• Sonuç bulunamadı

Konu: Hessen Eyaleti Adli İşler Bölümüne, 9 Mayıs 1946 tarihli başvuru dilekçeniz.

Hessen Devlet Bakanlığı Adalet Bakanı Wiesbaden Bahnhof Cad. 18 Sayın Bay

Dr. Walter Redlich

Hove Court 1312 NairobiKenya/Wiesbaden Çok Sayın Bay Dr. Redlich!

Hessen Eyaleti Adli İşler Bölümünde memuriyetinizle ilgili 9 Mayıs tarihli dilekçenizin 14 Mayıs'da alınan bir kararla kabul edilmiş olduğunu size bildirmekten memnunluk duymaktayız. Şimdilik Frankfurt Kenti Sulh Mahkemesi'nde hakim olarak göreve başlayacaksınız, Almanya'ya döner

dönmez lütfen en kısa zamanda, Sulh Mahkemesi Başkanı Bay Dr. Karl Maaş'la bağlantı kurun. Kendisi konudan haberdardın. Frankfurt'a yerleşmek istediğiniz tarihi ona kesin olarak bildirmenizi rica ediyoruz. Maaşınız, Leobschütz'deki avukatlık görevinizden uzaklaştırıldığınız 1937'den sonraki yıllar da dahil edilerek hesaplanlanmıştır.

Hessen Adalet Bakanlığı'nda şahsen sizi tanıyorlar.. Özgür ve bağımsız bir adalet sisteminin yeniden inşasında görev yapma isteğiniz ülkemizin genç demokrasisi için büyük umutlar vaadetmektedir.

Size ve ailenize en iyi dileklerimizi iletir, saygılarımızı sunarız.

Hessen Devlet Bakanlığı Adalet Bakanı adına Dr. Erwin Pollitzer

Diğerlerinden çok daha önemli olan bu mektubu da yine Owuor getirmişti.

Bwana'nin titreyen elleri, kalın sarı zarfı açarken, yüzünün renginin aniden değişmesi, Owuor'u durumu anlamasına yetmişti. Dahası, zarfı gördükleri anda, Memsahib'le Bwana'sinin korkuyla, vücutlarından yayılan ekşimsi ter kokusu ve gözlerinde alevlenen sabırsız telaşları da onları ele vermişti..Salonun

sessizliğinde, Bwana'yla Memsahib'in solukları, ormandan gelen davul sesleri kadar gürültülü duyulmaktaydı.

Owuorda heyecanlanmıştı, bedenindeki titremeleri, gözükapalı ezbere bildiği eşyayı elleriyle yoklayarak yatıştırmaya çalışırken, bir yandan da göz ucuyla, mektubu okuyan Bwana ile Memsahib'i gözlüyordu. Sonunda cesaretle gözlerini kaldırıp baktığında, ikisinin de yüzünün korkudan bembeyaz olduğunu farketti.

Ta uzaklardan gelen diğer mektupları aldıkları zaman da aynen böyle olurlardı.

Ama yine de Bwana ile Memsahib bir şekilde Owuor'un eskiden tanıdığı, bildiği insanlar değildi, ona yabancıydılar.

Sedirin üzerine oturmuşlar, susamış hastalar gibi durmaksazm dudaklarını bir açıyor bir kapatıyorlardı. Az sonra iki kafa birleşip bir kafa olmuş, birleşen iki vücut da adeta koca bir yaşamı içine alıp taşlaşan bir dağ oluvermişti. Tepeye yükselen güneşin yakıcı ışınlarından korunmak için birbirlerini arayan, gölge vurunca da bir türlü ayrılmak istemeyen DikDiks'ler gibiydi ikisi de.

Birbirlerinden ayrılamayan DikDiks'lerin görüntüsü Owuor'u rahatsız etti.

Gözleri yanmaya dudakları da kurumaya başladı.

