• Sonuç bulunamadı

Anlatıcı ve Bakış Açısı

Belgede Sayı 18 Bahar 2013 (sayfa 126-134)

BİLGİ VE BELGE YÖNETİMİ BÖLÜMÜ ÖRNEĞİ

I. Selîm’in Hane Halkı

5. Anlatıcı ve Bakış Açısı

Anlatı türlerinde bakış açısı önemli yer tutar. Dış dünyadaki olayların algılanışı kişiden kişiye değişir. Bu bakımdan, hikâye yazarlarının da bakış açılarında farklılıklar vardır. Şerif Aktaş bu hususta şöyle der:

Bakış açısı, anlatma esasına bağlı metinlerde vak’a zincirinin ve bu zincirin meydana gelmesinde kullanılan mekân, zaman, şahıs kadrosu gibi unsurların kim tarafından görüldüğü, idrak edildiği ve kim tarafından kime nakledilmekte olduğu sorularına verilen cevaptan başka bir şey değildir (2000, ss. 73-74).

Beyaz Lale adlı hikâye, her şeyi bilen ve gören tanrısal bakış açısıyla yazılmıştır. Bu eserde Bulgar komitacıların zulümleri ve Türk milletinin maruz kaldığı işkenceler canlı tablolar hâlinde verilir. İşkencelerden en acımasızlarından olan “canlı çukur” şöyle tarif edilir:

Evvela yere şişman bir kadın yatırıyor, onun üzerine beğendikleri diğer ikinci bir güzel kadını arkası üstü çapraz uzatıyorlardı, bu kadını da ellerinden, ayaklarından tutturuyorlardı. Sonra sıra kendisinin olan komita yaklaşıyor, çıplak ve fırlak karnın ta ortasına, göbeğin biraz aşağısına kasaturayı saplıyordu… Karınlarına delik açılan kadınlar hiç yaşamıyorlar, bir iki saat içinde inleye inleye, kıvrana kıvrana ölüveriyorlardı (Seyfettin, 2000, s. 26).

Ömer Seyfettin, bu hikâyesinde Bulgar zulmünü, Türk kadınlarına yapılan işkenceleri ve Radko’nun Lale’ye tecavüz etme girişimlerini anlatırken, ayrıntı sayılabilecek anlatımı tercih eder. Nihat Sami Banarlı da Ömer Seyfettin’in

Beyaz Lale’deki şehvet sahnelerinin üzerinde çok durulmasından ve ayrıntıya girilmesinden şikâyetçidir:

Muharririn âdeta marazî bir ısrarla işlediği şehvet ve taarruz sahneleri ‘Bomba’ gibi bazı hikâyelerinde daha sanatkârane olmakla beraber, mesela ‘Beyaz Lale’de asla güzel denilemeyecek bir anlatışla yazılmıştır. Behimî tecavüzlerin tasvirlerinde lüzumsuz bir ısrarla durularak, âdeta okuyucuların bu hislerini harekete geçirmek isteyen bir tabiye (taktik, hazırlama) kullanılmıştır. Bulgar askerlerinin Türk kadınlarına tecavüz edişleri, okuyanların millî hislerinden evvel bedii hislerini yıpratacak bir ifade ile kaleme alınmıştır (1971, s. 1105).

Bize göre de, Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale’de cinsel istismar sahneleri üzerinde çokça durması ve ayrıntılara girmesi, yazarın amacını aşmaktadır. 6. Mekân

Mekân, kurmaca metinlerde olayların cereyan ettiği yerdir ve eserin temel unsurlarındandır. “Mekân, her şeyden önce olayların meydana geldiği bir yapı taşıdır” (Arslan, 2009, s. 91). Mekân, gerçek dünyadan olabileceği gibi, bilim kurgu hikâyelerde hayalî yerler de olabilir.

Türk edebiyatında özellikle Tanzimat ve Servet-i Fünûn Dönemi anlatılarında olay örgüsünün genellikle İstanbul’da cereyan ettiği görülür. “Çevre bakımından Ömer Seyfettin, İstanbul sınırları dışına çıkan ilk hikâyecilerimizdendir. Konularının çoğu Rumeli ve Anadolu’da geçer” (Kabaklı, 1990, s. 357).

