• Sonuç bulunamadı

2.2. TÜRKİYE DIŞINDAKİ TÜRK DÜNYASININ DRAMINI/ VAROLUŞ KAYGILARINI ANLATAN

2.2.3. Tutsak

2.2.3.6.2. Algısal Mekânlar

Romanda, mekânın bir coğrafi yer olmanın ötesinde, kahramanların ruh dünyaları ve içinde bulundukları psikolojiye göre anlam kazandığı algısal mekânlarda, mekân-insan özdeşikliği ağır basar. Bu mekânlar, anlam üretme özelliğiyle öne çıkar. Mekân kahramanların ruhuyla bütünleşir, kahramanların ruhu mekâna yansır.

2.2.3.6.2.1. Labirentleşen Dünya ya da Kapalı ve Dar Mekânlar

Roman kahramanlarının kendini sıkıştırılmış, baskı altında hissettiği ve tek boyutlu olması cihetiyle kahramanlara kendilik değerlerini duyurmayan bilakis engelleyen bu tür mekânlar, insanı ezmek için üzerine yürüyen karşı güçlerin simgesel göstergesidir.

Romanda, başkahraman Ceren’in eşi Orhan’la yaşadığı ve Orhan’ın arkadaşlarıyla eğlencelerini düzenlediği ‘ev’, en önemli kapalı ve dar mekândır. İnsana huzur vermesi gereken, düşlemeyi öğreten, düş kuranı koruyan ev imgesi, Ceren’in eşi Orhan’ın eve ve eşine karşı sorumsuzluğu neticesinde labirentleşen bir dünyaya dönüşür;

“ Koltukların, tabakların, içki şişelerinin sanki dövüşüp savaştığı ve yaralanıp tek tek düşüp kaldıkları salonun ortasında, Orhan yere boylu boyunca uzanmış bana bakıyordu. Gözlerinde o eski, bildik cam cam sabitleşen bakışlar, beni gördüğü yok besbelli, aklı kim bilir nerede? ‘Kızım, şu kocandan kurtarsana beni…’ Böyle söyleyen bir ses hatırlıyorum. Vıcık vıcık irin ha bire yayılıyor, yayılıyor beni ve çevremi kaplıyor. O ses büyüyor, çığlık oluyor, kulaklarım çınlıyor: ‘Kurtarsana beni kocandan… Kurtarsana kocandan… Kocandan!’ Midem bulanıyor. İrin de donuyor. Üşüyorum, çok üşüyorum…

Şimdi uzaklaşan bir şey var, kafamı zorluyorum, hatırlıyorum. Neydi bu unutmak istediğim? Kaçıyor. Yakalamak istiyorum, olmuyor. Bir ses mi? Ah Selma’nın sesi! Hay Tanrı’m, bana ne Selma’nın sesinden!

Salonu toplamaya başlıyorum. Bu dağınıklık tiksindiriyor beni. Önce tablaları büyük çanağın içine döktüm. Sonra koltukları eski yerlerine çektim, devrilen iskemleleri düzelttim. İçki şişelerini, bardakları, tabakları mutfağa taşıdım. Hepsi, hepsi solgun, bıkkın ve bir hayli eskimiş.” (T: s.11-

12.)

İnsanların ruh hali ve yaşam şekli, mekâna da siner. Kendi olma özelliğini yitirerek anlam üretemeden yaşayan insanlar, yığına dönüşür. Kendilerine ait farkındalığın silindiği mekânlarda insanlar kendilerini mekâna sıkıştırılmış olarak duyumsarlar. Koltukların, tabakların, içki şişelerinin sanki dövüşüp savaştığı ve yaralanıp tek tek düşüp kaldıkları salonun ortasında boylu boyunca uzanmış kendinden ve her şeyden habersiz sarhoş yatan Orhan; “yaşamdaki temel güdü olan anlam

