• Sonuç bulunamadı

4. DĠNÎ HAYAT

4.1. Din Adamları ve Görevleri

Gayrimüslimlerin kendi ibadetlerini icra hakkı verilmesi, zimmet politikasının ve eman anlayışının bir sonucudur. Yükümlülüklerini yerine getirme şartıyla kendilerine İslâm Devleti içinde yaşama hakkı verilen gayrimüslimlerin kendi dinlerinin vecibelerini yerine getirmesi de ahitname ile garanti altına alınmış haklardandır. Dolayısıyla dinî ve inançsal ihtiyaçlara bakmak ve aynı zamanda devlet nezdinde cemaati temsil ve idare etmek üzere din adamlarının ve onlara bağlı görevlilerin bulunması gerekmektedir. Osmanlı Devletinde cemaatlerin teşkilatlanması bu şekilde mümkün olmuştur. Osmanlı Devleti dini liderleri atamak ve azletmek selahiyetini elinde bulundurarak kendine bağlı görevliler olmak üzere teşkilatlanmayı sağlamıştır (Bozkurt, 1988).

Teşkilatlanmanın başında millet sisteminin uyulanışı bahsinde anlatıldığı üzere İstanbul‟daki otoritelerin bulunduğu düşünülmektedir. Genel olarak Ortodoks kilisesi hiyerarşisi patrik, metropolit piskopos (başpiskopos), piskopos şeklinde devam etmektedir. Bunların yanında bazı ara görevler de bulunmaktadır. Klasik dönemde İstanbul, Kudüs, Antakya, İskenderiye ve Tur-ı Sina olmak üzere 5 patriklik mevcuttur. Bunların altında ise eyalet teşkilatlanması bağlamında lider durumundaki metropolitler yer almaktadır. Patriğin vekili durumundaki metropolitlerin birçok papazlık bölgesi bulunmaktadır ve buralarda çok sayıda papaz görev yapmaktadır. Dikkat çekici bir nokta, kiliselerde birden fazla papaz olabilmesi ve bunların yardımcısı mesabesinde görevlilerin mevcudiyetidir. Mahalle örgütlenmesi içerisinde değerlendirilen papazların cemaatle ilgili tüm işlerde karşımıza çıkması da klasik Osmanlı uygulamasıdır (Kenanoğlu, 2004: 150).

Ermeni kilisesinde ise patrik veya katolikos denen bir üst yetkili bulunmaktadır. Bunun vekili olan başpiskoposlar eyaletlerin başında bulunmakta ve onların altında olmak üzere her eyalette birçok piskopos görev yapmaktadır. Bu arada bağımsız özel Ermeni kiliseleri de bulunmaktadır ve bazı kiliselerin yetkilerinin diğerlerinden farklı olduğu görülmektedir. Örneğin kutsal mesih yağını kutsayan yalnız iki kilise

bulunmaktadır. Ermeni papazlarının durumu da Rum olanlarla benzer özellik göstermektedir (Kenanoğlu, 2004: 151).

Burada vurgulanması gereken noktalardan biri, dini liderlerinin yalnız kendi bölgelerinde cemaatleriyle ilgili işlerden sorumlu ve yetkili oluşlarıdır. Kendi görev alanlarının dışına müdahale edememeleri için, gerektiğinde Osmanlı yetkilileri de devreye girebilmektedir. Bu durumun özellikle alacakların tahsili, vergi toplanması hususunda kadıyı ilgilendirdiği görülmektedir (Kenanoğlu, 2004: 155).

Yahudi cemaati ise Rum ve Ermeni cemaatlerinin aksine tek ve birleşmiş bir teşkilat yapısına sahip değildir. Cemaatler, “kahal” adı ile bağımsız, kendini yöneten küçük topluluklar durumunda bulunmaktadır. Bu topluluklarda uygulanan kurallar da tektip değildir, topluluğun adet ve göreneklerine göre farklı hatta birbiriyle çelişen özelliklere sahiptir. Bu noktada dini meselelerde bile farklılık gözlenmektedir. 17. yüzyıldan itibaren belli kasaba ve şehirlerin hahamları arasında daha yetkili kılınan hahambaşıların teşkilatlanmayı bir ileri dereceye taşımasına kadar her bölgede cemaatler kendi hahamları ile yönetilmeye devam etmişlerdir (Shaw, 2008: 75).