Beyaz Lale’de olayların geçtiği mekân olarak Serez2

kentini görürüz. Eserin bazı yerlerinde olaylar kentin sokak ve mahallelerinde, dış mekânda cereyan eder: “Hükûmet Caddesi’nden, Maarif Kahvesi’nin önünden dörtnala geçtiler. Yoldaki eşkıyalar, askerler duruyorlar, pek iyi tanıdıkları mayor (binbaşı) Balkaneski’yi selamlıyorlardı” (Seyfettin, 2000, s. 20). Beyaz Lale’deki asıl olaylar, kapalı (dar-yutucu) mekânlarda geçer. Bu mekânlar, kahramanın gelişmesini engelleyen yerlerdir. Ramazan Korkmaz kapalı mekân için şöyle der: Bu mekânlardaki kişi, zaman, mekân ve onun tüm elemanları ile çatışma durumundadır (2007, s. 410). Bu hikâyede kapalı mekân olarak Türklerin canlı canlı atıldığı fırınlar ve Beyaz Lale’nin hayatını kaybettiği evi ön plana çıkar. Yazar bu fırını şöyle tanıtır:

İçerden ince iniltilerle karışık acıklı bir uğultu çıkıyordu. Radko hayvandan atladı. İçeri girdi, Bu fırın, hiç çarşı fırınlarına benzemiyordu. Genişti. Yüksek tavanları sarıya boyanmıştı. Büyük ve yüksek ocağı da nihayetinde idi. Üst kısımları açılmış kepenklerden bol bir aydınlık taşıyor ve her tarafı dolduruyordu. Türk kadınları alacalı bir ipek kumaş gibi köşeye birikmişlerdi (Seyfettin, 2000, s. 20).

Lale’nin evi önceleri ailesine ve kendisine bir yuva niteliği taşımaktadır. Radko, bu evin bahçesine hayran kalır: “Yavaş yavaş yürüdü. Adlarını bilmediği, hatta ömründe ilk defa gördüğü çiçekler, gölgeli tarhlarda henüz doğmamış peri yavruları gibi uyuyorlar, sarhoş edici, keskin ve tatlı kokular çıkarıyorlardı” (Seyfettin, 2000, s. 32). Bu ev aynı zamanda güzel görüntüsüyle, çiçekli bahçesiyle Türk-Müslüman evini de temsil eder. Sofya’da, hatta Avrupa’nın birçok yerinde böyle güzel evlere az rastlanmaktadır. “Radko burayı zaptetmeyi

2 Yunanistan'ın Orta Makedonya bölgesinde 2001 nüfusu 56.145 olan bir şehir ve aynı adı taşıyan ilin (nomos) merkezidir. Osmanlı Devleti döneminde Balkanların en önemli merkezlerinden biriydi. http://tr.wikipedia.org/wiki/Serez (02.12.2011)

düşündü… Bu, büyük ve geniş pencereli, mavi boyalı, üç katlı minimini bir saraydı. Açık pencerelerinin arkasından tül perdeler gözüküyordu” (Seyfettin, 2000, s. 33). Bu yuva, Radko Balkaneski’nin buraya adım atmasından sonra trajik bir mekâna dönüşür.

Bunlardan başka, olayların bir kısmı Radko’nun bir süre karargâh olarak kullandığı Türklerin merkez kumandanlık binasında geçmektedir. Türklerin katledilme planlarının yapıldığı bir mekân olarak karşımıza çıkar.

7. Zaman

Edebî eserlerdeki zaman kurmaca yani fiktiftir. Eserdeki zaman ile gerçek zaman aynı değildir. Olayların nakledildiği zaman ise anlatma zamanıdır. Bir hikâyenin zaman unsurlarını incelerken, durum veya olayların hangi zaman parçacıklarından oluştuğuna dikkat etmek gerekir. “Öykü zaman içerisinden alınmış yoğun parçacıklardır, belki de sadece bir ‘an’dır” (Arslan, 2009, s. 26).

Beyaz Lale adlı hikâyenin zaman unsurunu Balkan Savaşları sırasındaki zaman parçacıkları oluşturur. Bu eserde metin içi zaman olarak belli bir yıl ve tarih geçmemektedir. Ancak, olay örgüsünde anlatılanlar Balkan Savaşları dönemine aittir. Hikâyede kronolojik yapı yer alır. Ömer Seyfettin 1909’da Meşrutiyet’in ilanından sonra mülâzım-ı evvellik rütbesiyle Üçüncü Ordu’nun Selanik’teki nizamiye taburlarına gönderilir.

