• Sonuç bulunamadı

Aynı kimseden yine aynı kimseye

M Köyü, 10 Ağustos 1850 Haydi itiraf et bakayım, benden ya ümitsiz yahut da heyecanlı mektup bekliyordun, değil mi? Hayır, böyle bir şey yazmayacağım. Bu mektubum da bütün öteki mektuplarım gibi olacak. Hiç yeni bir şey olmamıştır ve olamaz sanırım. Bugün kayıkla gölde bir gezinti yaptık; anlatayım: Üç kişi idik: o, Schimmel ve ben. Bu ihtiyarı öyle sık sık davet etmekte ne zevk

bulur, bilmem. Prens X’ler ona kızıyorlar, derslerini ihmal etmeye başladığını söylüyorlar. Bununla beraber o bu defa meraka değerdi.

Priimkof bizimle gelmedi, başı ağrıyormuş. Hava fevkalâde güzeldi, âdeta insanın yüzüne gülüyordu. Mavi gökte iri iri, beyaz bulutlar, her tarafta bir parıltı, ağaçların hışırtısı, sahildeki suların çırpıntısı, yaramaz dalgacıklar üzerinde altın yılancıklar, tazelik ve güneş! Önce Almanla ikimiz kürek çektik, sonra yelkeni açtık. Sandalın burnu dalgaları yarıyor, kıç tarafta sular şrıltı ile köpürüyordu. Vera dümenin yanına oturdu ve idare etmeye başladı. Başını bir örtü ile bağladı, yoksa şapkası uçacaktı. Bukleleri örtünün altından kurtuluyor ve havada hafif hafif dalgalanıyordu. Güneşten yanmış eliyle dümeni kuvvetle tutuyor, ara sıra yüzüne sıçrayan su serpintilerine gülüyordu. Ben sandalın dibine, Vera'nın ayaklarının ucuna sokuldum; Alman piposunu yaktı ve hoş bir bas sesle şarkı söylemeye başladı. Önce, eski bir şarkı olan "Freucht euch des Lebens" i sonra "sihirli flüt" aryasını, daha sonra "aşkın alfabesi" "A-B-C der Liebe" başlıklı romansı okudu. Bu romansta — münasip ilâvelerle tabii — C-B-A diye başlayıp — Wen ich dich sehe! — Ve Fay, Y Iks-Mach dinen kniks: — ile bitirinceye kadar bütün harfler sıralanır. Bütün kıtaları duygulu bir ifadeyle okudu. Fakat "Kniks!" kelimesinde sol gözünü nasıl çapkınca kırptığını bir görmeli idin! Vera güldü ve ona, gözdağı verir gibi, parmağını salladı. Ben:

"Bay Schimmel gençliğinde kim bilir ne yaman bir adammış" dedim. Ciddî ciddî "evet, doğru," dedi ve piposunun külünü eline silktikten sonra parmaklarını tütün kesesine sokarak piponun sapını ustalıkla ağzının bir köşesine kıstırdı. "Ben üniversite talebesi iken o-ho-ho!" diye ilâve etti ve sustu. Fakat bu "o-ho-ho!" ne demekti! Vera ondan bir üniversiteli şarkısı söylemesini rica edince "Knaster, den gelben" şarkısını okudu, ama son notasını doğru çıkaramadı. Pek neşelenmişti. Bu arada rüzgâr şiddetleniyor, oldukça büyük dalgalar kabarıyordu. Sandal bir yanına eğrilmeye başladı.

Etrafımızda alçaktan uçan kırlangıçlar cıvıldaşıyordu. Yelkenin vaziyetini değiştirerek zikzaklı bir yolla gitmeye başladık. Derken rüzgâr, birdenbire istikamet değiştirdi ve biz henüz tedbir alamadan bir dalga bordaya çarptı, sandalımız epey su aldı. Alman burada da kahramanlığını gösterdi; elimden ipi çekerek yelkeni icaben vaziyete getirdikten sonra bana: "işte bak, Kukshafen'de böyle yapılır bu!" So macht man's in Kuxhafen!

Vera'nın çok korktuğu besbelli idi, yüzü sapsarı kesilmişti. Ama âdeti üzere, bir tek kelime söylemedi; entarisinin eteklerini toplayarak ayaklarını aykırı

tahtanın üzerine koydu. Birdenbire aklıma Goethe'nin (o bir zamandan beri, bulaşıcı bir hastalık gibi, bütün varlığımı kaplamıştı) şiiri aklıma geldi...