istemi”nden187

habersizdir. Onun bu halinin oluşturduğu durum, Ceren’i olumsuz etkileyerek mekânı labirentleşen bir dünya haline getirir. Bu dünyada kendini yutulmuş olarak hisseder. Anlatıcı; “ vıcık vıcık irin ha bire yayılıyor, yayılıyor beni ve çevremi kaplıyor. O ses büyüyor, çığlık oluyor, kulaklarım çınlıyor: ‘Kurtarsana beni kocandan… Kurtarsana kocandan… Kocandan!’ Midem bulanıyor. İrin de donuyor. Üşüyorum, çok üşüyorum…”(s.11) cümleleriyle mekânın ve mekâna sinen havanın başkahraman Ceren’i nasıl etkilediğini, olumsuz çağrışımlar yoluyla kapalı / dar mekânda ruhunun nasıl sıkıştırıldığını ifade eder. Fizikî ve ruhî çözülüşe maruz kalan insanların yaşadığı mekânlar da böyle bir çözülüş ve akabinde tükenişe maruz kalır.

Tutsak’ta Doktor Şaban’ın muayenehanesi de kapalı/dar mekân özelliği gösterir. Özellikle başkahraman Ceren’in bu mekânda kendini yabancı hissetmesi; hayatına, değer verdiği kişilere müdahale edilmesi, siyasî meselelere Doktor Şaban tarafından yanlı bakılması neticesinde, fayda

umularak gelinen bir mekân, bu özelliğinden sıyrılarak istenmeyen, uzaklaşılan bir mekâna bürünür. Bu mekâna sinen Doktor Şaban’ın kişiliği ve Tarık’la ilgili olumsuz fikirleri, Demokrat Parti’ye karşı düşmanlığı, Ceren için burayı hasım unsur haline getirir. Ruhî sıkıntılarından dolayı muayene olmak ve reçete yazdırmak için geldiği bu mekândan, sıkıntı halinde uzaklaşır;

“ Doktor başını sallıyor; Tarık’ı hatırlıyor besbelli, sesi yavaşlıyor.

-İyi çocuktu, nazik, efendi, aklı başında! Yalnız biraz sinirli görünmüştü bana. Hatta Orhan’a, ‘Bir bana gönder.’ Demiştim, fikri sabitleri vardı, tek meselesi de Irak Türklerinin istiklaliydi… Sanki Anadolu’nun dertleri tükenmiş de… Bana gelseydi…

Ceren’in yakası, boynunu sıkmaya başlamıştı, düğmesini açtı, ayağa kalktı: -Ben gidiyorum.

Doktor, gerçekten şaşırdı: -Ne oldu? Nereye? -Eve.

-Fakat daha reçetenizi bile yazmadım.

-Ziyanı yok, sonra Orhan uğrar alır. Birden sıkıntı bastı da. -Daha iyi ya, oturun konuşalım, bir iğne falan yapayım.

-Yok, yok hayır, çıkınca açılırım, zaten geç bile kaldım… İyi günler Şaban Bey, Meliha’ya selamlar.

Sanki Doktor peşinden kovalayacakmış gibi alelacele çıktı muayenehaneden.” (T: s.56-57.)

Romanda Tarık’la tanışana kadar kendini aşamamış bir kişilik olarak beliren Ceren, toplumun baskılarını, üzerinde bir yük olarak görür. Toplumun isteklerinin kendisini tutsak ettiğini söyleyerek bu isteklere karşı mücadele edemeyen, zayıf ve pis biri olarak kendini görür. Tarık; Ceren’e zayıf ve pis olanın kendisi değil, yaşadığı çevre ve bulunduğu yerin olduğunu söyler. Mekân-insan ilişkisi açısından labirentleşen dünyadaki kapalı/dar mekânlar, insanın hayata bakışına tesir eder, onu problem yitimine uğratarak varoluş mücadelesini zayıflatır. İnsanın bu zaaflardan kurtulmasının yolu, bu dünyadan ayrılmak, hür mekânlara geçmesidir;

“ Genç kadının yüzü sıkıntıyla buruyor, olanca alay ve iğrenme ile:

-Kutsal aile bağları diyor, toplumun töreleri! İnsanî münasebetler, sosyal mecburiyetler… Daha sayayım mı?