Buradan Manastır, Köprülü, Cumâ-yı Bâlâ, Pirlepe kasabalarını dolaştıktan sonra, Serez mutasarrıflığına bağlı olan Menlik kazasının Razlık kasabası yakınlarındaki Yakorit köyü civarındaki sınır bölüğüne bölük komutanı olarak atanır (Andı, 1999, s. 19).

Bu bölgedeki görevleri arasında Bulgar ve Makedon komitacılarına karşı mücadele de vardır. Beyaz Lale hikâyesinde olduğu gibi, Ömer Seyfettin birçok hikâyesinde yaşadığı dönemin olaylarını kurgular.

8. Dil

Türk edebiyatında Ömer Seyfettin, kendisini sadece hikâyeye veren ilk önemli yazardır. Kendisinden önce Samipaşazâde Sezai ve Halit Ziya’nın bu alandaki denemeleri bir tarafa bırakılırsa, Ömer Seyfettin’in hikâye türünün öncüsü olduğu görülür. Yazar, dil ve üslûp hususunda son derece titizdir.

Üslûp bakımından, Ömer Seyfettin edebiyatsız edebiyat peşindedir. Yani, şairanelikten, mecazdan, süsten, uzun cümlelerden kaçınmıştır. Yeni Lisan’da ileri sürdüğü ilkelere bağlı kalmıştır (Kabaklı, 1990, s. 356).

Yazar, sade, terkipsiz, yalın bir anlatım yolunu tercih etmiştir, halkın dilindeki deyimleri çokça kullanır. “Konuşma dilini yazıya uygulama işini ülkü edinip bütün eserlerini bu yolda yazan ilk sanatçı Ömer Seyfettin’dir” (Kudret, 1987, s. 22).

Beyaz Lale, sade ve anlaşılır bir Türkçe ile kaleme alınmıştır. Yazar, hikâyenin akıcılık kazanması için tasvirlere önemli ölçüde yer verir. Ömer Seyfettin, hikâyelerinin çoğuna tasvirlerle başlar. Hikâyenin ilk paragrafında da Ömer Seyfettin tarzı tasvirler vardır:

Hudutta bozulan ordu iki günden beri Serez’den geçiyordu. Hava serin ve güzeldi. Ilık bir sonbahar güneşi boş, çimensiz tarlaları, üzerinde henüz taze ve korkak izler duran geniş yolları parlatıyordu (Seyfettin, 2000, s. 5).

Hikâyenin başkişisi Lale şöyle tasvir edilir:

Lâ’lî’nin arkasında siyah ve bol bir yeldirme ve başında kalın ve beyaz ipekten bir namaz bezi vardı. Yüzü beyaz bir rüya bulutunun arasından doğan hayalî bir ay kadar parlıyor. Ve uzun boylu, bedî ve mükemmel endamı bol ve yeldirmenin altında, âli bir şiirin vezin ve kafiyelerle örtülü derin ve müheyyiç manası gibi, müphem bir vüzuh ile beliriyordu… Sık ve kıvırcık kirpiklerini minimini ve siyah hâlelerle gözlerini kapıyor, küçük ve pembe burnunun şeffaf ve pembe yanağına görünmez gölgesi düşüyor ve bir al gül tomurcuğundan daha hâreli olan küçük ağzının rengi daha koyulaşıyordu (Seyfettin, 2000,s. 36).

Beyaz Lale hikâyesi, Ömer Seyfettin’in sanat anlayışını yansıtan sade dil ve akıcı üslûp ile kaleme alınmıştır. Bu durum, yazarın duygu, düşünce ve mesajlarını daha geniş kitlelere etkili biçimde aktarmasını sağlar.

Sonuç

Beyaz Lale, vaka zincirindeki halkaların güçlü oluşu ve konu, izlek, şahıs kadrosu, zaman, mekân gibi hikâye ögeleri arasındaki uyumla dikkat çeken bir hikâyedir. Yazar, bu eserini oluştururken dönemin sosyal ve siyasi yapısını ön plana alır. Ömer Seyfettin’in, Balkanlarda üsteğmen olarak görev yaptığı dönemdeki gözlemlerinin ürünlerinden biri olan Beyaz Lale, Balkan komitacılarının Türklere yaptıkları zulümleri anlatır. Bu yıllarda Balkanlarda Türklere karşı Bulgar, Yahudi, Rum, Makedon vb. topluluklar büyük bir soykırım yaparlar. Ömer Seyfettin bu hikâye ile Balkan Savaşları sırasındaki acıları, katliamları, soykırımları dile getirirken, millî bilinci uyandırmak ister.

