• Sonuç bulunamadı

Bağımsızlık Döneminden 2000’lere Türkiye-Ermenistan İlişkiler

Türkiye, Soyvetler Birliği’nin parçalanma dönemine girmesinin ardından Kafkasya üzerindeki politikasını bağımsızlığını kazanan ülkelerin, kendi içinde istikrarı sağlamış, barış ve işbirliğine taraf, siyasi ve sosyal olarak batılı değerlere yakın, batı kurumları içerisinde yer alabilecek birer aktör olması için çaba göstermiştir. Bu politikanın izlenmesinde, Türkiye’nin batı kurumları içerisinde yer alan bir Kafkasya ülkesi olarak bölge üzerinde “model ülke” olarak öne çıkacağının düşünülmesinin yanı sıra batı nezdinde meşruiyet kazanmak amacı ile de tercih edilmiştir (Demir 2006).

Bu çerçevede Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerinde bölgesel hedefler doğrultusunda hareket etmeye çalışmış, söz konusu ülkenin bağımsızlığını dahi ilan etmeden ikili ilişkilerin geliştirilmesi için çaba içerisinde olmuştur. Bu anlamda Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Volkan Vural’ın Nisan 1991’deki Erivan ziyareti önemli yer tutmaktadır. Ziyarette Türkiye’nin Ermenistan’a karşı hiçbir şekilde olumsuz bir tutum içinde olunmadığı, her alanda ilişkilerin geliştirilmesi arzusunda olunduğu mesajı verilmiştir. Ermenistan tarafından da olumlu karşılanan bu ziyaret, iki ülkenin sınır ticaretine başlaması ve sınır kapılarının açılması gibi ekonomik işbirliği alanlarının görüşülmesi şeklinde gerçekleşmiştir (“Ermenilerden Sıcak Yaklaşım” 1991).

Sovyetler Birliği’nden ayrılarak bağımsız bir aktör olararak Kafkasya coğrafyasında varlık gösterecek Ermenistan karşısında gerginlikten uzak, işbirliği olanakları çerçevesinde ilişki geliştirmek isteyen Türkiye, aynı karşılığı Erivan’dan da bulmuştur. Mayıs 1991’deki Fransa ziyareti sırasında açıklamalarda bulunan Ermenistan Cumhuriyeti Yüksek Konseyi Başkanı Levon Ter-Petrosyan, Türkiye başta olmak üzere komşularla iyi ilişkiler kurulmadan tam bağımsızlığa ulaşılmasının mümkün olamayacağını belirterek, ABD, Fransa gibi ülkelerde yaşayan Ermenilerden Türkiye ile dostluk ilişkilerinin kurulması noktasında yardımcı olmalarını istemiştir (Kohen 1991). Bu açıdan Ermenistan’ın, Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesine önem verdiği, iki taraf arasındaki tarihsel sorun noktalarının geri plana atılarak ilişkilerin geliştirilmesinin hedeflendiği sonucu çıkarılabilir.

Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerindeki olumlu seyir, Sovyetler Birliği’nden büyük kopuşların yaşandığı Eylül 1991’de de devam etmiştir. Kafkasya ve Orta Asya

27

ülkelerindeki hareketliliği dikkate alan Türkiye, bölgeye heyetler göndermiştir. Gönderilen bu heyetlerin Ermenistan dışındaki tüm ziyaretlerini sadece Türk cumhuriyetlerinde gerçekleştirmesi, Türkiye’nin Ermenistan ile kalıcı ilişkiler kurma arzusu içerisinde olduğu şeklinde değerlendirilmiştir (Laçiner 2005: 212).

Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri resmi düzeye çekme çabalarına ve bu durumun Ermenistan karar alıcıları tarafından da olumlu karşılanmasına rağmen iki temel noktada Türk kamuoyu Ermenistan’a yönelik olumsuz bakış açısı geliştirmiştir; birincisi, Ermenistan’da ve Ermeni diasporasında hakim kanı olan 1915-1918 yılları arasını kapsayan Osmanlı İmparatorluğu döneminde, yaklaşık bir buçuk milyon Ermeni’nin öldürülmesi ve Anadolu topraklarından tehcir edilmesi temeline dayanan soykırım iddiaları ve bu iddiaların uluslararası alanda tanınması çabaları olarak ifade edilebilir. Nitekim, 23 Ağustos 1990 tarihinde ilan edilen Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi’nin 11. maddesinde de “Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiyesi ve Batı Ermenistan’da gerçekleştirilen 1915 soykırımının uluslararası düzeyde tanınması çabalarını destekleyecektir” ifadesine yer verilerek bu anlayışın bağımsızlığını kazanan Ermenistan’da da devam edeceği vurgulanmıştır (“Armenian Declaration of Independence” 1990). Bu aşamada Türkiye, bir taraftan “soykırım” tartışmalarına tepki göstererek, iddiaların gerçek dışı olduğunu dile getirirken, diğer taraftan Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanması sonrası ortaya çıkacak yeni jeopolitik yapıda, Kafkasya ve Orta Asya’ya açılan kapı olarak gördüğü Ermenistan ile tarihsel sorunları geri plana atarak, ekonomik unsurları öne çıkartan bir yaklaşım içine girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti karar alıcılarının “ulusal çıkar” temelinde ele aldıkları bu yaklaşım, Türk kamuoyunun büyük çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir. Bunun ortaya çıkmasında da kuşkusuz, Ermeni terör örgütlerinin

geçmişte Türklere karşı giriştikleri saldırılar önemli yer tutmaktadır. Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu (ASALA) ve Adalet Komondoları adlı diaspora kaynaklı bu iki terör örgütü, 1973 ile 1985 arasında 34 Türk diplomatın ve yurt dışı görevlinin ölümüne neden olmuştur (Lütem 2003a: 54-55).

Türk kamuoyunun büyük bir kesiminde Ermenistan’a yönelik olumsuz bir bakış açısının oluşmasının etkili olan ikinci faktör, 1988 yılından itibaren Azerbaycan’ın adım adım işgaline sebep olan Dağlık Karabağ Sorunu gösterilebilir. Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti içerisinde, nüfusunun büyük çoğunluğu Ermenilerden oluşan bir otonom bölge olan Dağlık Karabağ Sovyeti, Şubat 1988’de gerçekleştirdiği referandumda kendisini Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlanmasını isteyen bir karar almıştır. Azerbaycan yönetiminin reddettiği bu istek karşısında, ısrarcı olan Dağlık Karabağ Ermenileri, bölgede yaşayan Azerbaycan Türklerine yönelik saldırılar düzenlemeye başlamışlardır. Ermenistan tarafından da desteklenen bu saldırılarda Azerbaycan kontrolü sağlayamamış, toprakları yer yer işgale uğramıştır (Kasım 2009: 29-30). Dil, din, etnik ve kültürel değerler açısından Azerileri kendilerine yakın gören Türkiye kamuoyu, yapılanlar karşısında Ermenilere büyük öfke duymuştur. Dağlık Karabağ ve çevre rayonlarda, Azerilerin uğradığı katliamların kaynağı olarak Ermenistan görülmüştür.

Kamuoyunun Ermenistan’a yönelik olumsuz bakışına rağmen Türk hükümetleri bu dönemde, Ermenistan’ı bölgeye açılmada bir fırsat olarak değerlendirdiklerinden, jeopolitik olarak bölge üzerinde avantaj kaybına uğramamak için işbirliği noktalarını ön plana çıkarmayı tercih etmişlerdir. Aynı şekilde Ermenistan da Türkiye’yi jeopolitik konumu itibariyle önemsemektedir. Ermenistan

29

Bayındırlık Bakanlığı İnşaat Daire Başkanı Grant Grigorjan, “Orta Asya’daki beş Türk cumhuriyetinin dünyaya açılan kapısı Ermenistan üzerinden Türkiye olmalıdır” ifadesini kullanırken, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan’da üretilen endüstri ve tarım ürünlerinin Ermenistan üzerinden Türkiye’ye ve tüm dünyaya pazarlanması önerisinde bulunmuştur. Ermenistan’ın bu girişimi Türkiye tarafında da olumlu karşılanmış, Dışişleri Bakanı Sefa Giray, dostane ilişkiler kurma çabasındaki bu yaklaşımın memnuniyetle karşılandığını belirterek, Ermenistan’ın bu yolda atacağı tüm yaklaşımlara destek verileceğini açıklamıştır (“Ermenistan’dan Türkiye’ye Çağrı” 1991).

