• Sonuç bulunamadı

Beslendiği ve Etkilendiği Kaynaklar

2. EDEBİYAT SERÜVENİ

2.5. Beslendiği ve Etkilendiği Kaynaklar

Bu bölüme geçmeden önce Selçuk Baran’ın yazmaya başladığı yıllardaki öykü ve romancılığımızın genel durumunu anlatmayı uygun görüyoruz. Çünkü dönemin özelliklerini, Baran’ın nasıl bir edebiyat ortamında yaşadığını ve bundan nasıl etkilendiğini bilmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.

2.5.1. 1970-1980 Yılları Arasındaki Öykücülüğümüzün Genel Durumu

Başlangıcı konusunda hala tartışmaların sürdüğü27 öykücülüğümüz 1960’lı yıllara

geldiğimizde bir hayli sayıda ve nitelikli yazara sahiptir. Bu yıllar, bazı yazarlara göre “Yapılanma Dönemi” (Andaç, 2000: 53), bazılarına göre “5. Dönem” [Lekesiz, 2005 (C): 19] olarak adlandırılmıştır. Bu dönemde yer alan öykücülerimizin “en bariz özellikleri, başat türde ürün veriyor olmanın ruhi doygunluğuyla öykü konu ve yapılarındaki yeni yönelişleri ve estetik düzeydeki sonuç verici arayışlarıdır.” [Lekesiz, 2005 (C): 24] Bu yıllarda öykücülüğümüzde etkili olan ve daha sonraki dönemlere de tesir eden “üç ana akımdan söz edilmektedir: 1.Sosyal realizm ya da toplumsal gerçekçilik, 2. Sonu yabancılaşmaya giden Bunalım edebiyatı, 3. Sosyo-psikolojik akım.” (Mert, 2000:102-103)

1970’li yılların öykücülüğü işte bu alt yapının üzerinde ilerleyen ve onların etkilerini bir şekilde taşıyan yazarlarımızın görüldüğü bir dönemdir. Bu dönemin en etkili akımı hiç şüphesiz “toplumsal gerçekçilik”tir.

“İlk kitaplarını 1970’lerde yayımlayan Adalet Ağaoğlu, Oğuz Atay, Nedim Gürsel, Hulki Aktunç, Füruzan, Sevinç Çokum, Selçuk Baran, Tomris Uyar’ın öyküleri, o dönemin siyasi atmosferini yansıtır.1970’ler işgallerin, boykotların, siyasi cinayetlerin görüldüğü, Türk toplumunun yaşadığı en çalkantılı zaman dilimidir. Terör ve şiddet yaygınlaşmış, her alanda keskin bir politik ayrışma yaşanmıştır. Bu büyük mücadele ortamından yazınsal yaşamın etkilenmemesi elbette düşünülemezdi. Öyle de oldu. Politika ile sanatın mesafesi kısaldı. Bu dönemde sanatçılar bir mücadelenin içinden seslenmek durumunda kaldılar. 1970’lerde ‘sosyalist gerçekçilik’, ‘toplumcu gerçekçilik’ en çok konuşulan kavramlar oldu. Bu yaklaşımı benimseyen öykücüler, özellikle işçileri, emekçileri, yoksulları vb. gündeme getirdiler. Dönemin öykücülerinin tümünde benzer yaklaşımlar gözlendi. 15-16

27 Öykücülüğümüzün başlangıcıyla ilgili tartışmalar için bkz. Hüseyin Su, Öykümüzün Hikâyesi (Su, 2000: 9-

Haziran olayları, 12 Mart 1971 muhtırası, grevler, devlet baskısı, öğrenci olayları öykülerde en çok işlenen temalar oldu. Dönemin öykü dili; sivri, acılı ve öfkelidir. Siyasal alanda yaşanan keskin, ideolojik kamplaşma, edebiyatı da kuşatır.” (Tosun, 2011: 55)

