• Sonuç bulunamadı

Soğuk Savaş’ın bitimi iki kutuplu yapının “güç dengesi”ni sona erdirmiştir. “Öteki” olarak belirlenen Sovyet Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ideoloji temelli çatışmalar kültür temelli çatışmalar kimlik temelli çatışmalara yönelmiştir. Medeniyetler çatışması tezi de Soğuk Savaş süresince oluşan güvenlik paradigmalarının gene sürmesini öngörürken, çatışmanın kültürel düzeyde medeniyetler arasında yaşanacağını ifade etmiştir (Keyman, 2011: 15). Keyman (2011: 17) 11 Eylül terör saldırısı sonrası ABD’nin İslam’a yönelik algısına yönelik olarak “… 11 Eylül ABD dış politikasının İslam’la girdiği ikilemli ilişkinin İslami kimliği hem bilinmesi gereken “kültürel bir nesne” olarak tanımladığını, hem de bilinmeyen, denetlenmesi gereken (düşman) öteki olarak kodladığını söyleyebiliriz” sonucuna varmaktadır. Böylece İslam Said’in de belirttiği gibi nesne haline getirilmekte hem de kendinden olmayan olarak ötekileştirilmektedir. Bu bağlamda, bir din ve ona inananlar nesne haline getirilerekten hem edilgen konuma indirgenmekte hem de ABD’nin teröre karşı kisvesi altında yürüteceği politikalar meşrulaştırılmış olmaktadır.

Keyman (2011: 19-23) “öteki” konusundaki yaklaşımları dört farklı model çerçevesinde incelemektedir:

1) Ampirik/Kültürel bir Nesne olarak Öteki: Burada öteki hakkında bilgi elde edilen ve açıklanması gereken bir nesne konumundadır. Farklılığa nesne olarak yaklaşılmasıyla farklılık tarihselliğini yitirir ve özgün halini kaybeder.

2) Bir “varlık/varoluş” olarak Öteki: Uluslararası ilişkiler kuramları ve birçok yorumlayıcı ve varoluşçu söylemde Öteki’yi hem varlık olarak ele alırken, hem de Öteki’nin modern benliğin oluşumunda etkisini “ görünmeyen benlik” olarak belirtmektedir.

3) Söylemsel bir Kurgu Olarak Öteki: Burada Öteki’nin söylemsel olarak incelemesini Said Oryantalizm eserinde çözümler. Aydınlanma sonrası Avrupa kendi kimliğini Doğu’ya karşıt olarak konumlandırarak oluşturmuştur. Oryantalizm ile Batı söylemsel

olarak Doğu’yu karşıt kimlik olarak oluşturarak kendi hegemonyasını da kurar. Böylece Öteki olarak Doğu Avrupa’nın bir parçası haline getirilmiş olur. Keyman’a göre Said ötekinin oluşturulması bağlamında önem verdiği noktalar şunlardır:

(…) oryantalizm Batı-Doğu, Birinci Dünya-Üçüncü Dünya, Kuzey-Güney, modern-geleneksel arasında çizilen epistemolojik ve ontolojik karşıtlık temelinde hareket ederken, yapılan farklı olanın açıklanması ya da anlaşılması değil, aksine Batılı modern benliğin anlatılması, onun normatif öncüllüğünün, bireyselliğinin ve akılcılığının meşruiyetinin sağlanmasıdır. Bu anlamda, oryantalizm Doğu’yu ya da geleneksel olanı anlatmaz; onu Batı gözüyle kurar ve bu benliğin dünya üzerinde hegemonyasını kurma süreci içseldir. Sonuçta, Öteki bir nesne ya da varlık değil, “söylemsel bir kurgu”dur.”

4) Farklılık olarak Öteki: Burada da Said’in Doğulu öznenin söylemsel bir kurgu olduğunun yanı sıra aynı zamanda tarihsel ve kültürel olarak kurulmuş bir farklılıktan da bahsedilir. Burada öteki farklılık olarak görülerek kavramsallaştırılır.

Türk Dil Kurumu’nun yaptığı “öteki” tanımlaması 3 farklı şekilde yapılmıştır: İlki “diğeri, öbürü”, ikincisi “ sözü edilen veya benzer iki nesneden önem ve konum bakımından uzakta olan” ve üçüncüsü de “mevcut kültürün içinde dışlanmış olan” olarak tanımlanmıştır (www.tdk.gov.tr., erişim tarihi, 16.04.2015).

Küreselleşen dünyada “kimlikler” ön plana çıkmakta ve Zygmunt Bauman bu durumu “kimlikler çağı” olarak adlandırmaktadır. Küreselleşmeyi yerelliği sürdürmek için hayati önemdedir ve yerel kurumsallaşarak küreselleşmenin ayrılmaz bir parçası hale gelir (Kızılçelik, 2001: 13-14).

