• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3: ANNELİK

3.2. Deneyim Olarak Annelik

3.2.1. Anneliğin Kültürel Boyutu

yaşanabilmektedir (Smart, 2006: 406). Toplumun devamlılığı noktasında sorumluluk addedilen ve içgüdüsel görünüme sahip olan üreme davranışının 1970’lerde doğum kontrol yöntemlerinin gelişmesi ile yeni bir görünüm kazanması bunu destekler niteliktedir (Badinter, 2010: 3). Üremedeki bu devrimden önce anneliği biyolojik kader olarak değerlendirmesek bile seksüel aktiviteye katılan tüm kadınların kaderinin belirlenmesinde önemli bir unsur olduğu açıktır (Gilbert, 2008: 28). Çocuk doğurup doğurmamanın bir tercih haline gelmesi ve bununla birlikte anneliği tercih etmeyen kadınların mevcudiyeti ise anneliğin basit bir biyolojik çıktı olmaktan ziyade birçok öğeden etkilenen karmaşık ve dinamik bir deneyim olduğunu işaret etmektedir.

Annelik tüm sağlıklı ve normal kadınların benzer şekillerde yaşadığı birleştirici bir deneyim değildir. Anne olmanın kendisi kadından karmaşık kimliklere sahip olmasını talep etmektedir. Kadın çocuk doğurduğu andan itibaren sadece anne kimliği ile var olmamakta tüm yaşantı ve deneyimleri ile kendi olmaya devam ederken annelik kimliğini de edinmektedir. Çocukluğundan itibaren çoğu kadının yoğun şekilde içselleştirmesine rağmen gerçekte tam olarak bilinmeyen sürpriz olmasa da sadece deneyim ile gerçek anlamda anlaşılır annelik. Kompleks yapısının yanı sıra gerektirdiği rol ve sorumluluklar kadının kimlik yapısını zenginleştirerek olduğundan daha karmaşık bir yapıya taşımaktadır (Nicolson, 1993: 207). Tüm bu gerekçeler bir arada düşünüldüğünde anneliğin ve annelikle ilişkili olarak hamilelik, doğum, emzirme gibi deneyimlerin tüm kadınlarca aynı şekilde yaşandığını söylemek imkansız hale gelmektedir (Soysal, 2016: 165). Bir kadın anne olduğunda; kimliği ile anne olduğunda edindiği rol ve sorumlulukları bütünleştirmekte ve böylece kendi annelik deneyimini belirlemektedir (Badinter, 1992: 13). Bu deneyimler doğrudan ve yalnızca biyolojik faktörler tarafından yönetilmemekte toplumsal yapılar ile bağlantılı şekilde bireysel olarak inşa edilmektedir. Kültürden arınmış şekilde düşünülemeyecek annelik tercih ve pratikleri karmaşık güç ilişkilerinin yardımı ile kültürel olarak inşa edilmektedir (Nicolson, 1993: 204).

3.2.1. Anneliğin Kültürel Boyutu

Kültür hem temel benzerliklere hem de temel farklılıklara işaret eden, varoluşun edinilmiş yönlerini gösteren bir kavramdır (Eriksen, 2009: 31). Toplumsal yapı ve kurumların kavramsal modelini işaret eden kültür (Güvenç, 1974: 108), doğrudan sembolik düzenle, anlamla ilişkilidir ve geniş anlamda bireylerin yaşam tarzlarına, düşünüş şekillerine gönderme yapmaktadır (Cuche, 2013: 10). Öyle ki; bireylerin dışında

39

kendi başına bir gerçekliğe sahip olmadığı halde kültürü paylaşan üyeler arasında ortak bir davranış üslubu geliştirmektedir (Cuche, 2013: 48).