O anda Regina'nın yağmur zamanlarından önce Rongai'deyken kendisine

anlattığı öykü aklına geldi. Çekirgelerin çiftliğe akın ettiği o unutulmaz günden çok önceydi. Hikâye şöyleydi: Bir genç büyüyle karaca olmuştu, kız kardeşi ne yapsa sihri bozamıyor, bir yandan da onun avcıların tuzağına düşmesinden korkuyordu. Ama insanların diliyle kardeşiyle konuşamadığından, ona bu korkusunu bir türlü anlatamamış, karaca da herşeyden habersiz kendisini koruyan çalıların arasından fırlayıp, avcıların tuzağına yakalanmıştı

Bu hikâyeden sonra, Owuor, konuşmanın ne kadar önemli olduğunu anlamış, uzun zaman suskun kalmanın insanlar için, kulakları sağır eden gürültüden daha tehlikeli olabileceğini öğrenmişti. Boğazına bir şey takılmadığı halde, kuvvetli bir sesle öksürdü. Bwana'yla Memsahib'i orada olduğunu farketsinler istiyordu.

Neyse Bwana'si karaca gibi sesini kaybetmemişti, sadece kelimeler ağzından biraz zorlukla çıkıyordu.

"Aman Tanrım, Jettel, bu günleri göreceğime inanmazdım. Hayır hayır gerçek olamaz.. Ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Bana rüya görmediğimi, bu rüyadan hemen uyanmayacağımı söyle. İstediğini söyle, yeter ki ağzını aç."

"Annemle babam balayılarını VViesbaden'e yapmışlardı" diye Jettel fısıldayarak yanıt verdi, "Annem sık sık Schwarzer Bock barından söz eder, babamın nasıl küp gibi sarhoş olduğunu anlatırdı. Babam şarabı kaldıramaz, annem de bu yüzden her seferinde müthiş öfkelenirdi."

"Jettel kendine gel! Ne olduğunu kafan almıyor mu? Bu mektubun bizim için ne anlama geldiğini biliyor musun?"

"Pek değil. Wiesbaden'de kimseyi tanımıyoruz ki."

"Anlamıyor musun, bizi istiyorlar. Artık dönebiliriz. Korkmadan evimize dönebiliriz. İşe yaramaz, bir hiç olan adam artık tarihe karıştı."

"Walter korkuyorum, çok korkuyorum!"

"Ama önce bir oku bakalım, Dr. Bayan. Beni hâkim yaptılar. Beni...

Lobschütz'deki avukatlık görevinden ve noterlikten atılan beni hâkim yaptılar.

Burada Kenya'da miskin herifin biriydim, ülkemde ise beni hakim yapıyorlar.

Kenya'daki son pislik, ülkesinde bir hakim oldu."

Owuor gülerek, "Pislik mi? Bu sözcüğü unutmadım Bwana. Rongai'deyken bir kez daha söylemiştin," dedi.

Bwana sesinde öfke olmaksızın gürleyerek, bir yandan da ayaklarını yere vurarak usta bir dansör gibi tepinmeye başladığında Owuor yeniden güldü.

Gözleri cam kadar donuk,, omuzları ufacık bir ağırlıkla hemen çöküveren adam gitmiş yerine, ilk kez baldırlarındaki gücü keşfeden bir boğa gelmişti.

"Jettel bir düşünsene, Almanya'da geçim derdi olmayan bir devlet memuru, üstelik de bir hakim. Onurlu başı yükseklerde. Kimse onu işinden atamıyor.

Hastalandı mı da işine gitmiyor, yatağında istirahat ediyor, yine de maaşını alıyor. Kimse tanımasa bile sokakta gördüler mi bir hakime selam verirler." İyi günler Hakim bey, Hoşça kaim Hakim Bey, karınız hanımefendiye selamlarımı iletin hakim bey. Bunları unutmuş olamazsın Tanrı aşkına birşeyler söylesene!."

