• Sonuç bulunamadı

2.2. ANKSİYETE

2.2.3. ANKSİYETE ile İLGİLİ YAPILAN ARAŞTIRMALAR

Araştırmalarda gözlenen ortak sonuçlara göre, gençlerin en çok yaşadığı anksiyete alanları; “gelecek anksiyetesi”, “serbest zamanları değerlendirebilme anksiyetesi”, “okul çalışmalarına uyum anksiyetesi”, “kişisel ve psikolojik ilişkilerle ilgili anksiyetesi” şeklinde sınıflandırılmıştır (Kulaksızoğlu, 1999, s.76-78).

Spielberger’in Amerikan Üniversitelerinde yapmış olduğu araştırmalar, kaygı düzeyi yüksek üniversite öğrencilerinin derslerinde daha az başarılı olduklarını, kaygı düzeyi azaldıkça derslerdeki başarısının arttığını göstermektedir (Aytaç ve Keser, 2002).

Dobson (1985), anksiyete ve depresyon arasındaki ilişkinin cinsiyetler açısından incelenmesi amacı ile bir araştırma yapmıştır. Araştırmaya British Columbia Üniversitesi’nde okuyan 37 erkek ve 71 kız öğrenci katılmıştır. Yapılan analizler sonucunda depresyon ve anksiyete arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Ayrıca cinsiyetler arasında da depresyon ve anksiyete düzeyi bakımından anlamlı bir fark bulunamamıştır.

Değerlendirilme anksiyetesi yüksek ve düşük olan çocukların bilişsel hatalar açısından karşılaştırıldıkları ilk çalışmalardan biri Leitenberg, Yost ve Caroll-Wilson (1986) tarafından gerçekleştirilmiştir. Araştırmacılar felaketleştirme, aşırı genelleme, kişiselleştirme ve seçici soyutlama olarak isimlendirilen dört tip bilişsel hatanın, değerlendirilme anksiyetesi olan grupta anlamlı biçimde daha fazla gözlendiğini bildirmişlerdir.

Akkoyun (1988), kendini gerçekleştirme engelleri, sürekli kaygı ve kendini gerçekleştirme değişkenlerini ele alarak, bunların birbirlerine etkilerini yarı deneysel bir modelle incelemiştir. Araştırmada elde edilen bulgulara göre, kendini gerçekleştirme

engelleri arttıkça sürekli kaygı da artmakta ve kendini gerçekleştirme düzeyi düşmektedir. Bununla birlikte, kendini gerçekleştirme düzeyi arttıkça, sürekli kaygı da azalmakta ve sürekli kaygı arttıkça kendini gerçekleştirme düzeyi düşmemektedir. Oysa kendini gerçekleştirme düzeyi arttıkça ve sürekli kaygı azaldıkça, kendini gerçekleştirme engelleri azalmaktadır.

Last ve Strauss (1989), anksiyete bozuklukları kliniğine okul reddi nedeniyle başvuran 7-17 yaşları arsındaki 63 çocukta, okul reddiyle ilişkili olan anksiyete bozukluklarını DSM-III-R’ye göre belirlemişlerdir. En sık görülen anksiyete bozukluğu ayrılma anksiyetesi bozukluğudur (% 38), onun ardından sosyal fobi (% 30) gelmektedir. Birincil tanının yanında komorbid tanılara bakıldığında ilk sırada aşırı anksiyete bozukluğu (% 25), daha sonra sosyal fobi ve basit fobi gelmektedir (her ikisi de % 12.7), kaçınma bozukluğunun oranı % 11.1 ‘dir. Daha eski bir çalışmada, okul reddi nedeniyle değerlendirmeye alınan 26 çocuğun % 69’unda depresif bozukluk, % 62’sinde anksiyete bozukluğu belirlenmiştir(Bernstein ve Garfinkel 1986).

1989 yılında Pişkin tarafından gerçekleştirilen araştırmada, “Empati Kaygı ve Çatışma Eğilimi Arasındaki İlişki” incelenmiştir. Araştırmanın bulgularına göre, kaygı ve çatışma puanları arasında yüksek sayılabilecek pozitif bir ilişki vardır. Kaygı düzeyi yüksek olanların, kişiler arası ilişkilerde yaşadıkları çatışmaların da yüksek olduğu, buna karşılık kaygı düzeyi düşük olanların kişiler arası iletişimde yaşadıkları çatışmaların da düşük olduğu görülmüştür. Deneklerin empatik eğilim ve kaygı puanları arasında negatif bir ilişki saptanmıştır. Bireylerin sürekli kaygı puanları ile çatışma eğilimi puanları arasında ise pozitif yönde ve yüksek sayılabilecek ilişki bulunmuştur.