Türkiye ve Ermenistan arasındaki en azından devlet kurumları düzeyindeki bu olumlu ortam, Ermenistan’ın 21 Eylül 1991’de bağımsızlığını ilan etmesi sonrasında da sürmüştür. Türkiye, 16 Aralık 1991’de aldığı kararla Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkelerden biri olmuştur. Ancak diplomatik ilişki kurmamıştır. Bu davranışı sergilemesinde, Türkiye’nin doğu topraklarını içeren bölgenin, Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi’nde “Batı Ermenistan” olarak karşılık bulması etkili olmuştur. Bu durum, Ermenistan’ın uzun vadede toprak ve tazminat talepleri olabileceği şeklinde değerlendirilmiştir. Aynı dönemde, Ermenistan Parlamentosu’nda Türkiye- Ermenistan sınırını düzenleyen 1921 Kars Antlaşması’nın da sorgulanmaya başlanmasıyla Türkiye’nin kuşkuları artmıştır (Libaridian 2001: 36). Bu sebepten ötürü Ermenistan’a toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığının teyidini içeren bir anlaşma yapılması önerisinde bulunulmuştur. Ancak Ermenistan’ın böyle bir anlaşmayı imzalamayı reddetmesi üzerine Türkiye, iki ülkenin sınırları tanınmadığı müddetçe diplomatik ilişkilerin kurulmayacağını bildirmiştir (Aydın 2001: 408).

Dağlık Karabağ Savaşı ve ikili sorunların çözülememesi nedeniyle Ermenistan ile ilişkilerini sıkıntılı bir şekilde de olsa devam ettirme gayreti içerisinde olan Türkiye, bağımsızlık sonrası ekonomik güçlükler yaşayan Ermenistan’a insani yardımda bulunmuş, ülkenin bölgesel örgütler ve Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşmesi için aktif çaba içerisinde olmuştur (T.C. Dışişleri Bakanlığı 2011). Bu amaçla, 25 Haziran 1992 tarihinde Karadeniz’e kıyısı olmamasına rağmen Ermenistan, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne davet edilmiş, hatta kurucu üye olması istenmiştir. Türkiye’nin insiyatifiyle oluşturulan bu girişimde, Azerbaycan ve Gürcistan gibi bağımsızlığını yeni kazanmış diğer Güney Kafkasya ülkeleri de yer almıştır (Oktay 2007). Türkiye bu dönemde, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü ile ihtilaf halindeki ülkeleri bir araya getirerek sorunların diyalog yoluyla çözümlenmesini ve bölgesel istikrarın ekonomik temelli işbirliği olanakları ile mümkün kılınmasını amaçlamıştır.

Bağımsızlığın ardından Ermenistan’ın ilk cumhurbaşkanı seçilen Levon Ter- Petrosyan da Türkiye ile ilişkilere büyük önem vermiş, 1915 Olayları’na ilişkin “soykırım” iddialarında Türk tarafını rahatsız edici söylemler kullanmamaya özen göstermiştir. Ter-Petrosyan’ın temel düşüncesi, Dağlık Karabağ Sorunu nedeniyle Azerbaycan’ın ambargo uyguladığı bir dönemde Türkiye ile olan batı sınırını da kaybetmemek, bölgesel güç olarak kabul ettiği Türkiye ile ilişkilerini mümkün olduğunca olumlu bir çizgide devam ettirebilmektir. Bu durum kısa vadeli olarak ülke çıkarları açısından gerekli görülmesinin yanında, uzun vadede de, Batı kurumlarında yer alan, görece siyasi istikrara sahip, demokrasi ve insan hakları bağlamında bölgenin ileri ülkelerinden biri olan Türkiye ile geliştirilecek ilişkiler Ermenistan’ın geleceği için de uygun görülmüştür. Bu çerçevede Türkiye’nin

31

AB’den gelen 100.000 ton buğdayın kendi topraklarından geçirerek Ermenistan’a gönderilmesine izin vermesi ve elektirik sıkıntısı çeken ülkeye kendi enerji ağından elektirik sağlaması, Ter-Petrosyan’ın Türkiye politikasının somut sonuçları olarak görülebilir (Aydın 2001: 410).