"Sen hiç hakimlikten söz etmemiştin. Ben senin yine avukat olmak istediğini sanıyordum."

"Avukatlık daha sonra da gelebilir. Hâkim olursam yeni bir çıkış yapabilirim.

Almanya memurlarını kollar.. Devlet lojman bile veriyor. Bundan böyle hayatımız daha kolay olacak."

"Alman şehirlerinin bombardımandan yerle bir olduğunu sanıyordum.

Hâkimlere nerede ev verecekler ki?"

Böyle bir şeyi akıl edip de söylediği için Jettel kendiyle gurur duydu..

Tekrarlamak istediyse de, sonradan vazgeçti, sıkıntıyla saçlarını çekiştirmeye koyuldu. Heyecanı geçince, gençliğinde ne kadar kendine güvenen biri olduğu aklına geldi ve yanaklarına tatlı bir sıcaklık yayılıverdi. Annesi ona. "Benim Jettel'im belki okulun en iyi öğrencisi değildi ama, pratik hayatta kimse onun eline su dökemez," derken ne kadar doğru söylemişti.

Annesinin sesinin tonunu anımsayınca, Jettel elinde olmadan hafifçe gülümsedi.

Eski günleri anmak bir an onu hüzünlendirdi, sonra da iyi bir iş yaptığına kanaat getirdi; tek bir cümleyle kocasına ne kadar hayalperest biri olduğunu

hatırlatmıştı, hayattaki diğer önemli şeyleri umursamayan bir hayalperest. Ancak Walter'in yüzündeki kararlı ifadeyi görünce önce şaşırdı, sonra da öfkelendi.

"Almanya'ya gideceksek, neden hemen şimdi gitmek zorundayız?" diye itiraz edecek oldu.

"İşin başından itibaren orada olmalıyımki, ancak o zaman gelecek için bir şeyler yapabileyim.. Bir ülke ya batarken, ya da bataktan çıkarken insanın şansı olur."

"Bunu kim söyledi? Kitap gibi konuşuyorsun."

"Rüzgâr Gibi Geçti' romanında okumuştum. O bölümü hatırlamadın mı?

Üzerinde tartışmıştık. Beni epey etkilemişti."

"Ah Walter bıktım senin bu memleket hayallerinden. Burada ne kadar mutluyduk. İstediğimiz her şeye sahibiz."

"Boğaz tokluğuna buradayız, bunun dışında bir şeye ihtiyacımız oldu mu, başkalarının eline bakmak zorundayız. Max dünyaya geldiğinde, yahudi cemaatinin yardımı olmasaydı ne doktora ne de hastaneye verecek paramız vardı. Rubens, bizden biri hastalandığı zaman da umarım aynı bonkörlüğü gösterir."

"Hiç değilse burada bize yardım edecek insanlar var. Frankfurt'ta kimseyi tanımıyoruz."

"Afrika'ya geldiğimizde kimi tanıyordun ki? Ve ne zaman mutlu olduk, bir düşün bakalım. Topu topu iki kez. Ordudan ilk parayı aldığım zaman. Bir de Max doğduğunda. Hiçbir zaman değişmeyeceksin. Benim Jettel'im hep aynı kaldı, hâlâ bolluk günlerinin özlemini çekiyor. Sonunda haklı çıkan yine ben oluyorum."

"Buradan ayrılmak istemiyorum. Artık genç değilim, hayata yeniden başlayamam."

"Buraya gelirken de aynı şeyi söylemiştin. O zamanlar henüz otuzundaydın, seni dinlemiş olsaydım bugün çoktan hepimiz ölmüştük. Bugün de söylediklerine boyun eğersem, ömür boyu yabancı bir ülkede sevilmeyen birer hiç olarak yaşamımızı sürdürürüz. Kral George da beni sonsuza kadar Birliğinde tutamaz ya."