Hatırlıyor musun: "dalgalarda binlerce titrek yıldız parıldıyor"; onu yüksek sesle okudum. "Gözlerim, neden yere eğiliyorsunuz" mısrasına gelince, Vera hafifçe gözlerini kaldırdı (ondan daha alçakta oturduğum için bakışları üzerime yukarıdan aşağı, geliyordu) ve rüzgârdan gözlerini kırpıştırarak uzun uzun uzaklara baktı... Birdenbire hafif bir yağmur yağmaya ve suların üzerinde kabarcıklar fıkırdamaya başladı. Vera'ya paltomu verdim. Arkasına aldı. Sahile vardık — iskeleye değil — ve eve kadar yürüdük. Yolda koluna girmiştim; canım ona bir şey söylemek istiyordu, ama gene de susuyordum.

Bununla beraber, evinde olduğu zamanlar neden, anasının kanadı altındaki bir civciv gibi, daima madam Eltsova'nın portresi altında oturuyorsunuz diye sordum. "Kıyaslamanız çok doğru; Onun kanadı altından çıkmayı hiçbir vakit istemezdim" dedi. Ben: "Hürriyete çıkmayı arzu etmez mi idiniz" diye tekrar sordum. Hiç cevap vermedi.

Bilmem, sana bu gezintiyi neden anlatıyorum. Acaba, geçmiş günlerimin en parlak olanlarından biri olarak aklımda kaldığı için mi? öyle bir sevinç ve sessiz bir neşe içindeydim ki... Gözlerimde hafif ve mesut yaşlar dolaşıyordu.

Ertesi gün bahçede, kameriyenin yanından geçerken, çınlayan, güzel bir kadın sesi duydum; "Freucht euch des Lebens..." şarkısını söylüyordu.

Kameriyeye baktım, Vera imiş "Bravo!" diye bağırdım: ''bu kadar güzel bir sesiniz olduğunu hiç bilmezdim!" Vera utandı ve sustu. Şaka değil, gerçekten mükemmel, kuvvetli bir soprano sesi, var. Ama sanırım ki, kendisi böyle güzel bir sesi olduğunun farkında bile değil. Onda kim bilir daha ne el değmemiş gizli zenginlikler vardır! Kendisini tanımıyor.

Zamanımızda böyle kadınlar seyrek bulunur, değil mi?

12 Ağustos Dün akşam pek acayip şeyler konuştuk. Önce cinlerden, perilerden söz açıldı. Düşün bir kere, Vera bunlara inanıyor ve bu inanışının sebepleri olduğunu söylüyor! Aramızda oturan Priimkof gözlerini önüne eğdi, karısının sözlerini tasdik eder gibi başını salladı. Vera'ya bazı şeyler sormaya başladım, ama çabucak farkına vardım ki bu konuşma hoşuma gitmiyor. O zaman muhayyileyi, hayal kuvvetini konuşmaya başladık. Ona

gençliğimde saadet hayalleri kurmayı çok sevdiğimi anlattım (genel olarak, hayatta muvaffak olamamış veya olamayan insanların tabii meşgalesi). Bu arada, sevdiğim bir kadınla Venedik'te birkaç hafta geçirmenin ne büyük bir saadet olacağını hayal ederdim. Bunu kendi kendime, bilhassa geceleri o kadar sık düşünürdüm ki, kafamda yavaş yavaş tam bir tablo meydana gelmişti ve bu tabloyu her istediğim zaman gözlerimin önüne getirebiliyordum; yeter ki gözlerimi kapayayım. İşte o vakit gözlerimin önüne gelenler: gece, mehtap, beyaz, yumuşak ay ışığı, hoş bir koku...

Limon kokusu mu sandın yoksa? Hayır, değil, vanilya, kaktüs kokusu.

Geniş, dümdüz bir su yüzeyi, zeytin ormanlarıyla kaplı düz bir ada, adada, tam sahilde, camları açık ufak bir mermer köşk, nereden geldiği bilinmeyen müzik sesleri, köşkte koyu koyu yeşil yapraklı ağaçlar, yarı yarıya örtülü bir lâmbanın ışığı; pencerelerden birinin üzerine atılmış altın saçaklı, ağır kadife mantonun bir ucu suyun üzerine kadar sarkıyor, kadınla erkek yan yana oturmuş, dirseklerini bu mantonun üzerine dayamışlar, uzaklara, Venedik'in göründüğü tarafa bakıyorlar. Bütün bunlar, sanki görüyormuşum gibi, açıkça gözlerimin önüne gelirdi. Vera, benim sayıklamalarımı dinledikten sonra kendisinin de çok defa hayaller kurduğunu, fakat hayallerinin başka cinsten olduğunu söyledi: ya bir seyyah ile birlikte Afrika çöllerinde dolaştığını yahut da buzlu denizlerde Franklin’in izlerini keşfettiğini hayal edermiş. Hem de katlanması gereken bütün mahrumiyetleri, mücadele etmeye mecbur kaldığı bütün zorlukları hayalinde iyice canlandırmış... Kocası:

— Çok seyahatname okumuşsun, kafan onlarla dolmuş, dedi.

— Belki, dedi Vera, fakat hayallere gelince: gerçekleştirilemez şeyler üzerinde hayaller kurmakta ne zevk var?

— Neden olmasın, dedim, bu zavallı "gerçekleştirilemez şeyler"in suçu ne?

— Bunu demek istemedim, dedi Vera, insanın kendi için, kendi saadeti için hayaller kurmasında ne zevk var, demek istedim. Bunu düşünmeye lüzum yok; saadet gelmez; neden peşinden koşmalı? O sağlık gibidir: hiç farkında olmadığımız zaman, vardır.

Bu sözleri beni şaşırttı. İnan bana azizim, bu kadında büyük bir ruh var...

Konuşmamız Venedik'ten İtalya'ya, İtalyanlara geçti. Priimkof dışarı çıktı,

Vera ile ikimiz yalnız kaldık.

— Damarlarınızda İtalyan kanı dolaşıyor, değil mi? diye sordum.

— Evet, diye cevap verdi: arzu ederseniz size büyük annemin portresini göstereyim.

— Lütfen…

Vera odasına gitti, oradan oldukça büyük bir altın madalyon getirip bana verdi. Madalyonu açınca, madam Eltsova'nın babası ile karısının (şu Albanolu köylü kadının) gayet güzel çizilmiş minyatür portrelerini gördüm.

Vera'nın büyük babasının, kızına bu derece benzemesine şaştım. Ancak, beyaz pudra bulutu ile çerçevelenen yüzünün çizgileri, daha sert, daha keskin görünüyor, ufacık, sarıgözlerinde bir çeşit somurtkan aksilik ışıldıyordu. Fakat İtalyan kadının yüzünü bir görmeli idin! İri, nemli, patlak gözlü ve kendini beğenmişçesine gülümseyen kırmızı, iri dudaklı şehvetli, açılmış bir gül gibi duran yüzünü... İnce kenarlı, şehvetli burun delikleri, sanki biraz önceki öpücüklerin henüz tesiri altında imiş gibi titriyor, genişliyor, esmer yanaklarından sıcaklık ve sağlık, gençlik güzelliği ve kadınlık kudreti fışkırıyordu... Portrede Albano kıyafetiyle görünüyordu.

(Üstadı!) ressam onun, açık kurşuni ışıltılar meydana getiren siyah saçları arasına bir asma dalı sokmuş. Bu Baküs süsü, yüzünün ifadesine pek uygun düşmüş. Bu çehre bana kimi hatırlattı, bilir misin? Siyah çerçeveli Manon Lesko'yu... Asıl tuhafı, bu portreye bakarken, umumi şekli hiç benzememekle beraber, bazen Vera'nın yüzüne de bu gülümseyişe, bu bakışa benzer bir şeyler göze çarptığını hatırladım.

Evet, tekrar ediyorum: bu kadının ne kendisi, ne de dünyada başka bir kimse, onda gizli duran şeylerin hepsini henüz bilmiyor... Ha, iyi ki aklıma geldi: madam Eltsova, kızının düğününden önce, ona bütün hayatını, anasının ölümünü... vesaireyi... belki de ona ibret olsun diye anlatmış olacak. Hele dedesi olan o esrarengiz Ladanof'a dair dinledikleri Vera'ya özellikle tesir etmişti. Acaba hayaletlere inanması da bundan değil mi?

Şaşılacak şey doğrusu! Kendisi o kadar temiz, saf, nurlu olduğu halde, bütün gizli, karanlık şeylerden korkar ve bunlara inanır...

Fakat yetişir! Bütün bunları ne diye yazıyorum acaba? Bununla beraber, artık yazılmış olduğu için gönderiyorum.

Sadık dostun: P. B.

YEDİNCİ MEKTUP

Benzer Belgeler