• Sonuç bulunamadı

Tanzimat’tan sonra edebiyatımıza giren hikâye ve roman Türk toplumunda revaç görmüştür. Tanzimat ile beraber Batı medeniyeti dairesine geçildiğinden, Batı’daki edebî türlerden olan hikâye ve roman türünde eserler verilirken iki yoldan birisi seçilmiştir. Birinci yol Ahmet Mithat Efendi’nin başını çektiği ve Şinasî gibi ediplerin de kullandıkları halkın Avrupa tarzında yazılan hikâye ve romana tepki göstermeyip alışabilmesi için Batılı hikâye ve romanla Türk halk hikâyelerini birleştiren yoldur. İkinci yol ise, Namık Kemal’in başını çektiği mahallî hikâye ve roman örneklerine dikkat etmeden, doğrudan Batılı roman tekniğini alınıp eserlere uygulanmaya çalışılan yoldur. Tanzimat döneminde yetişen pek çok romancı sanat değeri olması yönüyle bu ikinci yolu seçti. Batı tekniğiyle yazılan yerli deneme romanlarda Türk okuyucularının alışabilmesinde Türk halk hikâyelerinde olduğu gibi romantik aşk vak’alarının çok olması tercih edildi50

.

Bahçe’de de 1-31. sayılarda tefrika tarzında bir roman bulunmaktadır. Bu

romanın adı Meyve-i Dil’dir. Müellifi G. Avni’dir. Şimdi romanın özetini verelim: “Macit Bey büyük devlet adamlarından birisinin oğludur. Babasını küçük yaşta kaybeder. Annesiyle beraber Fatih’teki babadan kalma konakta hayatını sürdürür. Annesi, Macit Bey’in iyi bir ilim tahsil etmesi için mücadele vermiş ve sonunda Macit Bey, Bâb-ı Âlî’de Kalem erbablarından biri olmuştur. Macit Bey her sabah aynı saatte evinden çıkar, Direklerarası’ndaki kıraathanede oturur, yarım saat kadar gazetesindeki edebiyata dair konuları ayrıntılı bir şekilde inceler, daha sonra Kaleme doğru yola koyulurdu. Macit Bey rutin olarak bu işleri her zaman tekrar eder. Yine bir gün konaktan çıkıp Bâb-ı Âlî’ye doğru giderken yolda bir bayanla karşılaşır. Bayan Macit Bey’e yaklaşarak ona bir mektup vermek istediğini söyler.

50 Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1985 (?), s.68-69.

Macit Bey buna çok şaşırır. Bayana kim olduğunu, bu mektubu niçin vermek istediğini ve bu mektubun kim tarafından yazıldığını sorar. Bayan, bir hanımın kölesi olduğunu söyleyip, hanımın bu işle kendisini vazifelendirdiğini ve hanımının kendisine bu mektubun Macit Bey’e verilmesi gerektiğini söylediğini ifade eder. Macit Bey mektubu yazanın kim olduğunu sormasına rağmen, mektubu getiren bayanın bunu söyleyemeyeceğini iletmesi üzerine kendisinin ismini sorar ve o da: ‘Pervin’ cevabını verir. Mektubu alan Macit Bey’e Pervin mektuba ne zaman cevap verebileceğini sorar. Macit Bey birkaç saat içinde mektuba cevap verip mektubu kendisini verebileceğini söyler. Macit Bey bir köşeye çekilerek mektubu okumaya başlar. Mektubun satırlarını okudukça heyecandan kıpkırmızı olur. Mektuba karşılık olarak; böyle bir mektup almasından dolayı çok sevindiğini ve mektubu yazan kişiyle tanışmak isteğini belirtir. Sonra mektubu getiren bayana cevabî mektubu teslim eder. Buna çok sevinen Pervin koşa koşa konağına gider.

