsel süreçlerin bir arada çalışmasının ürünü olduğu bilinmektedir. Davranışlar kişinin, dış dünyanın kendi zihninde/bilincinde oluşturulan tasarımına biçtiği anlama bağlı olarak şekillenmektedirler (Solms ve Turnbull, 2013: 44-48; 356). Çünkü bir eylem gerçekleştirmeye veya eylemsiz kalmaya karar verme süreci söz konusu olduğunda seçeneklerin değerleri, anlamları ve olası sonuçları beraberce kararı belirlemektedir. Karar verme sürecinde gerçekleşen bilişsel işlev, olası tüm seçeneklerin değerlendirilerek istenen hedefe ulaşmayı sağlaması en olası görülenin belirlenmesidir. Kararı ve davranışları belirleyense sonuçlar, faydalar ve değerlerdir (Smith ve Kosslyn, 2014: 367; 369; 371). Kuçuradi de davranışları belirleyenin şeylere biçilen anlam olduğunu belirtmekte ve anlamın önemini vurgulamaktadır. İlişki kurulan şeylere dair düşünülen veya yapıp edilen şeylerin hepsi, değerlendirme kapsamında düşünülmelidir. Kişilerin değerlendirmeleri, yaşamlarında davranışlar biçiminde görünmektedir. Kuçuradi, değerlendirmenin değerlendirene göre değişecek olmasını önemle vurgular. Ona göre "değerlendirilen, değerlendirenin içinde yer almaktadır". Bunun nedeni, değerlendirmenin aslında yorumlama anlamına gelmesidir. Olayları ve şeyleri değerlendirme şekliyse değerlendirenin yapısıyla bağlantılıdır. Doğrulukları veya etik değerleri tartışılabilir olmakla beraber değerlendirmeler ve anlamlandırmalar daima bir dereceye kadar özneldir. Çünkü her insan kendi hayat ve insan anlayışına göre ve kendi kişi yapısı doğrultusunda

79

eylemde bulunur (Kuçuradi, 2013: 5-14; 33; 41-63). Değerlendirmelerin öznel olması ve insanların kendi değerlerini gözeterek davranışlarını belirlemeleri, insanlar arasında ortaya çıkan çatışmaları anlaşılır kılmaktadır. Bu bağlamda çatışmalar kişilerin bilinciyle ilgilidir (Kuçuradi, 2009: 12).

Her insanın olayları ve şeyleri değerlendirirken kendi yapısına göre davranmasından hareketle Kuçuradi, kişileri tanırken kullanılacak tek ipucunun davranışlar olması gerektiğini ileri sürer. Fakat kişileri doğru değerlendirmek için farklı koşullarda aldıkları kararlara ve sergiledikleri davranışlara bakmak gerekir. Özellikle kritik durumlarda ortaya koyduğu tavırlar kişilerin gerçekte nasıl kimseler olduğunu açıkça gösterir. Bu bağlamda bir insanın doğru değerlendirilmesi ve değerinin belirlenmesi o insanın kimseye benzemeyen yapısının, diğer insanlardan farklı biçimde gerçekleştirdiği yaşantıların ve olanakların değerlendirilmesiyle sağlanabilir. Bu değerlendirmede insanın bir insan olarak sahip olduğu olanakları değerlendirebilmiş olup olmaması belirleyicidir (Kuçuradi; 2013: 41-63).

Dış dünyaya dair bilgi, dış dünyanın bilinçte oluşturulan tasarımı ve davranışlar, "benlik" ve "benlik algısı" ile bağlantılıdır. Çünkü dış dünyayı izleme ve "kendini izleme" eşzamanlı gerçekleşir. "Kendini izleme", sorunların çözümü sırasında akılda tasarlanan çözüm seçeneklerinin beklentilerle uyuşup uyuşmadığını görmek için olası eylemleri zihinde değerlendirme edimidir. Bu zihinsel yeti sayesinde beden gerçek bir tehlike içine atılmamış olmaktadır (Solms ve Turnbull, 2013: 44-45). Bu bildirim, dış dünyanın bilinçte oluşturulan tasarımına biçilen anlamdan hareketle davranışların/eylemlerin belirlenmesinde bilinç-kimlik etkileşiminin önemini, bu etkileşimin çok katmanlı ve kişisel olma niteliklerini bir kez daha göstermektedir.

Bilinç-kimlik etkileşimi bağlamında davranışlarla sorumluluk kavramı da ilişkilendirilmekte çünkü davranışların yaşamda bazı sonuçlara neden olmaları insanlara sorumluluk yüklemektedir Bu ilişki farklı biliminsanları/sinirbilim araştırmacıları ve (nöro)felsefeciler tarafından değişik bağlamlarda irdelenmekte, fakat aslında tüm yaklaşımların birbirini destekleyip tamamladığı görülmektedir (Günday, 2002: 128; Shaffer, 2005: 127).

Solms ve Turnbull, kişisel sorumlulukla birinci ve üçüncü kişi bakışları arasındaki farkın bağlantısına değinir. Sinirbilimsel yaklaşım, "ben" ve "başkaları" arasındaki bağlantı ekseninde konumlanan bir anlayışla özgür iradeyi "ketleme gücü" olarak tanımlar. Özellikle evrimsel yapılanmanın üst kısımlarında bulunan hayvanlarda içgüdülerini kontrol etme becerisi bulunduğu bilinmekle beraber, insanı

80

primat akrabalarından ayıran fark, ketleyici mekanizmalar üzerinde temellenen bir benlik sistemine sahip olmasıdır. Kalıtımla aktarılıp duygusal bellekte kodlanan ilkel zorlantıları baskılama becerisi insanda ketleyebilme yetisine dönüşmüştür (Doksat ve Savrun, 2001: 134; Solms ve Turnbull, 2013: 256).