"Bütün bunları, senin o lanet olası Almanya'ya dönmek istediğin için

söylüyorsun. Babanın başına gelenleri unuttun mu? Ben unutmadım. Annemin kanıyla sulanan toprağa asla ayak basmam, kendimi ona karşı sorumlu

hissediyorum."

"Bırak bunları Jettel. Günaha giriyorsun. Ölüleri rahat bırakmazsak Tanrı bizi asla affetmez. Bana güvenmelisin. Göreceksin başaracağız. Sana söz veriyorum.

Ağlamayı kes artık. Bir gün bana hak vereceksin, senin düşündüğün kadar da uzun sürmeyecek bu."

"Katillerin arasında nasıl yaşayabileceğiz?" diye Jettel hıçkırmaya koyuldu,

"Burada herkes senin bir çılgın olduğunu düşünüyor, yapılanları unutmamalıyız diyor. Kocasının bir hain olduğunu duymak bir kadının hoşuna gider mi

sanıyorsun? Diğerleri gibi sen de burada bir iş bulabilirsin. Ordu bu insanlara yardım ediyormuş. Herkes bunu biliyor."

"Bana bir iş önerdiler. Cibuti'de bir çiftlikte. Oraya gitmek ister miydin?"

'Cibuti'nin nerede olduğunu bilmiyorum ki."

"Gördün mü. Ben de bilmiyorum. En azından Kenya'da değil, ama Afrika'da bir yerde."

Walter bir an bocaladı, içinde epeydir hissetmediği bir arzuyla karısını çocuk gibi kollarının arasına alıp, tüm korkularından arındırmak istedi. Onu daha da çok kahreden, karısıyla aynı acıyı paylaşmalarıydı. İkisi de geçmişin üstesinden gelemiyordu. Karısı kadar o da kendisini geçmişe karşı savunmasız

hissediyordu. Geçmiş, geleceğe duyduğu umuttan her zaman daha ağır basıyordu.

Gözlerini yere çevirerek, "haklısın, hiçbir zaman unutmayacağız" dedi. "Eğer tam olarak bilmek istiyorsan söyleyeyim Jettel, nereye gidersek gidelim, her yerde mutsuz olmak artık bizim yazgımız oldu. Bunun sebebi de Hitler7dir.

Hayatta kalmayı başardık ama artık hiçbir zaman normal yaşantımızı

sürdüremiyeceğiz. Yalnız şunu da bil ki, mutsuz da olsam, bana saygı duyulan bir yerde yaşamayı yeğlerim. Almanya Hitler demek değil. Bunu bir gün sen de anlayacaksın. Söz yine dürüstlerin olacak."

Ne kadar dirense de, Walter'in yumuşak ses tonu ve çaresizliği Jettel'i duygulandırmıştı. Kocasının ellerini çaresizlikle pantolonun ceplerine

sakladığını görünce, kafasında birkaç uygun sözcük bulmaya gayret etti, onu yeniden incitmek mi yoksa teselli etmek mi istediğine karar veremeyince, susmayı yeğledi.

Bir süre Owuor'un ütü yapmasını seyretti. Yanaklarını şişirerek çamaşırların üzerine tükürüyor, sonra da ağır demir ütüyü havada kavisler çizdirerek, çocuk bezlerinin üzerine indiriveriyordu.

Ütüden çıkan minik buhar dalgacıklarını, özlemini çekeceği mutlulukların simgesi olarak görüp içini çeken Jettel, "Bunca zaman burada yaşamaya alışmıştım. Hizmetkarlar olmadan bir küçük çocukla nasıl başederim? Regina hayatında eline süpürgeyi almadı."

"Tanrı'ya şükür, eski formuna kavuştun. İşte benim kanlı canlı Jettel'im yine karşımda duruyor. Geleceğimizle ilgili ne zaman bir karar almak zorunda kalsak, her seferinde hizmetçi bulamayacaksın diye korkarsın. Bu sefer bunu düşünüp dert edinmene gerek yok Doktor Bayan. Almanya, iş arayan insanlarla kaynıyor. Bugünden sana umut vermek istemem ama, kutsal olan her şeyin üzerine, sana bir hizmetçi kız bulmaya söz veriyorum."