-Hepsinin üstünde ve dışındaysan bunu gizlemeye çalışmakla, canavarından önce, kendi kendini tutsak ediyorsun.

-Ne zannettin ya! Öyle. Ve o zincirler de taşıyamayacağım kadar ağır! Nasıl dışarı çıkar, güneşe hangi cesaretle gözlerimi kaldırabilirim? Korkağım ben, korkak. Pis! Hak ediyorum bu tutsaklığı. Tarık önüne bakıyor, uzun bir süre yerdeki halıyı inceliyor, sonra ağır ağır konuşuyor:

-Aslında Ceren, pis olan sen değilsin. Pis bir yerdesin. Gerçekten pis bir yerde… Orhan’la yan yana durduğun bu yer, çevren… Pis! Aksi halde ne kutsal aile bağları diye alaya aldığın kavram, ne toplumun töreleri, ne insanî münasebetler… Hiçbiri sıkmazdı seni. Anarşist değilsin, hiç değilsin. Sanatçısın, yerinde değilsin! Lütfen acılaşma. İnsan için gerçekten lüzumlu olan birtakım kavramlara, inançlara isyan etme. Başka bir ortamda…

-Hür…

-Şu nazik, sakin, anlayışlı kadının değil de Ceren’in bulunabileceği bir ortamda…

-Onu da altın bir tabak içinde uzatmazlar insana, insan kendisi hazırlar ortamını… Oysa ben kaçıyorum.” (T: s.82-83.)

Tutsak’ta, kahramanlar için kapalı / dar mekânlar özgürlüğün bittiği, kahramanların kendisi olmaktan çıkıp başka bir varlığa dönüştüğü yerdir. Bunun neticesinde romanda kapalı-dar mekânlar, kahramanların bireyselleşmesine izin vermeyen, onları özellikle psikolojik olarak engelleyen mekânlardır.

2.2.3.6.2.2. Açık ve Geniş Mekânlar

Anlatma esasına bağlı edebî eserlerde, kahramanların kendi dünyalarını, kendileri ve evrenle barışık bir şekilde kurguladıkları, güven içinde oldukları; kahramanların kendileri ve çevresiyle çatışma içinde olmadan fizikî ve ruhî hayatlarını devam ettirdikleri açık ve geniş mekânlar; kahramanların içe doğru genişlemesine ve huzur bulmasına, kendini keşfetmesine imkân sağlayan hususiyettedir.

Tutsak’ta açık-geniş mekânlar sınırlıdır. Mekânlar, ruhî bunalımlar yaşayan kendisi ve çevresiyle ilişkilerinde sorunları olan ve tutsaklığı iç dünyasında hisseden başkahraman Ceren’e göre anlam kazanır. Romandaki açık-geniş mekânlar, Ceren’in geri dönüşlerle gittiği çocukluk günlerindeki ev’i ve evliliğin ilk yıllarındaki mutlu, insana huzur veren ev’idir. Ceren’in eşi Tarık’ın iş ve arkadaş çevresindeki mekânlarda, hâlihazırdaki evinde huzur bulmayıp çocukluk günlerine gitmesi, aile ortamındaki sevgiyle inşa edilen mekânların insanı çatışma oluşturan durumlardan uzaklaştırmasıyla ilgilidir;

“Ümit yalnız çiçeklerin tazeliğinde, bir ümit. Sigara dumanına rağmen taze kalabildiklerine

göre, tek ümit. Ve kafası ezilmiş küçük kuşun kanatlarında kıpırtı başlar. Ceren bir çırpıda, yılların ötesine döner: ‘Sarı kuşum, güzel kuşum, papatyam!’ Papatya kızım benim, Ceren’im… Kanarya antika kafesinin içinde öter, öter, annesi şiirleri okuyup döner dolaşır evin içinde. Yemek tenceresinin içinden Mehmet Akif, salonda Ahmet Haşim gülümser. Ceren ezberlemeye çalışır bütün mısraları. ‘Sabah bülbülü bu kız, Ceren!’ Babaannesi böyle söyler. Anneannesi, torununun bebeklerine elbise dikmektedir. Babası, papatya kızım benim, Ceren’im!” (T: s.12.)