Toplumsal yapıdaki çalkantıların yanı sıra, toplumcu düşüncenin yaygınlık kazanması sonucunda, toplumsal sorunları ele alan öyküler önceki dönemlere göre daha çok yazılır olmuştur. “1960’ların ‘bunalım’ edebiyatıyla 1970’lerde yazılan bireyin sıkıntılarını anlatan öyküler arasındaki ayrım da bu noktada karşımıza çıkar. 60’ların bunalımı, tabir caizse, bütünüyle bireysel, varoluşsal bir sıkıntının ifadesidir; 70’lerdeyse bunalımın toplumsal bir nedeni vardır. Toplumdaki gelişmelerin yarattığı bir bunalımdır bu kez yazarları bunaltan.” (Çelik, 2005: 43)

“Ne var ki bu dönemin öykülerini yine de tümüyle siyasanın emrinde bir sanat anlayışı olarak mahkûm etmek yanıltıcıdır. Çünkü bütün bu angaje anlayışa karşın, yine de öykücülüğümüz bu dönemde büyük bir sıçrama yapmıştır. 1950’lerin güçlü çıkışı ve 1960’ların birikimi, özellikle biçimsel arayışlar/yenilikler ve tema çeşitliliği olarak öykü dünyamıza yansımıştır.” (Tosun, 2011: 55)

Öykücülüğümüzdeki bu sıçramadan dolayı bu dönem için “yenileşme dönemi” adını kullananlar da vardır. (Andaç, 2006: 470) Bu dönemde işlenen konular bir hayli çeşitlilik kazanmıştır.

“Son iki yüzyıldır süregelen toplumsal değişme projelerinin taşra insanında neden olduğu ruhsal tahribat, insan-devlet-çevre ilişkilerinde bozulma, henüz hazmedilemeyen modern kültürün neden olduğu iç ve dış çatışma, sosyo-ekonomik statüdeki belirsizliklerden kaynaklanan kişilik/kimlik çatışmaları, köyden/kasabadan kente göçün beslediği emek sömürüsü 70’li yıllar öykücülüğünün işlediği önemli konular

haline gelmiştir.” [Lekesiz, 2005 (A): 38-39]

Bu dönem öykücülüğümüzün hem tema zenginliği hem de anlatım olanaklarının zenginleşmesi öykü üzerine yoğunca düşünülen ve tartışılan bir edebiyat ortamının oluşmasını sağlar. Tartışmanın odağında ise “Sait Faik-Sebahattin Ali?” öykü anlayışları vardır. Birey mi, toplum mu? Yani bireyci, toplumcu edebiyat tartışmasının içinde öykü de vardır. Bu tartışmaların yapıldığı ve öykünün soluk aldığı platformlar ise devrin bazı edebiyat dergileri olmuştur. Dönemin öne çıkan edebiyat dergileri şunlardır: Yeni Dergi, Yordam, Papirüs, Varlık, Türk Dili, Devinim, Soyut, Yeni Ufuklar, Türkiye Defteri, Halkın Dostları, Militan, Sanat Emeği, Yazı, Oluşum, Türkiye Yazıları, Doğrultu, Öykü, Yansıma, Yaba Öykü, Yarına Doğru. (Andaç, 2006: 466)

Dönemin öne çıkan öykücüleri şunlardır: Leyla Erbil, Bilge Karasu, Selim İleri, Mustafa Kutlu, Füruzan, Şevket Bulut, Ayhan Bozfırat, Osman Şahin, Tomris Uyar, Sevinç Çokum, Selçuk Baran, Oğuz Atay, Necati Güngör, Durali Yılmaz, Nedim Gürsel, Adalet Ağaoğlu, Nazlı Eray, Pınar Kür, Hulki Aktunç, Tezer Özlü, İnci Aral ve Necati Mert. [Lekesiz, 2005 (C): 19]

1970’li yılların göze çarpan diğer bir özelliği de “kadın yazar”ların sayısının artmasıdır. Kadın yazarlar sayıca artmanın yanında ürünlerindeki nitelik ve nicelik açısından da gelişme göstermişlerdir.