Owuor, ütülediği mis kokulu çamaşırları, düzgün bir şekilde üstüste yerleştirirken sordu, "Bwana, valizleri sıcak suyla yıkayayım mı?"

"Neden soruyorsun?"

"Valizlerine safari için ihtiyacın olacak. Memsahib'in de.."

"Bunu nereden biliyorsun Owuor?"

"Ben her şeyi biliyorum Bwana."

"Ne zamandan beri?"

"Epeydir."

"Ama bizim konuştuklarımızı anlamıyorsun ki."

"Rongai'ye geldiğinizi, kulaklarımla duydum, Bwana. Artık o günler yok."

"Teşekkür ederim, dostum."

"Bwana, sana hiçbir şey vermedim, yine de bana teşekkür ediyorsun."

"Yok Owuor, bir tek sen bana verdin."

Onu utandıran acıyı bir an için yeniden içinde hissetti, şimdi eski acılarına bir yenisi daha ekleniyordu..Almanya'sı artık o eski bildik Almanya değildi.

Vatanına, ona tekrar kavuşmanın coşkusuyla değil, yüreğinde derin bir keder ve elemle ayak basacaktı. Bunu biliyordu.

Owuor'a veda etmek, onu en az, önceki ayrılıklar kadar üzecekti. Birden gidip onu kucaklamak için dayanılmaz bir istek duydu. Onun yerine, Jettel'in saçlarını okşamakla yetindi, hafif bir sesle, "Her şey yolunda gidecek, merak etme," dedi.

"Ah Walter, her şeyin birden ciddileştiğini şimdi Regina'ya kim söyleyecek? O henüz bir çocuk, buraya o kadar bağlı ki!"

"Ben çoktandır biliyordum bunu," dedi Regina.

"Nerden çıktın böyle? Ne kadardır burada durup bizi dinliyordun?"

"Bütün gün Max'la bahçedeydim" dedi Regina, "ama ben gözlerimle de duyuyorum."

Walterde, "Oysa babanla annen gözlerine inanamadılar" diye yanıtladı, Wiesbaden'den aldıkları mektubu ima etmek istemişti, sonra Jettel'e dönerek sordu," Senin yaşlı sünepe kocanı Hessen Adalet Bakanlığı'nda kim tanıyabilir ki, Jettel hiç düşündün mü? Bir türlü aklımdan çıkmıyor bu."

Gerçekten de hayatının dönüm noktasını belirleyen akıl almaz rastlantı üzerinde epey kafasını yorduğu halde, işin içinden bir türlü çıkamamıştı, geçmişi ne kadar kurcaladıysa da, sonuca ulaşamamıştı..

Walter sekiz gün sonra Yüzbaşı Carruthers'in odasındaydı. Hessen Adalet Bakanlığı'ndan gelen mektubu Regina'nın yardımıyla güçbela İngilizce tercüme etmişti. Şimdi kendisini ilk bitirme sınavına iyi hazırlanmış bir öğrenci gibi hissediyordu. Böyle bir kıyaslama yapacağı iki hafta önce aklına bile gelmezdi, bunu düşününce keyfi yerine geldi.

Yüzbaşı bezgin bir tavırla önünde duran mektupları karıştırıp, piposunu özenle doldurmuş, öfkeli hareketlerle sıkışan pencereyle cebelleşmesini henüz bitirmişti ki, Walter kendini birden rahatlamış hissetti, şu andaki durumu,

yüzbaşmmkinden çok daha iyiydi. Kendine güveni gelmişti çünkü.