Ancak Türkiye’nin Ermenistan’a yönelik politikaları ve yaptığı insani yardımlar Azerbaycan tarafının tepkisini çekmiştir. Azerbaycan’da gerek resmi çevrelerde gerekse de halk kesiminde sıkça dile getirilen bu yakınma, Dağlık Karabağ’da Azerilerin yaşadığı kayıplara rağmen Ankara’nın Ermenistan ile ekonomik ilişki kurmaya sıcak bakması konusunda ağırlık kazanmıştır (Birand 1991). Nitekim Türkiye, Ermenilerin Dağlık Karabağ Savaşı’nda avantajlı konuma geçmesinin ardından Ermenistan politikasında değişikliğe gitmeye başlamıştır. O döneme kadar Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin aracılığıyla sorunun uluslararası kurumlar çerçevesinde çözüme kavuşturulması için çalışan Türkiye, Şubat 1992’de Ermeniler tarafından gerçekleştirilen Hocalı Katliamı’nın ardından tarafını keskinleştirerek, Ermenistan aleyhtarı bir havaya bürünmüştür (Demir 2003: 163).

Bu dönemden itibaren Kafkasya’da müttefik olarak gördüğü Azerbaycan’a yakın politikalar izlemeye başlayan Türkiye, yine de sorunun uluslararası hukukun gereklerine uygun bir biçimde Birleşmiş Milletler ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı nezdinde çözüme kavuşturulması için çaba içerinde olmuştur. Ancak Nisan 1992’den itibaren Ermeni kuvvetlerin Azerbaycan topraklarında saldırılarını sıklaştırmaları ve Şuşa ve Laçin rayonlarını ele geçirerek Ermenistan ile fiziksel bağ kurmaları, Türkiye’yi işgallerin durması konusunda harekete geçirmiştir. Bu dönemde uluslararası toplumun harekete geçmesi amacıyla Avrupa’ya ve Orta

Asya’daki Türk cumhuriyetlerine geziler düzenleyen Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel, Karabağ’ın statüsünün değiştirilmesine asla izin vermeyeceklerini belirtmiştir. Ermenilerin olası bir Nahcivan işgali karşısında nasıl bir tutum izleneceği sorusu karşısında Demirel, “Ermenilerin Nahcivan’a girmeleri mümkün değildir. Çünkü Nahcivan Türkiye’nin ahdi şemsiyesi altındadır” açıklamasında bulunarak Türkiye’nin 1921 Kars Antlaşması’ndan doğan Nahcivan üzerindeki garantörlüğüne vurgu yapmıştır. Diğer taraftan, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ Sorunu üzerindeki rolüne ilişkin açıklamalarda bulunan Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, “Ermenistan’ın soruna taraf olmadığı şeklindeki gerekçelerini artık bir tarafa bırakmasını ve sorumlu bir davranış sergilemesini bekliyoruz” ifadesini kullanarak Ermenistan’ın bölgesel dış politikasına ilişkin şüphelerini ortaya koymuştur (“Demirel’den Sert Uyarı” 1992).