Beyaz Lale’de Ömer Seyfettin, sade dil ve akıcı bir üslup kullanır, kişi ve tabiat tasvirlerinde başarılı kompozisyonlar çizer. Bu hikâye, vaka halkalarını bir araya getirmede başarılıdır. Zaman bakımından kronolojik bir yapı gösteren

Beyaz Lale’de olaylar, Balkan Savaşları yıllarında geçer.

Sonuç olarak, Ömer Seyfettin, Beyaz Lale ile, yapı ve muhteva unsurlarını bir kompozisyon dâhilinde kurgulayıp olay hikâyeciliğinin teknik özelliklerine uygun bir eser meydana getirmiştir.

Kaynakça

Aktaş, Ş. (2000). Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş. Ankara: Akçağ Yayınları.

Andı, M.F. (1999). Ömer Seyfettin. İstanbul: Şule Yayınları.

Arslan, F. (2009). Öykünün Sesini Kısmak. Erzurum: Salkımsöğüt Yayınları.

Banarlı, N. S. (1971). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi. Cilt 2, İstanbul: Millî Eğitim Basımevi.

Başçallı, Ş. (2010). Ömer Seyfettin’in Eserlerinde Dil ve Milliyetçilik. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.

Belge, M. (1994). Edebiyat Üzerine Yazılar. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Forster, E. M. (1985). Roman Sanatı (Ü. Aytür, Çev.). İstanbul: Adam Yayınları.

İpek, B. (2007). Pembe İncili Kaftan ve “Muhsin Çelebi”. Türk Dili, XCIII(664), 330-337

Kabaklı, A. (1990). Türk Edebiyatı. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları. Kaplan, M. (2003). Hikâye Tahlilleri. İstanbul: Dergah Yayınları.

Korkmaz, R. (2007). “Küçürek Öykü (Short Short Story) Türü ya da Bir Çığlığın Metinleşmesi”, Öyküde Sözcük Ekonomisi Kısa Kısa, Küçürek Öykü I. Hece

Öykü, 19, 31-36.

Korkmaz, R. (2008). Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri.

Ankara: Grafiker Yayınları.

Kudret, C. (1987). Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman. Cilt 2, İstanbul: İnkılap

Kitabevi.

Kurt, Ö. (2009). Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Ömer Seyfettin’in Romanlarında, Öykülerinde ve Tiyatro Eserlerinde Azınlıklar ve Yabancılar. Yayımlanmamış

Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.

Lekesiz, Ö. (1997). Yeni Türk Edebiyatında Öykü. Cilt 1, İstanbul: Kaknüs Yayınları.

Seyfettin, Ö. (2000). Beyaz Lale. İstanbul: Serhat Yayınları.

Stevick, P. (2004). Roman Teorisi (Sevim Kantarcıoğlu, Çev.). Ankara: Akçağ Yayınları.

Şahinoğlu, M. (2011). Savaş ve Edebiyat Ekseninde Ernst Jünger’in “Mermer Yalıyar”

ve Ömer Seyfettin’in “Beyaz Lale” ile “Bomba” Adlı Eserlerinin

Karşılaştırılması. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul

Tanpınar, A. H. (2007). Edebiyat Üzerine Makaleler. İstanbul: Dergâh Yayınları. Yener, C. (1975). Ömer Seyfettin’in Öykücülüğüne Toplu Bir Bakış. Türk Öykücülüğü

Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2013 Bahar (18), 131-146 Derviş KILINÇKAYA

Özet: Türkiye’de Müsmiriyet/Verimlilik/Prodüktivite kavramının bir tartışma konusu hâline gelmesi yeni sayılabilir. 1920’li yılların sonlarından başlayarak sürdürülen çalışmalar, konuyla ilgilenen sivil ve yarı sivil bazı derneklerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu makale Türkiye’de bu derneklerin ortaya çıkışı ve kavramı kurumlaştıracak yapıların gelişim sürecini ele almaktadır. Keza, ABD’nin Marshall Planı’nı uygulamaya koyması ile birlikte bütün Avrupa’da “Prodüktivite Kurumları”, ya kurulmuş yahut benzer adı taşıyan kuruluşlar plana uygun şekilde yeniden yapılandırılmıştır. Türkiye’de bir prodüktivite kurumunun ortaya çıkışı ise ancak 17 yıl sonra mümkün olabilmiştir.

Anahtar kelimeler: Verimlilik, Marshall Planı, Milli Prodüktivite Kurumu, Türkiye Sanayi Kongresi, Vekâletlerarası Prodüktivite Komitesi.