İnsanın kendini güven içinde hissettiği çocukluk günleri ve aile ortamı, bugünün dünyasından bunalıp üstesinden gelinemeyecek sıkıntılara maruz kalındığında sığınılacak bir ana kucağı gibidir. İnsanın kendine ve çevresine ait ilk imgelerin geliştiği mekân olan ev, bu özelliğiyle sürekli açık/geniş mekân olma özelliği gösterir. Başkahraman Ceren’in ruhunun ve bedeninin sıkıştığı dar mekânlardan kaçarak kendi içine dalarak huzur bulduğu mekânları düşlediği, tutsaklıktan kurtularak özgürlüğün ve kendi oluşun mekânı olan eve sığınması, bu bakımdan oldukça anlamlıdır.

Ceren, düşler dışında rüya aracılığıyla da açık/geniş mekânlara ulaşır. İdrak ettiği dünyada bulamadığı huzurlu mekâna rüyada kavuşması, Ceren’in bilinçaltıyla ilgili önemli ipuçları verir; “uykuda ruhsal

yaşamın etkinliğini sürdürmesi”188

olan rüyalar, kişinin doyurulmamış, bastırılmış duygularını açığa

çıkararak; “bir isteğin hayalde gerçekleşme biçimi almasına olanak sağlar.”189

Yaşadığı mekânlarda kendini anlamlandıramayan Ceren, kendisi ve çevresiyle olan çatışmadan uzaklaşacağı mekânı rüyalarında bulur;

“Ceren, uyudu. Rüyasında o küçük evi gördü: İki odalı, minnacık salonlu bodrum katını. Ceren’in her gün baştan aşağı silip süpürüp sobasını yaktığı evi. ‘İyi bu evi görmem, iyi.’ Diye düşündü uyanmadan.

O zaman yeni evlenmişlerdi. Orhan yedek subaylığını yapıyordu. Ne kadar az paraları vardı! Ay sonlarında Ceren birikmiş yoğurt kâselerini, gazoz şişelerini falan satıp yiyecek alırdı. Maaş küçük olduğundan zahir, aybaşlarında Orhan parayı karısına verip idare etmesini söylerdi. Genç kadın da yarım kilo kıyma ile üç çeşit -hem de leziz- yemek yapıp ev kadınlığı ile övünürdü. Bir yerlerde, derinde, kendini, yaptığı işlerden dolayı kendini küçümsemese, belki övünme gereği duymayacaktı. Gencecikti, gazetelerde, dergilerde bol bol, ‘İyi eş misiniz?’, ‘Kocanızı mutlu ediyor musunuz?’ başlıkları altında halk için, halka ahkâm kesen yazıları okuyup salık verilen kuralları ezberlerdi.” (T: s.12.)

Ceren’in rüyasında gördüğü ve açık mekân özelliği gösteren ev, çok tafsilatlı tasvir edilmese de, bir anlam ve bir özelliğe sahiptir, buna bağlı olarak önemli mesajları içinde saklar. Rüya yoluyla anlatılmak istenen; “kişiliğin somut gerçekleri ile ilgilidir.”190

Tutsak’ta ev dışında açık-geniş mekânlar, norm karakter Tarık’ın anlatımları içinde belirir. Tarık’ın çocukluğunun geçtiği Kerkük ile Türklerin yoğun olarak yaşadığı Erbil, Musul, Altınköprü, Süleymaniye gibi yerler; Tarık’ın gerçekleştirmeye çalıştığı Turan ülküsünün hükümferma olacağı yerler de geleceğe dönük açık/besleyici mekânlar olarak değerlendirilebilir.