Yüzbaşı da aynı şeyleri düşünüyordu; "Son karşılaşmamızdan bu yana sanki epey değişmiş gibisiniz. Söylediklerimi anlamayan adamla siz acaba aynı kişi misiniz?"

Walter onun ne demek istediğini anlamıştı ama yine de emin değildi.

"Evet, ben Çavuş Redlich, Sir,"diye sıkılarak onayladı.

"Siz kıta Avrupalıları, neden espriden anlamazsınız bilmem? Hitler'in savaşı kaybetmesine şaşmamalı."

"Sorry Sir, anlamadım."

"Hah ilk karşılaştığımızda da aynen böyle olmuştu. Siz sorry diyordunuz, ben de baştan alıyordum, "Yüzbaşı bir an gözlerini kapadı. "Sizi son olarak ne zaman görmüştüm?"

"Tam altı ay önce Sir."

Yüzbaşı, ilk görüşmeden bu yana daha yaşlanmış ve mahzunlaşmış

görünüyordu; kendi de bunun farkındaydı. Sebebi sadece, her sabah uyandığında midesinin ağrıması, akşamları da son bir kadeh viskiden sonraki keyifsizliği değildi.. Yaşamın hassas dengelerini korumak için kendi yaşında bir insanda olması gereken melekeleri yitirmişti, bu da onu huzursuz ediyordu. Artık eskisi kadar ölçülü ve titiz davranamıyordu. En önemsiz küçük ayrıntılar bile Bruce Carruthers'i haddinden fazla rahatsız ediyordu. Örneğin, şu anda önünde duran adamın adını belleğinde tutabilmek için bile utanılası bir gayret harcıyordu.

Bunun da ötesinde, Carruthers şansının artık kendisine eskisi kadar lutüfkâr davranmadığını her geçen gün biraz daha iyi görüyordu. Ava çıktığında dikkatini bir noktaya yoğunlaştırmakta zorlanıyor, sık sık vatanı İskoçya'yı düşünüyor, çok sevdiği golf, kendi gibi, gençliğinde bilim yapmayı hayal eden bir adama aptalca bir zaman kaybı gibi geliyordu. Günlerce bekledikten sonra gelen mektupta karısı, artık ayrılığa daha fazla dayanamayacağını, boşanmak istediğini yazmıştı, bu mektubun hemen ardından da ordudan gelen lanet olası talimatta, Ngong'daki görevine devam etmesi gerektiği bildirilmişti.

Yüzbaşı, isyan duygusuyla içi kabarıp kafasının karıştığını farkedince vücudu kasıldı. Bu da son zamanlarda sık sık oluyordu. Yılgın bir tavırla

"Yanılmıyorsam, terhisinizin hâlâ Almanya'ya çıkmasını istiyorsunuz?" diye sordu.

Walter "Ah evet Sir" diye hemen yanıtı yapıştırdı, çizmelerini birbirine vurarak hazır ol durumuna geçmeyi de bu arada unutmamıştı, "bu yüzden buradayım."

Carruthers karşısındaki adamla ilgili garip bir meraka kapıldı. Mizacına pek uygun düşmüyordu hatta kendisine yakıştırmıyordu ama, garip bir şekilde kendisine eğlenceli geliyordu.. Bu tuhaf adamın sorularını yanıtlama şekli, ilk görüştüklerinden farklıydı.. Herşeyden önce aksanı değişmişti. Gerçi duyarlı bir kulağı, hâlâ rahatsız ediyordu ama, nasılsa daha iyi bir İngilizce

konuşuyordu. En azından ne dediği anlaşılıyordu. Kara Avrupası'ndan gelen bu hırslı çocuklarla başa çıkmak gerçekten zordu. Kendi yaşıtları sadece yaşamayı düşünürlerken, bu insanlar kitaplara boğulup yabancı dil öğreniyorlardı."

"Almanya'da ne yapacağınızı biliyor musunuz?"

"Hakim olacağım Sir," diyen Walter mektubun tercümesini uzattı.