Cemaat liderlerinin hem günlük hayatla hem de dini meselelerle ilgili olan geniş yetki alanı, onları güçlendiren bir tavır olarak değerlendirilmiştir. Gerçekten de cemaat liderlerinin idari, mali, adli, cezai yetkileri bulunmakta bunun yanısıra özel hukukun kapsamındaki meselelerle ilgilenmektedirler (Levy, 1992; Bear, 2004). Diğer taraftan devletin bu kararının muhalif bir cemaat örgütlenmesini engelleyici fonksiyonu üzerinde durulmuştur. Buna göre farklı dini, mali ve idari örgütlenme katmanları yaratmak muhalefet oluşturacak şekilde birlikte hareket etmeyi de önlemeyi amaçlamaktadır. Bu cümleden olarak cemaatlerde dinî liderler dışında voyvoda, kocabaşı ya da vergi tahsildarları istihdam edilmesi bu cemaat elitinin gücünü dağıtmaya yaramıştır (Barkey, 2011: 192-196).

Din adamlarının çoğu, mahallelerde olduğu gibi sosyal hayatın devam ettiği yerleşim merkezlerinde ibadethanelerde dini işlerin yürütülmesinde sorumlu olduklarından görev yaptıkları mahallede ikamet etmekteydi. Fakat yerleşim merkezlerinin uzağında inziva için tercih edilen manastırlarda görev yapan keşişler de bulunmaktaydı ve bunlar manastırlarda münzevi bir yaşam sürmekteydi.

Bursa‟daki örnekte olduğu gibi bazı yerlerde ise manastırların keşişlerinin eskinin aksine manastırda değil, manastırın yakınındaki şehirde yaşadıkları ve her gün manastırlarına görevlerinin başına gittikleri anlaşılmaktadır (Lowry, 2004: 45). Din adamlarının entelektüel seviyeleri bakımından merkezde olanlar ile taşrada olanlar arasında fark bulunmaktadır. Bu farkı yaratan ise temelde eğitim durumlarıdır. Çünkü merkezdekilerin aksine taşradaki din adamları ruhban okullarında yetişmiş değildir. Onların rahip olmak için yaptıkları tek şey, başka bir papazdan, gereken dini metinleri ezberlemek olmuştur. Bu durumun özellikle patrikhane ile kiliseler arasındaki bağların zayıf olmasına yol açtığı düşünülmektedir. Yine de gayrimüslim din adamlarının zaman zaman kendi bölgeleri dışında düzenledikleri faaliyetler Osmanlı ülkesi içindeki kilise ağlarını güçlendirme işlevini yerine getirmektedir. Örneğin Aynaroz ve Sina‟daki Katharina Manastırı keşişleri Eflak ve Boğdan gibi bölgelere devlet izni ile ve patriklerinin bilgisi dahilinde geziler düzenlemekteydiler. Amaçları kilise için yardım toplamak olsa bile böylece hem kiliseler arası iletişimi sağladıkları hem de buralarda kilisenin gücünün yaygınlaştığı imajını verdikleri düşünülebilir (Faroqhi, 2005: 78-79).

Gayrimüslim din adamlarının vergilerden muaf olduğuna dair pek çok kayıt bulunmakla birlikte bu uygulamanın da Osmanlı Devleti'nin her yerine ve her dönemine genellenemeyeceği anlaşılmaktadır. Örneğin Bursa‟daki Ermeni din adamlarının 1691 tarihine ait divana yaptıkları şikayet kaydı ve sonucundaki karar, bunlardan cizye istendiğini ama şikayet olunca eskiden olduğu gibi alınmamasına karar verildiğini göstermektedir. O halde en azından bu tarihe göre din adamlarına cizye muafiyeti getirildiği dönemler bulunduğu sonucu çıkarılabilir1 (Karataş, 2005).

1 Yasemin Demircan'ın Limni Adası'nın 16. yüzyılın ikinci yarısında tertip edilen tahrir defterlerindeki tespitlerine göre, köylerde yaşayan din adamlarından cizye ve ispençe alındığı ancak manastırlarda görevli olan keşişlerden vergi alınmadığı anlaşılmaktadır (Demircan, 2012). Ayrıca Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki Harput, Çemişkezek gibi sancaklarda gayrimüslimlerin din adamlarından da “cizye-i marhasiye” adıyla vergi alındığı görülmektedir. (Ünal, 2014: 200.)