2.2.3.7.Şahıs Kadrosu

2.2.3.7.1.Başkişi/Başkahraman

Tutsak’ta, dramatik aksiyona yön veren ve tematik gücün oluşmasını sağlayan, romanın en önemli karakteri, “dinamik anlatımın oyun kurucu(su)”191 olarak romana derinlik kazandıran, iç dünyası ve

hayatı en ayrıntılı bir şekilde belirtilen karakter, Ceren Erbilli’dir. Romanın kurgu dünyası içinde ayrıntılı bir şekilde hayatı işlenmeye çalışılan, kendisi ve toplumla, diğer kahramanlarla çatışma yaşayan, bu çatışmalar neticesinde yer yer değişme tezahürleri gösteren başkahraman, diğer kahramanları etkiler ve onlardan etkilenir. Bu özelliğiyle romandaki tüm ilişkiler ağı başkahramana bağlı olarak şekillenir.

Zevk ve eğlencenin esiri olmuş, kendilik değerlerinden uzaklaşmış bir toplumun içinde kendi olmak ve ötekileşmemek için mücadele eden Ceren, ruhunu bu toplumun örgülediği dünyadan kurtarmak için resim yapmaya sığınır ve eşi Orhan’ın amcası oğlu Tarık’la tanıştıktan sonra, Tarık onun için tek kurtuluş ve yaşama bağlılık kaynağı olur.

189 Sigmund Freud, a.g.e, s.34.

190 Erich Fromm, Rüyalar, Masallar, Mitler (Çev.Aydın Arıtan, H.Kaan Ökten), Say Yayınları, İstanbul 2014,s.43. 191 Roland Bouneur ve Réal Quellet, Roman Dünyası ve İncelemesi, s.153.

Romanda fizikî özellikleriyle fazla tanıtılmayan Ceren; yeşil gözlü, çok güzel ve zarif biridir. Evliliğinin ilk yıllarında kendisine dış görünüm olarak dikkat etmeyen Ceren, şimdi dış görünümüne dikkat eden ve bunu önemseyen biridir; “onunla ilgili fizikî tasvirler yüz ifadesinde ve özellikle gözlerinde yoğunlaşmaktadır. Ceren’in ruh durumuna göre değişen gözleri ve bakışları, onun iç

dünyasının aynası gibidir.”192

Başkahraman Ceren; fizikî özelliklerinden ziyade iç dünyası, kendisi ve çevresiyle yaşadığı çatışmalar, bu çatışmalar neticesinde uğradığı ruhî değişim ve dönüşümler, kendine ve hayata dair anlam arayışı, kendisi ve toplumun tutsağı olmaktan kurtulma çabalarıyla ele alınır.

Orhan Erbilli’yle yaptığı evlilikte umduğu mutluluğu bulamayan Ceren, kendisiyle zıt karakter özelliklerine sahip Orhan’la anlaşamaz ve evliliğinde sürekli bir yalnızlık yaşar. Sanatkâr bir ruha sahip olan ve resimle uğraşan, Devlet Resim Sergisi’nde iki defa derece alan Ceren; sanattan haz etmeyen, sanatçıya değer vermeyen, kadın ruhunu iyi okuyamayan, kadınlara sadece fizikî ve cinsî olarak ilgi duyan, zevk ve eğlence düşkünü, çoğu zaman eve sarhoş gelen, sorumluluk duygusundan mahrum Orhan’ın kendisine karşı davranışlarını samimî bulmaz. Orhan’ın kendisine karşı ilgisizliği, onun arkadaş çevresine katılmak istemeyişi neticesinde ruhunu dolduramayan Ceren, yalnızlığa düşer, sıkıntılardan kurtulmak için bazen alkol kullanır; Mogadon, Mergal, Libriyum, Eguanil gibi sakinleştirici ilaçlar alır. Ceren’in eşi Orhan’ın kendisi ve çocuklarına karşı ilgisizliği, geceleri eve geç gelmesi veya gelmemesi, başka kadınlarla kendisini aldatması, Ceren’in uzun süren ruhî bunalımlar yaşamasına neden olur. Bu bunalımlar, Ceren’in rüyalarına da yansır. Bir rüyasında gördüğü, yatak odasını basan el büyüklüğünde, sert kabuklu, pembe böcekler, Ceren’i olumsuz etkiler. Rüyasında bu böceklerin hepsini öldürür; fakat tüm uğraşlarına rağmen bir tanesini bir türlü öldüremez. Ceren’in gerçek hayatındaki durumlar, rüyada sembollere dönüşerek gerçeklik kazanır. Ruhsal bir oluşum olan Ceren’in bu rüyasındaki düşsel imge parçası, bizi onun geçmişine ve bilinçaltına götürür; “rüya, bizimle simgesel bir sözlük aracılığıyla iletişim kurar, yani iletişim araçları imgesel ve doyumsal görünümler, düşünceler, yargılar, kavramlar, zorlamalar, eğilimlerdir. Düş, bilinçaltı etkinliğinden kaynaklanarak orada uyuklayan içeriklerin tanıtımını gerçekleştirir. Kuşkusuz bilinçaltındaki tüm içerikleri değil; yalnızca, çağrışım yoluyla harekete geçen ve bir anlık bilinç durumuyla ilinti kuran içerikleri gün ışığına çıkarır.”193