“Özellikle bu dönem yazarları, ardılı kuşağın da etkileyici/yönlendirici kaynağı olacaklardı ve yoğunluk yine öyküden yanaydı. Ülkenin siyasal ve toplumsal açıdan devinimli bir süreci yaşaması; kadını alanlara çıkardığı gibi, siyasal dalgalanma içindeki yerini belirleme/bulma arayışına da kapı aralar. Dönemin ‘kadın yazar’larının birçoğunun ürünlerinde, sözünü ettiğimiz süreçte kadının toplum içindeki yeri/konumu/sorunları tematik olarak işlenir. Yazınımızda da ‘kadın duyarlığı’nın iyice belirginleştiği bir dönemdir hem… Bu dönemde ilk öykü ktaplarını yayımlayanlar Esen Yel, Füruzan, Ayhan Bozfırat, Tomris Uyar, Yıldız İncesu, Selçuk Baran, Sevinç Çokum, Fatma

Gürel, Nazlı Eray, Ayşe Kilimci, Şiir Erkök, İnci Aral idi.” (Andaç, 2000: 97-98)

Sonuç olarak, 70’li yılların öykücülüğü hakkında şunları söylemek mümkündür:

“70’li yıllarda Türk öykücülüğü, edebiyatı araç olarak gören bir yönelişin aşırı baskısı altında, parti beyannamesine dönüşme tehlikesiyle yüz yüze gelmesine rağmen, edebiyatın ideolojiler üstü değerine inanan (değerini sezen) öykücüler eliyle, aslına uygun mecrasında yürütülebilmiştir. ...70’li yılların edebiyat/öykü deneyimi, onca olumsuzluklara rağmen Türk öykücülüğünde yeni bir eda, ses, içerik ve biçim arayışını beraberinde getirmiş, Türk öykücülüğü aşırı siyasallaşan edebiyat ortamında da yine kendisi kalarak ve güçlenerek yoluna devam etmiştir.” [Lekesiz, 2005 (A): 41]

2.5.2. 1970-1980 Yılları Arasındaki Romancılığımızın Genel Durumu28

1970’li yıllarda ülkemizde yukarıda bahsettiğimiz politik olaylar, karmaşa ortamı, siyasi kamplaşmalar ister istemez –öyküye olduğu gibi- romana da yansımış, siyasal fikirler sanat alanında gereğinden fazla yer almış, “toplumsal yapımızdaki her oluşum, yazınımızı/romanımızı da derinden etkilemiştir.” (Andaç, 2000: 87)

12 Mart 1971 yılında yayınlanan askerî muhtıra ve sonrasında yaşanan olaylar, çoğu edebiyatçımız tarafından romanlaştırılır: “Romanlarının konusunu 12 Mart dönemi uygulamalarından alan romancıların büyük bir bölümü, 68 Kuşağı olarak ünlenen siyasal gruplar arasında bulunmuş, eylemlere katılmış ya da bu kuşağın düşüncelerine romantik bir yakınlık duymuş kişilerdir. Yaşamlarını öyküleştirdikleri kişiler çoğunlukla çevreleriyle uyumsuz, yalnızlık çeken, isyankar, biraz marjinal kişilerdir. Söylemleri yerleşik düzene karşı çıkan, sınıf çatışmasının ön plana çıkaran kutupluluk üzerinedir.” (Gündüz, 2006: 342) Romanlarda yoğunlukla anlatılanlar cezaevlerinde, karakollarda, sıkıyönetim

28 Bu bölümü oluştururken özellikle şu üç kaynaktan yararlanılmıştır: (Gündüz, 2006), (Andaç, 2000),

mahkemelerinde yaşananlarla, dış dünyadaki yansımaları bir arada ve çoğu zaman karşılaştırma yapılarak verilir. Dönemin yazarları okura yabancısı olduğu bir dünyanın kapılarını açarak yeni ve ilgi çekici aynı zamanda da çarpıcı ve sarsıcı bir konuyu anlatmış oluyordu. Bu nedenden dolayı 12 Mart romanı o dönemde ilgiyle okunmuş, ancak bu ilgi çok da uzun sümeyecektir. “Ayrıca estetik yönün de ikinci plana atılması 12 Mart romanını belli bir dönemde iligiyle ama sonra ancak tarihsel değeri için okunan sosyolojik romanlar sınıfına katmıştır.” (Moran, 1998: 16-17)

Erdal Öz, Çetin Altan, Füruzan, Tarık Dursun K., Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Pınar Kür, Mehmet Eroğlu, Samim Kocagöz gibi isimler, 12 Mart dönemini ve dönemin uygulamalarını konu edinen bazı eserler kaleme alırlar.