İnsan davranışının anlaşılma ve anlamlandırılmasının kültürü incelemek ile mümkün olduğunu belirten Boas, insan kültürlerinin işleyişi hakkında evrensel yasalar olmadığını bu sebeple bütün kültürlerin kendine has olduğunu ve kültürden değil kültürlerden bahsedilebileceğini belirtmektedir (Cuche, 2013:29-30). Kültür teorisinde biyolojik unsurların önemine değinen Malinowski (2016: 75) insan organizmasının hayatta kalabilmesi için gerekli koşulların sağlanmasına yönelik faaliyetlerin kültür ile bağlantılı ele alınmak zorunda olduğunu ifade etmektedir. Organizmanın ihtiyaçları bütüncül ihtiyaçlar olabildiği gibi araçsal da olabilmekte sanat ve boş zamanı değerlendirmeye yönelik faaliyetlerin de fizyolojik ihtiyaçlar ile bağlantılı düşünülmesi gerekmektedir (Malinowski, 2016: 43). Öte yandan kültürde fizyolojik ihtiyaçların belirleyici olması kadar kültür de fizyolojik ihtiyaçları belirlemektedir. Diğer bir deyişle kültür ve ihtiyaçlar arasındaki ilişki karşılıklıdır. En basit davranışların temelinde kültürün etkisi görülebilmekte, fizyolojik faaliyetlere sebep olan en basit dürtülerde dahi geleneklerin etkisi gözlemlenebilmektedir (Malinowski, 2016: 85). Bireylerin hem temel biyolojik ihtiyaçlarını hem de ikincil ihtiyaçlarını karşılama yollarını içeren kültür aracılığı ile bütün insan davranışları açıklanabilmektedir (Cuche, 2013: 10, Malinowski, 2016: 85, Güvenç, 1974: 105).

Kültür, kabaca, bireylerin yaşantı içinde kazandığı alışkanlıklar olarak tanımlandığında kültürün öğrenilen ve eğitimle kazanılan, içgüdü ya da kalıtım ile açıklanamayan bir unsur olduğu kabul edilmektedir. Grup üyeleri tarafından kabul edilip paylaşılan tüm alışkanlık, tutum ve değerler o grubun kültürünü oluşturmaktadır. Ancak bireylerin yeni öğretiler yaratabilmesi ve bu öğretileri paylaşabilmelerine bağlı olarak süreç içerisinde kültür değişebilmektedir. Kültür çoğu zaman ideal davranış örüntülerinden oluşsa da kültürü paylaşan üyeler arasında farklı bireysel tutum ve davranışlar gözlenebilmekte ve bunlar bahsedilen ideallerden farklılık gösterebilmektedir (Güvenç, 1974: 103-105). Kültürün işaret ettiği ideal tutum ve davranışların sergilenmesinde gözlenen bireysel sapmaların dışında kültürün ideal davranış örüntülerini içermediği durumlara sıklıkla rastlanmaktadır. Hatta kimi toplumlarda daha fazla olmakla birlikte bireylerin sağlık ve mutluluklarını tehdit eden kültürel uygulamalar tüm toplumlarda bulunmaktadır (Edgerton, 2017: 13). Edgerton (2017: 13) kültürel pratiklerin işlevselliğini sorguladığı