Ceren, rüyasında gördüğü sert kabuklu, pembe böcekleri Orhan’ın kendisini aldattığı kadınlar olarak yorumlar. Öldüremediği böceği ise nişanlısını aldatmak da bir beis görmeyen ve Orhan’la ilişkisi olan Fatma olduğuna inanır.

Kullandığı ilaçlar da içine düştüğü yalnızlıktan onu kurtaramaz. Ceren, yaşadıkları karşısında tutunacak bir dal bulamaz;

“-Çocuklar iyi kahvaltı ettiler mi?

192 Ayşe Nur İslam, Emine Işınsu’nun Sekiz Romanında Şahıslar Dünyası, s.211. 193 Carl Gustav Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş, s.185.

-Ettiler, kız iyi yedi ya, iki yumurta, iki dilim yağlı ekmek. Oğlan yemedi, yumurta ile oynadı durdu, hiç söz dinlemiyorlar, hiç… Sen olsan başlarında!

‘Ben olsam başlarında. Ben olsam başlarında, çocukların başlarında olsam… Evime sahip olsam… Bir gün de yapacak işim olsa! Olsam! Ben? Bunca perişanlığım, kaybolmuşluğum… Nedendir Tanrı’m? Avuçlarımı alabildiğine açık tutacak hiçbir şeyim yok, yok, yok! Ceren içinden çığlıklar attı: Tanrı’m tutunacak bir dalım olsa…

Kendine güvenebilseydi ve özüne değer verseydi, çırpınır mıydı böyle bir dal için? Güveni ve değeri, o ince, o beyaz, ince örümcek parmakların parçaladığını bilmiyor muydu sanki genç kadın? Avuçlarını zorlayıp açtığını ve öyle açık bırakmaya çalıştığını kocasının… Bilse de bilmezden gelmek, düşünmemeye çalışmak; işte sığınıverdiği geçici liman ki huzursuzluk, karanlık.” (T: s.22.)

İnsanın mutluluğunu inşa edeceği en önemli merhale olan evlilik hayatında, mutluluğu yakalayamayan Ceren, oysa evlendiğinde eşi Orhan’a; şefkat ve merhamet bekleyen, içini açmaya, kendisini sevgiye adamaya hazır bir küçük kız gibi uzanır. Orhan ise Ceren’in bu sevgi, şefkat ve merhamet bekleyen yönünü tatmin edemez. Zayıfın karşısında daima güç göstermeyi pekiyi becerebilen Orhan’ın tüm olumsuzluklarına rağmen iyi bir eş olmaya çalışan Ceren, kocası Orhan’ın bu olumsuz tavırlarının tutsağı olur ve bu tutsaklık onu kişiliğinden sürekli tavizler vermeye sevk eder. Ceren’in Orhan’la evliliğinde yaşadığı olumsuzluklara karşı mücadele etmeyip bir anlamda tavizkâr bir tavır takınması, tercih ve tekliflerini seslendirememesi çocukluk dönemi ve yetiştirilmesiyle yakından alakalıdır. Ceren’in bugününü şekillendiren geçmişi ve özellikle yaşam karşısındaki tutumunu alabildiğine derin ve kalıcı bir şekilde etkileyen çocukluğu, evliliğinde ve insanlara karşı davranışlarında temel belirleyici olur. Zira; “çocuğun ruhsal gelişimi, günden güne daha çok, toplumun çocuğa karşı

davranışlarının damgasını taşır.”194

Ceren, çocukluğundan bu yana karşısındakinin ne istediğini bulup çıkarmaya çalışmaktan kendisinin ne istediğini anlamaya vakit bulamamıştır;