Ayrıca, romanlarının çok büyük bir bölümünü Cumhuriyet döneminde yayımladıkları halde, 1970’li yıllarda da romancılıklarını sürdüren/roman yazmaya devam eden yazarlarımız da vardır: Kerime Nadir Azrak, Mükerrem Kâmil Su, Perîde Celâl, ölümünden sonra yayımlanan eserleriyle Hüseyin Rahmi Gürpınar.

Dönemin diğer bir özelliği de özellikle Köy Enstitüleri’nden yetişen köy kökenli yazarların büyük katkıları ile 1960’lı yıllarda zirveye çıkan köy romancılığının, 70’li yıllarda eski ilgiyi görmemesidir.

“Sanayileşmenin ön plâna çıktığı, uygarlık ürünlerinin yaygınlaştığı 70’li yıllarda, köy romanında bir durgunluk görülür. Bu tür romanlardan bunalan kimi yazarlar, yeniden aydın problemi çevresinde kent insanının sorunlarına yönelirler.” (Gündüz, 2006: 325)

Diğer taraftan, modern (Batılı) roman tekniklerini eserlerinde başarıyla kullanan ve toplumsal sorunlar yerine “bireysel sorunları” işleyen yeni bir kuşak ortaya çıkar: Ferit Edgü, Demir Özlü vs.

1970’li yılların bir diğer özelliği de tarihsel romana olan ilginin devam etmesidir. Ancak bu yıllarda, önceki yılların aksine, daha çok tezli tarihî romanlar kaleme alınır. “Eş bir söyleyişle, tarihsel roman bir tezin gerçekleştirilebileceği bir alan olarak görülmeye başlanır. Söz gelişi Türk romanında ilk kez tarihsel romanı kendi tezleri için kullanan

romancılardan Kemal Tahir, Attilâ İlhan ve Tarık Buğra, romanlarında ‘öyle değil böyle’ gibi bir yaklaşımla, karşı bir tarih oluşturma çabası içinde görünürler.” (Gündüz, 2006: 279)

1970’li yılların en belirgin özelliklerinden birisi -yukarıda da değindiğimiz üzere- kadın yazarların sayısında görülen artıştır. Bu artış, öykü alnında olduğu gibi roman alanında da dikkat çeker. İlk eserleri bu dönemde yayımlanan kadın romancılar şunlardır: “Serhat Kestel, Adalet Ağaoğlu, Aysel Özakın, Zebercet Coşkun, Ayla Kutlu, Pınar Kür, Gönül Pultar, Ayhan Bozfırat, Fatma İrfan Serhan. Bu dönemdeki ‘kadın yazar’larımız öykü ve romanlarında, kadını tek boyutluluğundan; dahası onu hep o boyuta (aile içi/evlilik konumu ve ilişkiler) gören bir yaklaşımdan çıkarıp, yüklenilen misyonlarıyla değil, ‘insan’ kimliğiyle işlemeyi önceliyorlar.” (Andaç, 2000: 98)

70’li yılların romancılığına genel anlamda baktığımızda, bazı romanları bu dönemde yayımlanan Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Attilâ İlhan, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Samim Kocagöz, Kemal Bilbaşar, Necati Cumalı, Abbas Sayar, Erol Toy, Tarık Buğra, Mehmet Seyda, Ferit Edgü, Demir Özlü, Selim İleri, Çetin Altan, Muzaffer İzgü, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Talip Apaydın, Behzat Ay, Füruzan, Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu, Tahsin Yücel, Bekir Yıldız gibi isimler, dönemin romancılığına önemli katkılarda bulunurlar.