40

“Hasta Toplumlar” adlı kitabında geleneksel inanç ve uygulamaların bireylerin hayatlarını nasıl tehdit eder hale geldiğini açıklamaktadır. O’na göre geleneksel inanç ve uygulamaların maladaptif (bozuk uyum) hale gelmesinde birçok sebep bulunmaktadır. Bazı geleneksel uygulamalar ihtiyaçların karşılanmasında yetersiz kalabilmekte ancak buna rağmen sürdürülebilmektedir. Ayrıca bireylerin her zaman akılcı kararlar verememesi maladaptif inanç ve uygulamaların kabul edilmesine neden olabilmektedir. Öte yandan süreç içerisinde değişen şartlar daha önce adaptif olan uygulamaları maladaptif konuma düşürebilmekte ancak toplumların muhafazakar olma eğilimi inanç ve uygulamaların sürdürülmesine neden olabilmektedir. Son olarak, toplumlarda yerleşik olan inanç ve uygulamaların bir kısmı ihtiyaçlardan değil insanın belirli şekilde düşünme, hissetme ve davranma eğilimi ile ilgili olabilmektedir. Bu eğilim herhangi bir ihtiyaca cevap vermediği halde toplumda yerleşik hale gelen pratikleri meydana getirebilmektedir (Edgerton, 2017: 71-72). Yine de toplumların yaşam tarzlarını etkileyen kural ve yasaklamalar, saçma hatta canice görülen bütün geleneksel uygulamalar bile o toplum için bir anlam ve içeriğe sahip olmaktadır. İnsan doğasının sahip olduğu acayiplik ve fantezi örnekleri olarak görülen kural ya da geleneklerin yüzyıllar boyunca o toplum için var olmaya devam etmesi bununla ilgilidir (Levi-Strauss, 2016: 74). Bunun bir örneğini bugün canilik olarak değerlendirdiğimiz ebeveynlerin çocuklarını öldürme uygulamalarının temelde gebelik önleyici yöntemlerle benzer bir anlama sahip olduğu iddiasında bulunabilmektedir (Levi-Strauss, 2016: 76).

Bu noktada çocuk bakım ve yetiştirme pratikleri ile kültürel yapının karşılıklı olarak birbirlerini şekillendirdiğinden bahsedilebilmektedir. Kadınların birincil bakım vericiler olarak annelik odağında konumlanması gündelik aktivitelerin sürdürülmesi açısından işlevseldir bu yüzden çoğu toplumda annenin bakım ve yetiştirme işlerini üstlenmesi talep edilmektedir (Chodorow, 1978: 11). Toplumun yeni üyesinin arzu edilen özellikleri taşıması için kadın ebeveynin çocuğa sağlayacağı hizmetin içeriği ve şekli ise annelik ideolojisi tarafından organize edilmekte ideal annelik normları tüm kadınlar için örnek teşkil etmektedir. Bu hali ile hâkim annelik modelinin gündelik hayatın sürdürülmesi açısından işlevsel olduğu söylenebilmektedir. Ancak, çocuk ve anne arasındaki ilişkinin çok boyutlu olması annenin deneyimlerine önem verilmesini gerektirmektedir. Annenin bakım verici olarak konumlanması, deneyim ve yaşantısının, arzu ve ihtiyaçlarının göz ardı edilmesine neden olmakta böylece ilişkinin bir bütün olarak anlaşılmasını engellemektedir.

41

Anne ve çocuk arasında yaşananların anlaşılmasını zorlaştıran tüm önkabul ve yargılardan sıyrılmak anneliğin kültürel boyutunun incelenmesi ile mümkündür. Bu sorgulama ile bakım verici olarak annelere sorumluluk tahsis edilmesinden farklı olarak ilişkide çatışma doğuran unsurlar keşfedilebilmektedir. Kültürel yapı çocuğun ihtiyaç ve arzularının odağa alınmasını gerektirse de sosyal çalışmanın özü ilişki dinamiklerinin fark edilmesini gerektirmektedir. Anne-çocuk ilişkisinde sevginin yanı sıra sorumluluk, güç ve tahakkümün varlığı ilişki dinamiklerinin anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır. Ebeveyn sorumluluğu odağa alındığında çok çeşitli annelik deneyimleri, bu deneyimlere eşlik eden annesel çiftdeğerlilikler göz ardı edilmektedir (Featherstone, 1997: 168). Oysa farklı kadınlar tarafından farklı maddi ve yapısal koşullarda birbirinden farklı şekilde deneyimlenen ve anlamlandırılan annelik karmaşık ve içkin bir süreç olarak karşımızda durmaktadır (Miller, 2010: 269).