Türkiye, Ermenilerin Dağlık Karabağ’daki işgal noktalarını arttırması üzerine her geçen gün Azerbaycan safındaki yerini pekiştirmiştir. Nahcivan ile ilgili tüm uyarılarına rağmen, Ermeni kuvvetlerin söz konusu bölgeyi işgalinin gündeme gelmesi üzerine Türkiye’de askeri müdahale tartışmaları yapılmaya başlanmıştır. Ancak Ermenistan’ın, taraf ülkelerden birine yapılan saldırının tüm ülkelere yapılmış saldırı olarak algılanacağı, Rusya’nın da yer aldığı Taşkent Kollektif Güvenlik Antlaşması’na taraf olması, Türkiye ile Rusya’yı karşı karşıya getiren bir sürecin içine girilmesine sebep olmuştur (Kasım 2001). Gelişmeler üzerine açıklamada bulunan Bağımsız Devletler Topluluğu Başkomutanı Shaposhnikov’un “Türkiye müdahale ederse üçüncü dünya savaşı çıkar” şeklindeki konuşması bölgede gergin bir ortam yaratmıştır (Bila 1992). Ermenilerin Nahcivan’a yönelik saldırılarının durması üzerine atlatılan bu durum, “Dağlık Karabağ gibi bölgesel bir çatışmanın

33

bölgesel güçleri de içine çekebileceğini ve tüm uluslararası sistemde istikrarsızlığa yol açabileceğini” göstermesi bakımından önemlidir (Kasım 2009: 33).

Türkiye Nahcivan konusunda olası bir krizden kurtulsa da Ermenilerin Azerbaycan topraklarını işgali devam etmiştir. Ermeni kuvvetlerin Nisan 1993’te Kelbecer’i işgal etmesi üzerine Ermenistan ile kara sınırını kapatma kararı alan Türkiye, insani yardımların geçişini durdurmuş, kara ve hava ambargosu uygulamaya başlamıştır (“Ermenistan’a Ambargo” 1993).

Türkiye bu dönemde Azerbaycan tarafında yer alan bir ülke imajı sergilese de sorunun çözümü için arabuluculuk çabalarına girişmek istemektedir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü üzerine Türkiye’ye gelen Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey, Türkiye, Rusya ve Gürcistan’ın önerisiyle Ankara’da biraraya gelmişlerdir. Görüşme sonrasında açıklamada bulunan Elçibey, görüşmenin olumlu geçtiğini belirterek AGİK çerçevesinde yürütülen Minsk Grubu’nun canlandırılması konusunda görüş birliğine varıldığını ifade etmiştir (“Karabağ İçin Umut” 1993). Ancak iki ülke arasındaki bu anlaşma kısa süre sonra Azerbaycan’da Elçibey hükümetinin devrilmesi sonucu uygulamaya konulamamıştır. Bu süreçte Azerbaycan içindeki kaos ortamından yararlanan Ermeni kuvvetlerin yeni Azeri topraklarını işgal etmesiyle barış girişimi son bulmuştur (Aydın 2001: 411).

Diyalog çabasının ortadan kalkmasının ardından Ermenistan ile ilişkilerinin tekrar kesmek durumunda kalan Türkiye, 1994 yılından itibaren, söz konusu ülkenin işgal ettiği Azeri topraklarında terör örgütü PKK’ya faaliyet yapma izni tanıdığına

dair haberlerin gelmesi üzerine tutumunu sertleştirmiştir. Ancak 12 Mayıs 1994’te Azerbaycan ile Ermenistan arasında ateşkes sağlanması ile politikalarında görece yumuşama içerisine giren Türkiye, Azerbaycan’ın da görüşünü alarak, Ermenistan’a ulaşan hava koridorunu uluslararası trafiğe açmıştır. Ardından yaşanan savaş sonucunda topraklarının yaklaşık olarak yüzde yirmisi işgal altında kalan Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün garanti altına alınabilmesi için oluşturulması düşünülen barış gücünde yer almak istediğini açıklamıştır. Yaşanan gelişmeler neticesinde Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin gerginlikten uzak bir görüntüde seyrettiği bu dönemde Ermenistan içerisinde gerçekleşen iki önemli olay da yaşanan olumlu süreci pekiştirmiştir. Bunlardan birincisi soykırım iddiaları nedeniyle Türkiye karşıtı hareketleriyle bilinen Daşnak Partisi’nin Kasım 1994’te kapatılması, bir diğeri ise, yine “soykırım” ile ilgili olarak uluslararası camiada Türkiye aleyhine çabalara girişen Ermenistan Dışişleri Bakanı Raffi Hovanisyan’ın istifaya zorlanmasıdır (Demir 2007: 310-311).