Aradan tam bir hafta geçti. Pervin, Macit Bey’in karşısına çıkarak ona bir mektup daha verdi. Macit Bey, Pervin’in yanında mektubu okudu. Mektupta Pervin’in hanımının onu kaldığı konağa davet ettiği yazılıydı. Macit Bey bu davete icabet etmeyeceğini, çünkü mektubu yazan kişiye değil de mektubu getiren kişi olan Pervin’e, âşık olduğunu söyledi. Bunu duyan Pervin, böyle bir şeyin mümkün olamayacığını, çünkü kensidinin bir köle olduğunu, daha sonra başına büyük felâketlerin gelebileceğini söyleyerek buna itiraz etti. Macit Bey, Pervin’e hiçbir şeyin imkânsız olmadığını, her işin bir çıkar yolunun bulunacağını söyledi ve bunu düşünmesini istedi. Pervin ise, Macit Bey’in mutlaka konağa gelmesini, yoksa hanımının şüphesini üzerine çekeceğini ve çok zor durumda kalacağını dile getirdi. Macit Bey mecburen bu teklifi kabul etti.

Bir hafta sonra bir erkek tarafından Macit Bey iş yerinden alınarak konağa götürüldü. Konakta bir odaya alınan Macit Bey sabahtan akşama kadar burada bekletildi. Akşama doğru hanımlar eşliğinde içeriye giren Pervin, Macit Bey’e: ‘Hoş geldiniz’ dedi. Meğer evin hanımı olan Pervin kendini Macit Bey’e köle olarak tanıtmıştı. Macit Bey bu duruma hem çok şaşırdı, hem de çok sevindi. Birbirlerine karşı gün geçtikçe muhabbetleri artan Macit Bey ve Pervin Hanım sık sık görüşmeye başladılar. Evin içinde bulunan ve Pervin Hanım ile birlikte büyüyen

bir köle de Macit Bey’e âşık oldu. Bunu hisseden Macit Bey ve Pervin Hanım köleyi konaktan uzaklaştırmak için onu esir ticareti yapan bir adama sattılar. Sarayburnu’ndan Mısır’a gitmek üzere yola çıkan gemiye binen köle kız gözyaşları içinde Macit Bey’i hiç unutamayacağını söyleyerek yolculuğa çıktı. Yolcular arasında onun hiç gülmeyen ve devamlı ağlayan yüzünü gören esir satıcısı, bunun sebebini sorunca köle kız da anlatmaya başladı. Başından geçen olayları bir bir köle tüccarına anlattı. Bunun üzerine hem köle kız hem de köle tüccarı gözyaşlarına boğuldular. Böylece köle kız bir meçhule doğru yola çıkmıştı.”

Dergide yayımlanan romanımız Tanzimat dönemi romanlarının genel özelliği olan romantik aşk hikâyelerine uymaktadır. Fakat romanın yarım kaldığı anlaşılmaktadır. Çünkü dergimizin 32 sayısından itibaren artık roman dergide yer almamaktadır. Romana göz atıldığında şunları söyleyebiliriz:

1) Müellif eserinde düşüncelerini gizleyemeyip, romana kendisini katmaktadır. Okuyucuya bir takım sorular sorup, onlarda merak uyandırıp romanda neler olacağını bilmiyormuş gibi davranmaktadır. Böylece okuyucunun dikkatini çekmeyi amaçlamıştır.

2) Romanda vak’alar anlatılırken, çok ayrıntılı tasvirlere rastlanmaktadır. Müellif romanda geçen bir mekanı söz konusu ettiğinde, bu mekan çok geniş bir şekilde okuyucuya sunulmuştur.

3) Romanda yazar sık sık araya girerek okuyucuya faydalı ve farklı bilgiler vermektedir. Meselâ, romanın baş kahramanlarından olan Macit Bey’in yaşadığı konaktaki kütüphanesinden bahisle, kitap okumanın ne kadar güzel ve faydalı bir iş olduğu vurgulanmaktadır. Romanda musikî ile ilgili de bir takım tanımlar söz konusudur. Muharrir, Macit Bey’e âşık olan cariyenin Mısır’a gitmek üzere bir vapura bindiğinde Arapların kendi arasında saz çalıp nağme söylediklerine şahit olduğu vakit, Doğu ve Batı musikîsi ile ilgili değerlendirmelerde bulunmaktadır. Bu konuda şunlardan bahsetmektedir: Musikîye gelince; fenn-i musikî öyle bir eser-i

rûhânî ile memlû âlemdir ki, herhangi lisanda ve nağmede olursa olsun dinlememek binaenaleyh ondan tesir hasıl etmemek üzere hiçbir beste yoktur. Bunu şundan ispat edelim. Hiç Türkçe bilmeyen bir Arap uşağın