Sonuç olarak, 70’li yılların romancılığı hakkında şunları söylemek mümkündür:

“70’li yıllar, aydının/romancının politize olduğu, sınıf çatışmasını körükleyen üçüncü sınıf çeviri romanların ya da kaba ulusçu söylemlerin ilgi gördüğü, kutupluluğun uç sınırlara vardığı bir dönemdir. Yazılan romanların bakış açıları da, çoklukla yazarlarının düşünce yapılarına ve okurun ilgisine göre biçimlenir. 12 Mart ve 12 Eylül askerî muhtıra ve darbesi ile depolitizasyon dönemi başlar. Bir süre bocalama devresi geçiren ve tutukluluk, işkence, tutukevi anılarına yer veren otobiyografik eserlerle oyalanan Türk romancısı, sanat eserinde bir şeyi anlatmaktan çok ‘nasıl’ anlatıldığının önem taşıdığını, romanın yeniden kurma ve yaratma işi olduğunu keşfeder. Yaratma ve

anlatma edimi ise, sözcüklerin kullanılışından ibarettir.” (Gündüz, 2006: 276)

Bu, genel durum değerlendirmesinden sonra “Selçuk Baran’ın beslendiği ve etkilendiği kaynaklar” üzerinde durabiliriz.

Selçuk Baran pek çok yazar gibi yüzlerce kaynaktan beslenmiş, yazarlığını ve kişiliğini birçok kültür kanalından zenginleştirmiştir. Daha ilk öykü kitaplarından itibaren yapılan değerlendirmelerde onun “çok ve iyi okuyan, okuduğunu kendine saklayıp, özümlediğini kendi üreten bir yazar” olarak tanımlandığını görüyoruz. [Altıok, 1978 (A): 23] Biz bu bölümde yazarın üzerinde en çok etki eden ve onu en çok besleyen ana kaynakları tespit etmeye çalışacağız.

Selçuk Baran’ın asıl yazarlığı “öykücülük”29 olduğu için onu en çok etkileyen de

yine öykücüler, sonra da romancılar olmuştur. Bunların en önemlisi, kendisinin de söylediği üzere modern öykücülüğümüzün öncülerinden Sait Faik Abasıyanık’tır.

Milliyet Sanat Dergisi’nin bir soruşturmasına verdiği cevapta bunu kendisi de açık açık söylemektedir:

“Bana gelince; Divan şiiri dışında Türk edebiyatını küçümsemeyi marifet saydığım ilk gençlik yıllarımda, Sait Faik inanılmaz bir olay, bir mucize gibi karışına çıkmıştı. O yıllardaki ilk öykü denemelerinde Sait Faik’in etkisi açıktı. Ne var ki henüz ‘ben’ demeğe hakkım olmadığını düşünerek yazı yazmayı sürdürmekten de hemen vazgeçmiştim.

Yıllar sonra öykü yazmaya başladığımda hala Sait Faik’in öykülerimdeki etkisinin ne olduğunu bilmeyeceğim. Bu daha çok eleştirmenleri ilgilendiren bir konu. Ama Türk öykücülüğünde - bilinçsizce de olsa- kaynaklandığım yazar ancak Sait Faik olabilir, demekten kendimi alamıyorum.” [Baran, 1978 (A): 4]

29 Bu konuda Selçuk Baran şunları söyler: “Ben, kendimde roman sanatı üzerinde konuşma yetkisi

Selçuk Baran’ın daha çok yabancı yazarlardan etkilendiğini görüyoruz. Onu en çok etkileyen yabancı yazar Kafka’dır. Kendisiyle yapılan bir söyleşide “Şimdiye kadar etkilendiğiniz yazarlar oldu mu?” sorusuna “Kafka ve Rilke” diye cevap verir:

“Sevdiğim her kitap beni etkiliyor, ama galiba beni en çok etkileyen Kafka oldu. Kafka’yı okuduğum zaman benim için yazı yazmak büyük önem taşıdı. Bu büyüklüğün sebebi şuydu: Kafka gerçekleri çok özgün bir biçimde veriyordu. Kafka’yı okuyana kadar, ‘Bunca iyi yazar varken ben kim oluyorum da yazı yazıyorum.’ derdim. Kafka’yı okuduktan sonra, gerçeği çok belli şekilde ortaya koymak önemliydi. Rilke’den de etkilendim. Rilke bana ayrıntıları öğretti. Küçük bir ayrıntının büyük bir gerçek kadar önemli olduğunu anlattı.”30

Selçuk Baran’ın içinde yazarlık dürtüsünü uyandığı ve ilk gençlik yıllarında hayran olduğu ve ona öykünerek Alangoya’ya Mektuplar başlığı altında yazılar yazdığı Andre Gide de, onun için önemli bir beslenme kaynağı olmuştur. Hatta 24 Nisan 1982 tarihli günlüğünde Andre Gide’in Dünya Nimetleri için “Evet, gene kutsal kitabıma, Dünya Nimetleri’ne döndüm. Büyük dost Gide gene beninle. Yaşlarımız daha da yaklaştı birbirine.”31 diyecek kadar Gide’den etkilenmiştir. Bu dönemi Baran’ın arkadaşı Şadan

Karadeniz şöyle anlatmaktadır:

“...Gene o yıllarda Selçuk’la ikimiz Gide’e hayrandık. Yapıtlarını daha erken -yeniyetmeliğimizde örneğin- okumadığımıza hayıflanırdık. Öyle olsaydı, yaşamımızın başka türlü daha değişik, daha coşkulu olacağına inanırdık, daha aykırı, daha sıra dışı. Gide’in Dar Kapı’sını görmezden gelir, Dünya Nimetleri’ni döne döne okurduk. Bir araya geldiğimizde de yüksek sesle parçalar okur, coşkulara kapılırdık. Tek bir kitap okumakla

30 Günseli İnal, Aydınlık, 15.12.1978.

insanın yaşamının değişeceğine inanacak kadar gençtik o zamanlar.” (Uluırmak, 2007: 287)

Gide’den sonra Baran’ı etkileyen önemli iki varoluşcu yazar Sartre ve Camus’dür.32

Bu etkiyi eserlerinde ve kahramanlarının düşünce dünyalarında görmek mümkündür. Aynı yıllarda Selçuk Baran’ın hayran olduğu bir diğer yazar da Katherine Mansfield’dir. Yine Şadan Karadeniz’e kulak verelim:

“Hayran olduğumuz bir diğer yazar da Katherine Mansfield’di. Öykülerine bayılırdık; ben o yıllarda Mansfield’den Seçme Öyküler’i çevirmiştim. Kitaptan kimi öyküleri seçer, yüksek sesle okurduk. “Miss Brill” adlı öyküsü en sevdiklerimizdendi. Mansfield’in özel yaşamı da ilgilendiriyordu bizi. Nerdeyse teyzemizin kızıydı Katherine.” (Uluırmak, 2007: 287)

Selçuk Baran dil konusunda da özellikle II. Yeni şairlerinin kendisini etkilediğini dile getirmektedir:

“…Ben dedim ki, Türkçeyi bana sevdiren İkinci Yeni oldu. Ben bir hikâyeci olarak neyim, nerdeyim, ne yaptım filan diye düşünürken, İkinci Yeni şiiri birden karşıma çıkıverdi. Yani şöyle, ben edebiyattan bir süre uzak kalmıştım. Meslek hayatım var, çalışma hayatım var filan. Birden eskiye döndüm yani eski dediğim, yeni olup da benim farkında olmadığım şairler. İkinci Yeni şairleriyle karşılaşmak bana büyük zenginlik getirdi. Edip’e dedim ki, siz dili çok zenginleştirdiniz. Onlardan önce dilin özleştirilmesi olayı çıktı ortaya ama kullanımı olmadı. Nesirde olmadı, yani nesirdeki kullanımı o kadar etkili olmadı. Şiirdeki kullanımı çok zenginleştirdi dili.” (Uluırmak, 2007: 188)

Benzer Belgeler