Azerbaycan ile Ermenistan arasında ateşkesin sağlandığı bu dönemde, Türk kamuoyunda Azeri yanlısı milliyetçi söylemler ikincil unsur olmuş, ekonomik sorunlar yeniden ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu çerçevede Kars ve Iğdır halkının Türkiye-Ermenistan sınırının açılması noktasındaki istekleri önemlidir. Belediye, valilik ve milletvekillerinden Alican sınır kapısının açılması konusunda destek isteyen bölge halkı, iki ülke arasında gelişecek sınır ticareti ile varolan gerginliklerin yumuşayacağına inanmaktadır (Yinanç 1995).

Sınır konusunun gündeme gelmesi üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, iki ülke sınırlarının açılması fikrinin arzulanan bir durum olduğunu, ileriki

35

dönemlerde Kafkasya’da gerçekleştirilecek barış çalışmaları ile sorunların çözüleceğini ifade etmiştir. Ancak Demirel bütün iyi niyetlere rağmen Ermenistan ile ilişkilerin normalleşememesinin temel nedenini de Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerine bağlamıştır. Nitekim Demirel, Ermenistan yönetimine hitaben, “Bizimle iyi geçinmeniz, Azerbaycan ile iyi geçinmenize bağlıdır. Yoksa Türkiye’nin hudutlarından bir aspirin bile geçiremezsiniz” ifadesini kullanmıştır (Çevikcan 1995).

Azerbaycan-Ermenistan ihtilafının sürmesi nedeniyle bölgesel dış politikasında sorunlar yaşayan Türkiye’ye ABD’den destek gelmiştir. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holdrooke Şubat 1995’te Türkiye’ye gelerek Başbakan Tansu Çiller’e bir plan sunmuştur. Dağlık Karabağ Sorunu’nun çözümüne yönelik plana Ankara’dan destek gelmiştir. Planda, Türkiye-Ermenistan kara sınırının açılması, Ermeni kuvvetlerin Karabağ dışındaki Azeri topraklarından asker çekmeye başlaması, bölge üzerinde insani yardım koridoru oluşturularak Ermeni ve Azeri halklarının gereksinimlerinin karşılanması, Azeri mültecilerin topraklarına dönme sürecinin başlatılması, inşaa edilecek petrol boru hattı ile Hazar petrollerinin Ermenistan üzerinden Türkiye’ye geçmesinin sağlanması ve Ermenilerce “soykırımı” anma günü ilan edilen 24 Nisan’ın Türkiye için bir baskı unsuru olmaktan çıkarılması gibi çeşitli konulara yer verilmiştir (Çongar 1995).

Bu dönemde Ermenistan ile ilişkilerini daha çok Dağlık Karabağ Sorunu temelinde şekillendiren Türkiye, tarafların uzlaşabilmeleri amacıyla “gizli diplomasi” yürütmüştür (Kohen 1996). Mart 1996’da Cumhurbaşkanı Demirel, Azeri-Ermeni ihtilafının çözüme kavuşturulması amacıyla hazırlanan ilkeler

deklarasyonun imzalanması için, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Minsk Grubu Türkiye temsilcisi Büyükelçi Ayhan Kamel’i Erivan’a ve Bakü’ye göndermiştir. Uzlaşma sağlanması halinde Türkiye’nin Ermenistan sınırını açacağı belirtilmesine rağmen, tarafların Dağlık Karabağ’ın statüsü konusunda anlaşamaması ile girişim sonuçsuz kalmıştır (Yinanç 1996).

Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki ihtilafın sona ermesini ulusal çıkar ve bölgesel istikrar açısından son derece önemli gören Türkiye, Ekim 1996’da Moskova’da düzenlenen KEİ Zirvesi’ni fırsat olarak görmüş, tarafları yine bir “ilkeler deklarasyonu” etrafında uzlaştırmaya çalışmıştır. Cumhurbaşkanı Demirel tarafından ortaya konan bu deklarasyonda; Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü korunarak Dağlık Karabağ’a geniş özerklik tanınması, tanınan özerkliğin güvenceye kavuşturulması, Ermenistan Başkanlık Danışmanı Jirair Libaridyan ile Azerbaycan Başkanlık Danışmanı Vefa Gulizade arasındaki barış görüşmelerine yeniden başlanması ve bu girişimin Minsk barış sürecine zarar vermeyecek şekilde yürütülerek Aralık 1996’daki AGİT Zirvesi’ne olumlu bir mesajla gidilmesi gibi uzlaştırıcı öneriler sunmuştur (“Türkiye’nin Karabağ Atağı” 1996). Ancak iki tarafta Türkiye’nin önerisine sıcak yaklaşmışlarsa da görüşmelerden herhangi bir sonuç çıkmamıştır (Başlamış ve Öymen 1996).

1997 yılında da Ermenistan ile Azerbaycan’ı uzlaştırmaya dönük politikalarına devam eden Türkiye, Nisan ayındaki KEİ Zirvesi’nde biraraya gelen iki ülke liderlerini çözüm için anlaşmaya davet etmiştir. Ancak bu girişimden de netice alınamadığı için Türkiye’nin Ermenistan’a uyguladığı ambargo devam etmiştir (Bakacak ve Özalp 1997). Bu döneme kadar Türkiye-Ermenistan ilişkilerini

37

belirleyen temel unsur Dağlık Karabağ Sorunu olarak görülmüş, bu amaçla sorunun çözümü noktasında Türkiye, gerek cumhurbaşkanlığı gerekse de hükümet düzeyinde yoğun çaba içerisinde olmuştur. Ermenistan ile ilişkileri etkileyen 1915 Olayları’na ilişkin soykırım iddiaları ve sınırların tanınmasındaki belirsizlik gibi diğer faktörler özellikle Ermenistan Cumhurbaşkanı Petrosyan’ın kişisel çabaları ile fazla gündemde tutulmamıştır. Ancak Ermenistan’ın 29 Ağustos 1997 yılında Rusya ile Dostluk, İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Antlaşması imzalaması ilişkilere yeni bir boyut getirmiştir. Türkiye, savaş durumunda tarafların birbirlerine karşılıklı yardımda bulunacaklarını taahüt eden anlaşmayı Rusya’nın Güney Kafkasya’ya müdahalesi olarak değerlendirerek kınamıştır (Valayev 2008: 141-142). Ayrıca 30 Nisan 1997 tarihinde Ermenistan’ın Türkiye sınırına yakın bir konumda Rus askerlerinin devamını içeren bir anlaşmayı imzalamaları da tedirginlik yaratmıştır (“Türk Sınırına Rus Üssü” 1997). Bu dönemden itibaren Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerinde güvenlik boyutunu daha çok dikkate almaya başlamıştır.

1998 yılında Türkiye-Ermenistan ilişkilerindeki en önemli gelişme, Türkiye karşıtı tutumlarıyla bilinen Karabağ kökenli Robert Koçaryan’ın Ermenistan Cumhurbaşkanlığı görevine gelmesidir. Başbakanlığı döneminde Petrosyan’ın Türkiye politikasını eleştiren Koçaryan, abluka ve sınır kapısının açılması meselelerinin Ermenistan dış politikasında öncelikli olmadığını, “soykırım” konusunun gündemin ilk sırasında olması gerektiğini ifade etmekteydi (Demir 2007: 303). Bu açıdan Koçaryan’ın Türkiye’ye karşı geliştireceği tutum merak konusu olmuştur.

Türkiye, Koçaryan döneminde Ermenistan ile ilk resmi temasını Haziran 1998’deki KEİ Zirvesi’nde gerçekleştirmiştir. Ukrayna Cumhurbaşkanı Leonid Kuchma’nın arabuluculuğuyla Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile görüşen Koçaryan, seçim sürecinde kullandığı söylemlerin dışına çıkarak, Ankara ile karşılıklı diplomatik temsilcilik açmaya ve ekonomik ilişkileri geliştirmeye hazır olduklarını bildirmiştir. Görüşmede Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin “Azerbaycan’ın ipoteğinden çıkarılması gerektiği” üzerinde duran Koçaryan, “soykırım” konusunda