The Marshall Plan and the Foundation of Turkish National Productivity Institution

Abstract: The Concept of productivity has recently become a new discussion point in Turkey. Various studies conducted since the end of the 1920’s have created some civil and semi-civil organizations and societies. This article covers the process of development of structures that has contributed to the emergence of those organizations and societies. Also, as a result of Marshall Plan, organizations such as “Productivity Institutions” have been created or similar organizations have been reconstructed all over Europe. In Turkey, it took seventeen years to set up a productivity institution after European experience. Key words: Productivity, Marshall Plan, National Productivity Organization, Turkey Industry Congress, Inter-ministerial Committee for Productivity.

Marshall Planı ve Milli Prodüktivite Merkezi’nin Kuruluşu

Kaynakların sınırlılığı, bunlardan bir kısmının niteliği itibarıyla insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeniden üretilmesini mümkün ve zorunlu kılmaktadır. Bu süreçte kullanılan üretici güçlerle, harcanan çabayla, kullanılan kaynakla üretimin, doğrudan ilişkilendirilmesinin gerekliliği çağlar boyunca tartışılmıştır. Özellikle sanayi inkılâbı ve gelişen kapitalizm “verimlilik” kavramını ön plana çıkarmış, batıda soruna ilişkin tartışmalar da bu çerçevede şekillenmiştir1

.

1 Verimlilik kavramı, “mallar, hizmetler ve diğer sonuçlar (çıktılar) ile bunların üretiminde kullanılan kaynaklar (girdiler) arasındaki ilişkiyi; aynı girdi ile en çok çıktının elde edilmesi veya aynı çıktının en az girdi ile uygun kalite dikkate alınarak sağlanmasını” ifade etmektedir. Kavramın gelişimi hakkında geniş bilgi için bk. Odabaşı (1997, ss. 16-17), Suiçmez (1999, s. 1), Apaydın (1967, ss. 60-62).

İttihatçıların tasarılarının çoğu, dönemin olağanüstü şartlarından ötürü kâğıt üzerinde kalmışsa da, aydın, yönetici-seçkinlerin özlem ve hedeflerinin neler olduğu hakkında gerekli kanaati edinmek için ciddi bir yazılı miras bıraktıkları söylenebilir. Bu hedeflerin en önemlilerinden biri I. Dünya savaşının başlamasıyla gelişimi hız kazanan “milli iktisat” fikridir. Nitekim sanayileşmeye ilişkin sorunlarla alakalı ilk yasalar ve düzenlemeler de sistemli olarak bu devirde göze çarpmaya başlar (Toprak, 1982, ss. 166-171)2

.

Kendi güdümünde bir milli burjuvazi yaratarak buna dayanmak fikri, siyasal iktidarlarını sürdürmek isteyen İttihatçı kadrolar için en belirgin hedeflerden biri olmuştur (Toprak, 1982, s. 17)3. Bu çerçevede, savaşın başlamasının hemen ardından kapitülasyonlar kaldırılmış (Düstur, 1332, II.Tertip)4, şirketleşme desteklenmiş (Toprak, 1982, ss. 205-210) ve milli bankaların kurulmasına başlanmıştır (Ökçün, 1975, s. 420).

Rahatlıkla tahmin edilebileceği gibi hem sanayi işçiliğinin henüz toplam istihdam içindeki yerinin sınırlılığı hem de sanayinin henüz başlangıç düzeyinde bile olmadığı bir ülkede tartışmalar, sanayileşmeden doğan sorunlardan daha çok sanayileşmenin bizatihi kendisinin nasıl gerçekleştirileceği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu dönemde bir verimlilik tartışmasının gündeme gelmesi beklenemezdi, en azından elimizde buna dair yeterli araştırma yoktur. 1923’te İzmir’de toplanan “Türkiye İktisat Kongresi” tutanaklarında yahut hazırlık çalışmalarında verimlilik kavramına ilişkin herhangi bir atıfta bulunulmaz (Ökçün, 1981). Yeni Türk devletinin kurucuları için ilk ve asıl hedef, sanayileşmek ve milleti yoksulluktan kurtarmaktır. Bu anlaşılabilir bir şeydir zira verimlilik ancak gelişme yeteneği kazanmış bir ekonominin sorunu olabilirdi.