Özyürek (1989), “Üniversite Öğrencilerinin Kişisel Bazı Nitelikleri ile Çeşitli Problemlerinin Kaygı Düzeylerine Etkisi” konulu çalışmada, öğrencilerin kaygı düzeyleri çeşitli problem alanlarından etkilenmektedir. Okul, gelecek, ev-aile, arkadaşlık, iç-yaşam ve sağlıkla ilgili problemleri yüksek olan üniversite öğrencilerinin durumluk ve sürekli kaygı puanlarının ortalamaları da yüksek çıkmıştır.

Kashani ve arkadaşları (1990), genel nüfustan seçilmiş 8, 12 ve 17 yaşlarındaki çocuk ve ergenlerden oluşan bir örneklemde % 21 oranında anksiyete bozukluğu bulmuşlardır. En sık görülen anksiyete bozuklukları % 12.9 ile ayrılma anksiyetesi bozukluğu ve % 12.4 ile aşırı anksiyete bozukluğudur. Basit fobi % 3.3, sosyal fobi ise % 1.1 oranında bulunmuştur. 7-11 yaşları arasındaki yaklaşık 800 pediatrik hastayla yapılan

bir çalışmada anksiyete bozuklukları araştırılmış, sosyal fobi % 1, kaçınma bozukluğu ise % 1.6 oranında bulunmuştur (Bernstein ve Borchardt 1991).

Last, Pemn, Hersen ve Kazdin, (1992), anksiyete bozuklukları kliniğine başvuran 188 çocuk ve ergende anksiyete bozukluklarının dağılımını vermişlerdir. DSM-III-R’ye göre konulan tanılar arasında en sık görülen bozukluk ayrılma anksiyetesidir (% 27). Sosyal fobi ise en sık görülen üçüncü bozukluktur (% 15). Bu çalışmada çocukluk çağının kaçınma bozukluğunun oranıysa % 2.7 olarak verilmiştir. Yaşamboyu tanılar ise yukarıdaki bozukluklar için sırasıyla %44.7, % 32.4 ve % 10.6 oranlarındadır.

Erdul, (2005) üniversite ögrencilerinin zaman yönetimi becerileri ile kaygı düzeyleri arasındaki iliskinin belirlenmesi amacıyla 181’i kız, 141’i erkek örgenci ile yaptığı araştırmada, üniversite ögrencilerinin zaman yönetimi becerileri ile kaygı düzeyleri arasında negatif yönde anlamlı bir iliski oldugunu göstermistir. Ayrıca, kız ögrencilerin toplam zaman yönetiminde ve zaman planlamasında erkek ögrencilerden daha basarılı oldukları görülmüstür. Erkek ögrencilerin kaygı düzeyleri ise kız ögrencilere göre daha yüksek çıkmıstır.

Akgün (2006) yetiştirme yurdunda kalan 16-18 yaş grubundaki adölesanların anksiyete düzeylerinin belirlenmesi amacıyla yaptığı araştırmada adölesanların orta düzeyde bir anksiyeteye sahip olduğu bulunmuştur ( =43.82, =47.89). Ayrıca, çalışmada adölesanların anksiyete ile baş etmede çevrelerindeki bireylerle konuşma ve madde kullanma yolunu seçtikleri, iş beklentilerinin olduğu, kurumdan ayrılmayla ilgili olarak anksiyete yaşadıkları bulunmuştur. Araştırmadan elde edilen bulgular doğrultusunda, birinci basamakta çalışan hemşirelerin koruyucu ruh sağlığı hizmetleri çerçevesinde kurumda kalan adölesanları orta düzeyde anksiyete açısından ele almaları, adölesanlara anksiyete ile etkili baş etme yöntemlerini öğretmeleri ve kurumdan ayrıldıktan sonraki konumları hakkında bilgilendirmeleri ve bağımsız yaşama hazırlamaları önerilmiştir.