“Annem üzülmesin… Babam kızmasın… Ablam bağırmasın! İlk endişeleri… Ona, kendi hakkını müdafaa edemeyecek kadar sessiz ve yumuşak başlıdır, dediler. Bunu meziyet saydı. Annesi cümleye ballandıra ballandıra anlatırdı. ‘Kedi bardağı kırmış, ben Ceren sandım, azarladım. Sesini bile çıkarmadı, ben kırmadım diyemedi… Benim kızım bu kadar yumuşaktır, bu kadar sakin ve tatlıdır, canım kızım.’ Sonra bir metih: ‘Daha ilkokul ikideydi, sınıf geçtiği zaman, sana mükâfat ne alayım diye sordum, ayakkabı diye cevap verdi. Ablası, aptal mısın, nasıl olsa alınacak ayakkabı, diye ısrar etti; bu kadar düşüncelidir bu çocuk. Ayakkabıyı sever, doğru fakat o günlerde parasız olduğumuzu biliyordu, yeni bir masraf yüklemek istemedi, bu kadar düşüncelidir bu çocuk…’ Böylece Ceren’in şuuraltı düşünceleri berraklık kazandı, kendi isteklerine rağmen, annesinin bütçesini düşünmeyi bir vazife kabul etti. Bu yüzden arzularını, kaprislerini, hatta çocukça şımarıklıklarını içine gömmeyi pek tabi buldu. Ancak düşünceli bir çocuk olduğu müddetçe, ailesinin kendisini kabul edebileceğine dair bir his, kuvvetle büyüyordu içinde. Düşünceli demek de şüphesiz, karşısındakinin arzularını önceden keşfetmek; özü, yüreğine rağmen de olsa davranışlarını, arzularını bu keşiflere göre ayarlamaktı!” (T: s.39-40.)

Ceren’in altı yaşında yaşadıkları, omuzlarında gittikçe artan yük, herhangi bir itirazının dikkate alınmaması, yaşantısını gölgeler ve bir tortu gibi birikip ağırlaşmaya başlar. Susmayı ve içine kapanmayı öğrenir. Sevgi gösterilerini, kendisine yapılan iltifatları kuşkuyla karşılamaya başlar. Orhan’la evlendiğinde baba evindeki mesuliyetinin daha da ağırlaşarak devam ettiğini hisseder.

“Orhan üzülmesin, onun istediği olsun, kızmasın, bağırmasın. Çocukları üzülmesin, ağlamasın, ihtiyaçları karşılansın.” diye kendini, kendi isteklerini sürekli ihmal eder. Ceren’in alt-bilinç tabakasının altındaki kişisel derin bilinçdışı, bugününe hükmeder. Ceren’i sarsan çocukluk olayları, yavaş yavaş dramatik sistemlerde kristalleşir; “kendi arzularına ve eğilimlerine ters düşen etkilere ve telkinlere uğrar. Bu ise çatışmalara ve psikolojik travmalara yol açar. Çocuk ve yetişkin birey bunları daha sonra artık anımsamaz, ama kendileri bilmeden sürekli olarak davranışlarında kendini gösterir.”195

Ceren, evlilik ve sosyal hayatındaki sessiz fırtınalar içinde bir türlü kendi olamaz. Eşinin, çocuklarının ve çevresinin tutsağı haline gelir. Sürekli onları mutlu etmeye çalışarak kendini ihmal eder. Bunun neticesinde iç dünyasında bir çatışma yaşar. Bu çatışmayı aşamayınca hayatında tıkanmalar yaşar, varoluşsal anlamsızlığa sürüklenir. Ceren’in hayatındaki anlam eksikliği, hayatın anlamını bulamanın