• Sonuç bulunamadı

Arketipsel semboller, kolektif bilinçdışının tezahürleri ve bu tezahürlerin doğru yorumlanması adına son derece önemlidir. Jung, psikanalize kolektif bilinçdışı kavramı ekseninde bakmaya ve rüya yorumu üzerine çalışmalarını derinleştirmeye başladığı zaman, sembollerin insan zihnindeki canlılığına ve arketiplerin rüyalar içindeki yansımalarına özel bir önem atfetmiştir. Bir hareketin, eylemin ya da duygunun insan zihninde nasıl canlı kaldığına dair yapılan rüya çözümlemelerine, fallara, ilkel kökenli inanışlara bakıldığında Jung’un dikkati bu yöne çekmeye çalıştığı daha iyi anlaşılmaktadır. Jung, arkaik özellikler taşıyan imgelere ilksel imge adını vermiş ve imgelerin dışsal niteliklerinden çok içsel niteliklerini önemsemiş,

Analitik Psikoloji Sözlüğü’nde şöyle demiştir:

“Kural olarak imge hiçbir gerçeklik değeri içermese de psişik yaşam için aslında bu onun değerini artırır, çünkü ‘dış’ gerçekliğin öneminden çok daha ağır basan iç ‘gerçekliği’ temsil eden daha büyük bir psikolojik değeri vardır. Bu durumda bireyin

yönelimi iç taleplere uyum sağlamak kadar gerçekliğe uyum sağlamakla ilgilenmez.”

(Jung, 2016: 40)

Jung’un önemsediği yaşamsal değer, tek başına reel dünyada bire bir karşılığını bulmayan fakat bireysel ve kolektif bilinçdışı süreçlerin etkisiyle çeşitlenerek yorumlandığında anlam kazanmaktadır. Bireyin zihninde aniden ya da uzun yaşantılar sonucunda süreç içinde beliren imgeler, zamanla unutulmuş olsalar da çeşitli dönüşümlerle varlıklarını ve bireyin zihnindeki izlerini devam ettirirler. Bunu sağlayan temel unsur, yaşantıların biricikliğidir. Her ne kadar birbirine benzeyen yaşantıların içinden geçse de birey, hiçbir şeyi olduğu gibi tekrar yaşamaz. Ona tekrar yaşanmışlık hissini veren şey, Louis Marin’in tabiriyle imgelerin hazır bulunmuşluğudur:

“(…) imge, karşımıza bir temsil (re-presentation) olarak gelir. Nedir temsil etme? Zaman bağlamında bir ‘yeniden’ sunma mıdır? Yoksa uzam bağlamında bir ‘yerine koyma’ mıdır? ‘Yeniden’ sözcüğü temsil sözcüğüne ‘yerini tutma’ değeri kazandırıyor. Hazır bulunmuş olup artık hazır bulunmayan bir şey şimdi temsil edilmektedir. Başka bir yerde hazır bulunan bir şeyin yerine burada bir veri hazır

bulunuyor: imge mi? Yani temsilin olduğu yerde, zaman veya uzam bağlamında bir

hazır bulunmama ya da bir başkasının hazır bulunması söz konusudur ve hazır bulunmayanın yerine bir başkası geçer.” (Marin, 2013: 12-13).

Marin’in hazır bulmakla ilgili söylediği şeyler, kolektif bilinçdışının bir yansımasıdır. Bireyin bire bir yaşantılarının ürünü olmayan, kolektif bilinçdışı süreçlerin etkisiyle zihninde beliren imgelerin gerçeklikleri, imgenin temsili noktasında önemli referanslar sağlar. Mesela bir öğrencinin zihninde kaleme dair oluşan hayalî görüngü ile bir yazarın zihninde aynı kavrama dair oluşan görüngünün birbirinden farklı oluşu, yaşantı farklılığıyla açıklanabileceği gibi tam olarak adlandırılmamış süreçlerin etkisiyle ilgili olduğu biçiminde de yorumlanabilir. Bir çocuk, basit bir nesnenin işlevlerine dair kendinden yaşça büyük bir insandan çok daha fazla işlev sayabilmektedir. Bu durumda imgenin zihin açısından farklı bir durumuyla karşılaşılmaktadır: İmge, yaşantılardan etkilenebildiği gibi yaşantıyı da etkileyebilmektedir. Verilen örnekle birleştirilecek olursa çocuğun saf bir bilinçle ortaya koyduğu imgesel düşünme gücünün tecrübeli bir insandan daha fazla olması, yaşantıların imgelemi zenginleştirdiği gibi sınırlandırdığını da göstermektedir. Bu sınırlamayı Mircea Eliade, şu şekilde dile getirmiştir:

“Eğer zihin nesnelerin nihai gerçeğini kavramak için imgeleri kullanıyorsa, bunun nedeni tam da gerçeğin kendini çelişkili bir şekilde göstermesi ve bunun sonucunda kavramlarla ifade edilebilir olmamasıdır” (Eliade, 1992: XXIII)

Yani zihinsel gerçeklikle reel gerçekliğin farkı, sembollerle düşünmenin ve yaşamanın farkıdır, denebilir. Eliade’nin bahsetmiş olduğu nihai gerçeklik, sadece reel gerçeklikle değil zihinsel anlamda doğrudan kavranamayan başka gerçekliklerle ilişkilidir ve sembollerle düşünme, insana bir gerçekliği etraflıca anlama fırsatı sunmaktadır:

“İmgeler, simgeler, psikenin olumsuz yaratıları değildir; bunlar bir gerekliliğe cevap vermekte ve bir işlevi yerine getirmektedirler: varlığın en gizli tarz değişikliklerini açığa çıkartmak. Buna bağlı olarak, bunun incelenmesi insanı, (...) tarihin koşullarıyla henüz uyuşmamış olanı anlamamıza olanak vermektedir” (Eliade, 1992: XX).

Eliade’nin tarihsel koşullarla bağlantılı şekilde ele alınmasını önerdiği durum, aslında basit bir kurala dayanmaktadır: İnsan, sembolik hafızayı ses hafızasından daha etkin bir şekilde ve daha kolay kullanabilmektedir. Trafik levhaları, bunun en net örneklerinden biridir. Yazılı şekilde karşılaşıldığında hiçbir şekilde dikkati

çekmeyecek bir detay, trafik levhalarında doğrudan hem uyarıcı hem önleyici işlevini bireyin zihninde oluşturmaktadır. Uzun yıllar araç kullanan, ehliyet sahibi bireylere de trafik levhalarının anlamlarının yorumlanması istense birçok bireyin zorlanacağını tahmin etmek zor değildir. Çünkü zihin, görüntünün ne demek istediğini sesin ya da yazının ne demek istediğinden çok daha kısa sürede algılayabilmekte ve anlamlandırabilmektedir.

Eliade’ye göre bir imgeyi yorumlamak, onu “(…) atıf düzlemlerinden bir tanesine indirgeyerek, somut bir terminoloji içinde ifade etmek, onu sakatlamaktan daha vahim olup, onu bilgi aracı olarak yok etmektir” (Eliade, 1992: XXIV). Eliade, imgelerin bir gerçekliğin yansıması değil başlı başına birer gerçeklik olduğunu ve bu gerçekliğin de nesnel gerçeklikle alakasının olması gerekmediğini düşünmektedir. Zaten tarihselliğinden kopamayan insan, bir şekilde ilk imgelerine yani arketiplere geri dönmektedir:

“...insan, (...) tarihten başka bir şey olmadığını iddia ettiğinde bile onunla zıtlaşmaktadır. Ve insanın tarihsel anını aştığı ve ilk örnekleri yeniden yaşama arzusunun önünü serbest bıraktığı ölçüde kendini bütüncül, evrensel bir varlık olarak gerçekleştirmektedir. Modern insan tarihle zıtlaştığı ölçüde, ilk örnekteki konumları yeniden bulmaktadır” (Eliade, 1992: 13).

Birey, Eliade’ye göre tarihsel bir varlık olarak yine kendisi tarafından oluşturulmuş bir tarihin hem oluşum safhasında katkı sunanı hem de tarihe karşı savaşanıdır. Mitolojik kahramanların benlik bütünlüğüne ulaşma yolundaki maceraları, başlı başına tarihsel bir itiraz olarak okunabilir. Çünkü kahramanın mücadelesi ve geçirdiği aşamalar, onun kendi ben’iyle ve toplumun yerleşik ama işlevsiz hâle gelmiş alışkanlık ve dayatmalarıyla da mücadelesidir. Bu durumda insan, hem tarihten etkilenen edilgen nesne (obje) hem de tarihi etkileyen etken özne (süje) olarak ilk imgelerine karşı hem yadırgayan hem de farkında olmadan onun etkisinde yaşayan birey hâlinde yaşantısını sürdürmektedir.

Benzer Belgeler