2 Sorunun endüstriyel ilişkiler boyutunu inceleyen bir çalışma olarak Bk. Dereli (1975, s. 318 vd.).

3 “Saltanat-ı meşruta zimâmdârlarından Türk olanlar... Harb-ı Umumî başladığı sıralarda Osmanlı saltanatı beka bulursa ancak Türk milletine dayanarak beka bulabileceğine kani olmuşlardır. Türk milletinin bu azim yükü sırtında taşıyabilmesi için yegâne çare, miktar-ı nüfûs ve iktisadî kuvvet itibariyle şimdi düşmüş olduğu vaziyetten her ne pahasına olursa olsun kurtarılmasıydı: Harb-ı Umumî esnasında Türk’ü iktisaden yükseltmek, mutavassıt bir zengin sınıfı bir burjuvazi ihdas etmek, bunun için memlekette, devletin veya Türklerin elinde sanayi-i azîme vücûde getirmek, mütefevvık ve rakip olan kavimlere karşı muayyen ve ciddi bir siyaset takip etmek, bu gaye ile izah edilebilir...” Bk. Akçuraoğlu (1340, ss. 164-165).

4 İttihat ve Terakki Cemiyeti hemen her konuda olduğu gibi bu sorunu da 15 Ekim 1914’de çıkardığı bir “Kanun-u Muvakkat/Geçici Kanun”la çözmüştür. Bu kanunların önemli bölümü Düstur II. Tertibe ek olarak yayınlanan Mütemmim ciltte bulunmaktadır.

Bilindiği gibi Lozan Antlaşması, yeni Türk Devleti’nin uluslararası bakımdan meşruiyetini sağlamanın yanı sıra; Osmanlı devletinin tasfiyesini de gerçekleştiren bir uluslararası hukuk belgesidir5. Antlaşmanın ekonomik hükümleri, daha önceki uluslararası sözleşmelere de atıfta bulunarak, Osmanlı borçlarının tasfiyesini eski Osmanlı toprakları üzerinde kurulan yeni devletler arasında paylaştırıyordu. Bu durum, misak-ı milli sınırları içindeki yeni Türk devletinin sırtına hayli ağır bir ekonomik fatura yüklemiştir. 1929’dan başlayarak ekonomik konulardaki sınırlamaların peyderpey ortadan kalkmaya başlaması, Cumhuriyet’i kuran siyasi kadroların hareket alanını kısmen genişletmiştir. Ancak, gene de ekonomik hedeflere ulaşmak için aşılması gereken sermaye ve müteşebbis kıtlığı, teknik bilgi ve birikim eksikliği gibi sorunlar, devleti zorunlu olarak ekonomik bakımdan başat aktör durumuna getirmiştir. İlk anda düşünülen tedbirlerden biri, halkın tasarruf alışkanlığını geliştirmek ve daha az tüketip daha çok biriktirip, bu birikimini bankalara yönlendirmek yoluyla yatırımlarda kullanılabilecek ulusal kaynakları oluşturmak şeklinde kendini göstermiştir. Halkın bu amaçla eğitilmesi için girişilen çaba, tam bir ulusal seferberlik şeklinde uygulanmış ve bu da Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin öncülüğünde yürütülmüştür.

Ekonomi ve kalkınma sorunlarının öne çıkmaya başladığı bu dönemde, ekonomi bilimi ile ilgili ilk sivil örgütlenmeler de kendini göstermeye başladı. Türk İktisatçılar Cemiyeti bu hareketlenmenin ilk basamağını oluşturmuştur. Daha sonra “Türk İktisat Cemiyeti” olarak aynı çekirdek kadro tarafından sürdürülen bu çaba bilimle hayatın örtüştüğü gelişmelere yol açmıştır. Türkiye’de “verimlilik” kavramının yukarıda tanımlanan anlamıyla gündeme girişini sağlayan kurumların sayısı fazla değildir. Bunları Ali İktisat Meclisi, Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, Türk İktisatçılar Cemiyeti, Türk Sevk ve İdare Cemiyeti olarak sıralayabiliriz.

Prodüktivite veya verimlilik hareketi tam da bu noktada devreye girmiştir. Zira Cumhuriyeti kuran “öncü kadroların”, sonraki dönemlerde pek az rastlanabilecek katılımcılıkla oluşturdukları iktisadi programı uygulamak için harekete geçtikleri andan itibaren “Rasyonalizasyon/ Müsmiriyet/ Prodüktivite” kavramları ekonomi literatürümüze girmiştir.

Belgede Sayı 18 Bahar 2013 (sayfa 126-134)