Türkçe söylenen şarkıdan bayağı gözleri dolmaya başlar. Kezâlik Arapça bilmek değil, Arabistan’ın ne tarafta olduğundan haberdar olmayan bir Türk uşağı dahi Arapça söylenen mevâllerden, türkülerden tesiri hasıl eder de hiç olmazsa tesirinin numunesini göstermek üzere parmaklarını olsun oynatır.

4) Romanın müellifi, Macit Bey’e âşık olan zengin bir dul kadının konağını tasvir ederken konağın içinde bulunan birtakım eşyaları ayrıntılı olarak okuyucuya sunar. Bu eşyalar o dönemdeki Avrupaî tarzdaki eşya tercihlerini bize göstermektedir.

5) Macit Bey, Direklerarası’nda bulunan bir kıraathanede otururken incelediği gazetelerde politik haberlere ve ilanları hiç ilgi göstermez. Gazetelerde edebiyatla ilgili konular varsa, bunlara ilgi duyar ve hoşlanırdı. Bu, Macit Bey’in edebî bir kişiliği olduğunu bize göstermektedir.

6) Romanda Tanzimat döneminde yazılan diğer romanlarda da rastlanan kölelik ve cariyelik müesseseleri nazara verilmektedir. Samipaşazade Sezaî’nin Sergüzeşt romanındaki Dilber ile romanımızın kahramanlarından cariye kızın İstanbul’a geldikleri ve başlarından geçen olaylar benzerlikler taşımaktadır.

Romanın başında yer alan şu ifadeler o dönemin roman anlayışı konusunda bize bazı ipuçları vermektedir: “Yayın hayatında dikkate alınması gereken şey romandır. Roman denilerek onun altında yazılan hikâyeleri oluşturan olaylar ‘cism- i mutlak’ sayıldığı halde o cismi çıplak bırakmak yazarların en istemediği şeydir. Bununla beraber yazar, yukarıda işaret edildiği gibi o cismi ister ki kaleme ait perdesi ile giydirsin. Bu perde ise yazarların kalem kuvvetine bağlı olduğu halde, yazar onu kendi iktidarına göre giydirip kuşatabilir. Fakat bazı zatlar da kalemine mağrur olarak o cismin hiçbir tarafını göstermeyecek derecede giydirip kuşatıyor. Halbuki bu süslenmiş ve süslenmemiş elbiseyi gören bir adam o cismin yüzünü göremeyeceği cihetle, ne olduğunu, yani insan mıdır, heykel midir… Nedir? Bilemiyor da başını çevirerek geçiyor. Bu tabiri kaba mı buldunuz? Ne çâre? Ben bundan başka doğru bir tabir bulamıyorum. Bununla beraber değersizliğini bildiğim

halde Meyve-i Dil ismiyle bir romanı nâçizâne kaleme alışım!.. Hayır, hayır! Kaleme alışım değil, bir vakayı, hâşâ “kaleme ait örtü” ile belki çul parçalarına sarılmış denmeğe layık surette meydana çıkarabilmişim. Akranımın yazı meydanında başka başka eserlerini gördükçe gönlümde hasıl olan şevk ve heves mütevazılığın gerekliliğidir. Bununla beraber ismini Meyve-i Dil koyduğum bu romanın gönlümün ilk mahsulü olduğu çok çabuk anlaşılır. Yüce okuyuculara gelince, göz nuru döküp binlerce yanlışı ve hatasıyla beraber roman denmeye layık olmayan yazdığımız bir hikâyeyi avf ve insaf eline alıp da mütâlaaya tenezzül etmeyecek kadar da merhametsiz değillerdir. Eğer bunları bilmemiş olsam, tasvir ettiğim bir romanın yayın meydanına çıkmasındaki mülahazayı hatırımda bile tutamazdım.”

Benzer Belgeler