Yüzbaşı şaşırmıştı. Bütün İngilizler gibi o da gurur ve hırstan nefret ederdi, ama mektubu okuduktan sonra sakin ve samimi bir ses tonuyla, "Fena değil," dedi.

"Evet Sir."

"Şimdi de fucking Jerrys'ler ucuz bir hakime gitsinler diye, İngiliz ordusunun bu meseleyle ilgilenmesini istiyorsunuz?"

"Pardon Sir, ne dediğinizi anlayamadım!"

"Ordunun Almanya'ya gidiş masraflarınızı karşılamasını istiyorsunuz, değil mi?

Böyle düşünüyordunuz."

"Bunu siz söylediniz Sir."

"Ben mi söyledim? Bana öyle korkarak bakmayın. Majestelerinin ordusunda öğrenmediniz mi, bir Yüzbaşı ne söylediğini her zaman bilir. Tanrı'nın unuttuğu bu ülkede, hiçbir şeyden haberi olmasa bile.... Bu ülkede hepimiz nasıl

ahmaklaştık, biliyor musunuz?"

"Ah evet Sir, çok iyi biliyorum."

"İngilizlerden hoşlanıyor musunuz?"

"Evet Sir. Onlar benim hayatımı kurtardı. Bana yaptıkları iyiliği asla unutmayacağım."

"O zaman neden gitmek istiyorsunuz?"

"İngilizler benden hoşlanmıyor"

"Benden de. Ben İskoçum çünkü."

Bir an ikisi de sustu. Bruce Carruthers, İngiliz bile olmayan lanet olası bir

çavuşun nasıl olup da eski mesleğine dönmeyi başardığını düşündü, Glasgow'da büyükannesi olan kendisi gibi Edinburgh'lu bir yüzbaşı ise bunu becerememişti.

Bu arada Walter, yüzbaşının "yeniden vatandaşlığa kabul edilme" konusuna değinmeden, görüşmeyi bitirmesinden korkuyordu. Birden korkuyla Jettel gözünün önüne geldi, kocasının hiçbir şey elde edemediğini öğrenince acaba ne derdi? Yüzbaşı, sağ eliyle önündeki kâğıt yığınlarını karıştırırken, sol eliyle de bir sineği öldürdü, sonra zihninde başka hiçbir düşünce yokmuş gibi, yerinden doğruldu. Duvarda öldürdüğü sineği eliyle kazıdı, piposunu ağzından alarak,

"Almanzora'ya ne dersiniz?" diye sordu.

"Sir, anlamadım,"

"Hay allah, Almanzora bir gemi. Mombasa ile Southampton arasında sefer yapar ve askerleri vatanlarına taşır. Sizin çocuklar içki ve kadından başka bir şey

bilmezler."

"Bu doğru değil Sir."

"Önümüzdeki yıl 9 Mart'tan önce bu yaşlı gemi için ne yazık ki kontenjanım yok. İsterseniz Mart ayma bir şeyler yapabilirim. Sizinle başka kim vardı? Kaç karınız ve çocuğunuz var?"

"Bir karım ve iki çocuğum var Sir. Size çok teşekkür ederim Sir. Bana ne büyük iyilik yaptığınızı bilemezsiniz."

"Galiba, bunu bir kez daha duymuştum," diyen Carruthers gülümsedi. "Bir şeyi daha öğrenmek istiyorum.. Nasıl oldu da İngilizce konuşabiliyorsunuz?"

"Bilmiyorum. Sorry Sir. Bunu ben de fark etmedim."

XXIII. BÖLÜM

Sığınmacılar kendilerini yeni bir yaşamın beklediğini düşünüyorlardı, bu

duygular içinde, o güne kadar görülmedik bir birliktelik ruhuyla 1947 yılını yeni yıldan iki gün önce Howe Court otelinde birarada kutlamayı kararlaştırdılar.

Benzer Belgeler