Seyla Benhabib’in çalışmasında Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları adlı kitabından yaptığı alıntı dikkat çekicidir (Arendt, 1951, 1668: 177, Benhabib, 2006: 61):

(…) Kişinin doğduğu topluluğa ait olması doğal bir durum olmaktan çıktığında ve o topluluğun tabiyetinde bulunması bir seçim olmaktan çıktığında ya da suç işlemediği sürece, belli bir durumda iken diğerlerinin kendisine olan tavırları bu kişinin ne yapıp ne yapmadığına bağlı olmadığı takdirde, vatandaşların hakları olan ve özgürlükle adaletten daha temel olan bir şeyler tehlikede demektir. Bu aşırılık yalnız ve yalnız, insanların insan haklarından mahrum kalması durumudur. İnsanlar özgürlük hakkından değil hareket hakkından, istediklerini düşünme hakkından değil, görüş bildirme hakkından mahrumlar… Hakka sahip olma hakkının varlığından (ve bu, bir kişinin eylemleri ve görüşleri ile yargılandığı bir çerçevede yaşaması anlamına gelir)

ve örgütlenmiş bir topluluğa ait olma hakkından, ancak yeni küresel politik koşullar nedeniyle haklarını yitiren ve geri kazanamayan milyonlarca insan ortaya çıktığında haberdar olmaya başlıyoruz.”

Modern siyasal toplumun ortaya çıkması ile beraber Öteki ile ilgili iki temel yoldan bahsedilmektedir. Bunlardan ilki farklılıkların belirlenmesine, Öteki’nin dışlanmasına dayanır. Burada insanlar Ötekini değerlendirirken bunu kendi kültürel bağlamı içinde yaparlar. Öteki, insanın kendinden, kendi kültüründen daha aşağıda bulunur ve hep o şekilde kalır. Öteki asıl olandan eksik olarak konumunu sürdürür. Farklılaştırıcı tavır sert bir şekilde Öteki’nin ret edilmesini öngören özgün bir yapı ortaya çıkarmıştır. Öteki ile kendisi arasındaki farklılıklar bu farklılıkların dışlanması ve ortadan kaldırılması ile sonuçlanmıştır. İkinci durumda ise evrenselcilik ilkesi temel alınmaktadır. Bu ilke insanoğlunun birliğini ön plana alırken, aynı zamanda insanların eşit olduklarını ifade eder. İnsanlar yetenekleri açısından eşit olmasalar da özgürlük bakımından eşittirler. Öteki burada “bir başka kendi” olarak belirtilir. Evrenselcilik ilkesinin eleştirisinde asimilasyonculuğa dönebileceği ifade edilir. Burada “Ben” “Öteki”ni kendi gibi görür ve kendi özgüllüğü içinde değerlendirir ve öteki ben gibi hareket etmelidir. Böylece öteki evrensel ben’in kültüründe asimilasyona uğrar (Schnapper, 2005: 25-27).

Howard Becker‘ın etiket kuramı “insanların eylemlerinin diğer insanların tepkileri tarafından yargılandığı ve ‘etiketlendiği düşüncesine” dayanmaktadır. Ancak bu etiketleme durumu demokratik bir şekilde işlemez. Belli birey ve kurumlar diğerlerini etiketleme noktasında daha fazla güce sahip olabilmektedirler. Medyada bu etiketleme sürecinde büyük rol oynamaktadır. Gazeteler sadece bilgilendirme kaynağı olarak işlev görmemekte aynı zamanda kamuoyunun düşüncesini de şekillendirirler (Laughey, 2010: 118-119).

Ötekileştirmenin dört fonksiyonu bulunmaktadır (Bilgin, 2007: 185-198):

1. Kimliksel işlev: Bireyler, kendi kimliklerini ötekileştirme yoluyla oluştururlar. Karşıt olan referans alınarak insanların kendi kimliklerini özümsemeleri kolaylaşır.

2. Yansıtmayla rahatlama ya da kimlik yüceltme işlevi: Ötekine yansıtılan olumsuz ve kötü niteliklerle bireyler kendi kimlikleri daha doğru ve iyi bir konuma getirmektedirler. Ötekinin kötü özellikleri insanların kendi kimliklerini yüceltmelerini ve rahatlamalarını sağlamaktadır.

3. Ötekini meşruiyet dışına atarak meşruluk kazanma:Ötekine olan olumsuz ve düşmanca tavırlar, bizatihi ötekine sergilendiğinden insanlar kendilerini haklı bir pozisyonda konumlandırmaktadırlar.

4. Sosyal düzeni koruma: Olumsuzluklar ve kötülükler ötekilere atfedildiğinden, “günah keçisi” oluşturularak mevcut sosyal düzen korunmakta ve sürdürülmektedir.

Durkheim’ın günah keçisi kuramı, ayrımcılık ve şiddet fenomenlerini açıklamak için kullanılmıştır. Kuram sıralamayla “yoksunluk-saldırganlık-yansıtma” olarak ilerlemektedir. Yoksunluk saldırganlık duygularını beraberinde getirirken, saldırganlık da günah keçisi aramaya koyulur. Bu esnada uygulanan şiddet ise stereotiplerle meşru hale getirilir (Schnapper, 2005: 136-137). Bu noktada Schnapper’ın (Schnapper, 2005:137) şu yargısı sosyal, kültürel ve politik sistemlerin oluşumunu anlamada önemlidir: “Kendi zorluklarını başkasının üstüne atmak, bireylerin ve grupların iç çatışmalarını çözmelerini sağlayan bir savunma mekanizmasıdır. Dış düşmanın varlığının, bir grubun kaynaşmasına ne denli katkıda bulunduğu bilinir”. Böylece yaratılan dış düşman ile “biz” duygusunun güçlenmesi ve pekişmesi kolaylaşmaktadır.