Zeman ise insan varoluşunun belirlenmemiş olma düşüncesini, insan bilincinin aşırı karmaşık yapılanması nedeniyle öngörülemez olmasına bağlar. Bu öngörülemezlik insan özgürlüğünün temelidir (Zeman, 2012: 420-421). Çotuksöken'e göre de insan kendini değiştirebilen bir varlıktır ve her insan farklı biçimde ve değişik düzeylerde de olsa kendini değiştirebilir çünkü eğitimle değiştirilebilir olma özelliği insana kendi kendisini oluşturma olanağı sağlar. Bireylerin "kişi" olabilmesi ve "bilinçli" bireylere dönüşebilmesi, kendi bireyselliğinin ötesine geçmek anlamında bir etik bilince sahip olmak demektir. Bu bir "bilinç uyanışı"dır (Çotuksöken, 1998: 8; 36). Kuçuradi bu belirlemeyle örtüşecek şekilde Sartre'ın insan varoluşunun belirlenmemişliğine yaptığı vurguya ve bu belirlenmemişliğin bilincinde olan insanı özgür bir insan olarak tanımlamasına dikkat çeker. Sartre'a göre insan süreğen bir "kendini oluşturma" durumu içindedir. İnsanın "belirlenmemiş olma" anlamındaki özgürlüğü, içinde bulunduğu koşullara göre değil, seçtiği amaçlar doğrultusunda davranışlarını belirleyebilmesi ve bu sayede olduğu şeyin ötesine geçebilmesi olarak açıklanır. Bu anlamda özgürlük, değerleri dikkate alarak yaşamaktır. Bu ise sadece bazı insanlarda görülebilen bir kişilik özelliğidir (Kuçuradi, 2011: 11-14). Bilinç-kimlik etkileşiminin sorumlulukla bağlantılı anlamı hangi bağlamda ele alınırsa alınsın temel vurgu kendini bilmeye yöneliktir. Çünkü kendini bilme sorumluluğunun diğer tüm görünümleri bu sorumluluktan hareketle yapılanır. Kendini araştırmanın önemini gösteren ilk insan olarak Sokrates bu sorumluluğun önemini, sorgulanmamış yaşamın yaşanmaya değmeyeceğini ifade ederek vurgulamış olur (Platon, 2012c: 21 a-e; 23a-b).

Nörofelsefi (ve sinirbilimsel) açıdan bilinci anlama, kendini bilme ve bilinç kimlik etkileşimini anlama bağlamında bir beyin anlayışı oluşturmak önemlidir. Optimal genel geçer bir beyin anlayışının yapılandırılmasında en önemli sorunsa "ilişkilendirme"dir. İlişkilendirme, "beynin doğal yapısı itibarıyla sahip olduğu özelliklerin sosyokültürel zeminlerde nasıl çalıştığını ortaya koyan modeller oluşturabilmek" anlamına gelir. Beyni anlama yolunda disiplinlerarası yaklaşımla çalışılmaması beynin sadece tek paradigma bağlamında tanımlandığı hatalı yahut noksan kavrayışlara neden olur (Tanrıdağ, 2015a: 16-20). Beynin bir "davranış organı" olduğu ve yaşamsal sorunlara karşı değişik davranışlar geliştirdiği bilinmektedir. Bu durumda, farklı davranış biçimleri beynin biyolojik olanakları

81

dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Biyolojik bir yapı olması bağlamında beyin genler tarafından yapılandırılır ve olanaklarını bu genetik alt yapı şekillendirir. Duyu, algı, bellek, dikkat, öğrenme, düşünme, hissetme vb. özellik ve süreçlerin beyinle ve davranışlarla olan ilişkileri dikkate alındığında, genlerin "beyin kapasitesinin ve kişiliğin de ana niteliklerini" yapılandırıp belirlediği görülmektedir. Ancak belirlenen bu asli nitelikler sadece ham halde olanaklardır. Karmaşık yapılı sosyal bir canlı olan insanda bu olanakların gerçeğe dönüşmesi ve bu dönüşümün ne şekilde olacağı, genetik özelliklerin, sosyal çevre, eğitim ve kültür tarafından şekillendirilmesiyle belirlenir (Tanrıdağ, 2015a: 16-20). Damasio, bir insanın eğitim ve sosyal çevre tarafından şekillendirildiğini ifade etmenin, çeşitli süreçlerden söz etmek anlamına geldiğini yazar. Bu süreçler, genetik aktarımlarla çevre etkileşimini ve otobiyografik bellek içerisinde arşivlenerek sürekli yeniden düzenlenip şekillendirilen benzemez ve kişisel olma niteliğindeki yaşantıları içermektedir (Damasio, 1999: 225). Bu söylemlerin hepsi epigenetik bağlamı işaret etmektedirler.

Sonuç olarak, bu çalışma kapsamında bilinç-kimlik etkileşimi, beynin bir yandan organizmanın işlevlerini düzenlerken, bir yandan da yaşantıları, deneyimleri ve deneyimlerden hareketle davranışları ve eylemleri belirleyerek gerçekleştirmesi süreci olarak kabul edilmektedir. Beyinde sayılamayacak kadar çok sayıda ve çeşitlilikte deneyimden hareketle ve karmaşık nörofizyolojik vb. süreçler sonucunda dünyanın zihinsel bir temsili kurulur. Başka bir deyişle, insanın bu dünya hakkındaki bilgisi hem beyni tarafından meydana getirilen zihinsel bir bilgidir hem de bu nedenle kişiseldir çünkü insan evreni, kendini, diğer insanları ve canlıları "ben" dediği bir

Benzer Belgeler