• Sonuç bulunamadı

ÖĞRETMENLERİN İLK GİDİŞLERİ VE YAŞADIKLARI

ÖĞRETMENLER VE ÖĞRENCİLER

1. ÖĞRETMENLERİN İLK GİDİŞLERİ VE YAŞADIKLARI

Yurtdışında açılan Türk okullarının en önemli unsurlarının başında öğretmen faktörü gelmektedir. İstenilen portföyde öğretmen olmadıktan sonra ne kadar güzel ve ne kadar çok eğitim kurumu açarsanız açın bir şey ifade etmeyecektir. Öğrenciyi yetiştirecek, okulun açılma misyonunu eda edecek, ülkemizi temsil edecek öğretmen bulmak gerçekten de zordur. Özelliklede hiç düşünmeden arkasında ailesini bırakıp dilini bilmediği, kültürüne yabancı bir ülkeye gidip öğretmenlik yapacak adayları bulmak elbette çok zor. Ama Türk okullarında bu zor işin başarıldığı görülmektedir.

Dr. Faruk Tuncer, bu öğretmenlerin ne kadar geniş bir coğrafyaya hitap ettiğini:

“Tarihin hiçbir döneminde öğretmenin bu ölçüde geniş bir kütlesel etki alanı olmadığını söylemek mübalağa sayılmamalı. Öğretmen hiçbir zaman bu kadar çok sesli, renkli, farklı dillere ve kültürlere sahip dünya coğrafyasına seslenmemiştir.”

şeklinde ifade etmektedir (Tuncer, 2005: 262). Fethullah Gülen asıl fedakarlığı öğretmenlerin yaptığını şöyle ifade etmektedir:

Bazı kimseler, öncesi ve sonrasıyla olimpiyatları falana filana, ezcümle Fakir'e bağlıyorlar. Belki bu mevzuda benim tavsiyelerim olmuştur; 'gidin' demişimdir; kime nereye 'gidin' dedim onu da unuttum. Fakat o marifet değil. Esas marifet; mücerret bir söz karşısında tereddüt etmeden çantasını eline alıp gidenlerin yaptığıdır. Ben o arkadaşların hepsinin alnından öperim.

O marifeti, meçhul bir dünyaya giden, nereye gittiğini, nasıl geçineceğini bilmeyen, gittikten sonra altı ay, bir sene maaş alamadan orada hizmet eden o arkadaşlar ortaya koydular. Onların arkasında da tarih boyunca civanmertliğiyle serfirâz olan mübarek milletimiz vardı. Bu açıdan, mesele tamamen millete aittir; onu sadece bir camiaya, bir cemaate mal etmek doğru değildir.” Mesele lisan adı altında sunulsa da, o öğretmenler gittikleri yerlere sevgi götürüyorlar; herkesi kucaklıyor ve derbeder olmuş insanların ellerinden tutup onların bellerini doğrultmalarına vesile oluyorlar. Güney Afrika'dan bir çocuk (Nicholas Bixa) anlatıyordu; "Ben kaçıyordum, okuldan da kaçacaktım. Arkama düştüler. Bana talip oldular. O okuldan mezun oldum, o okulda öğretmenim." diyor. Bunu yapıyorlar; kaçan talebenin arkasından bile koşuyor, bir kere daha, bir kere daha deniyor ve onu insanlığa kazandırmak için çırpınıyorlar. İsterse kendi ülkesinde kalsın, kendi dilini konuşsun ama onu insanlığa kazandırıyorlar. Çünkü insan, her şeyden önce Allah'ın yaratması itibarıyla insandır (www.herkul.org).

42 Okullarda eğitim veren öğretmenlerin büyük çoğunluğu ODTÜ ve Boğaziçi gibi en seçkin üniversitelerden mezun gençlerden oluşmaktadır. Türkiye'nin dört bir yanından gelen bu öğretmenler hiç tanımadıkları ülkelerde binlerce öğrenciyi eğitmek için inanılmaz bir gayret göstermektedirler. Hiç tereddüt etmeden, dünyanın en ücra köşelerinde, vatanlarından binlerce kilometre uzakta, büyük bir fedakârlıkla eğitim hizmeti veren, bilgiyle inançla, ahlakla donatılmış örnek insanlar olarak genç eğitimciler ve öğretmenler bu okulların en dikkat çekici yönünü teşkil etmektedirler (Sağlam, 2005: 33).

Eğitim kurumu açmak zordur, ancak yurt dışında, en ücra köşelerde, dilini, dinini ve kültürünü bilmediği ülkelerde, mahrumiyet bölgelerinde eğitim kurumu açmak, o ülkedeki halkın bakışıyla yabancı bir şirket olarak okula öğrenci kaydı yapmak çok farklı dilleri çözümleyerek ders anlatmak ve uluslararası olimpiyatlarda büyük başarılar kazanarak madalyaları toplamak daha da zordur. Bu zor ancak gönüllü olmakla, bunu manevi yönüne inanmakla başarılabilir. Kendi şahsi ve dünyevi zevklerini bir kenara bırakıp, inancı gereği başkaları için yaşamanın gerekliliğine inanmakla bu çile çekilebilir ve bu okullarda görev alınabilir. Ali Bulaç bu okullarda çalışan öğretmenlerin yaptıkları işe inanmışlığını şöyle ifade etmektedir: “Orta Asya bozkırlarında bin bir mahrumiyetle çalışan gencecik insanları gördüğümde, bu insanların yaptıkları işin faydasına ne kadar inandıklarını bir kere daha anlamış oldum” (Bulaç, 2008: 288).

Türkiye’nin çok farklı bölgelerinden öğretmenler, dünyanın çok farklı bölgelerinde, Türkiye şartlarından daha zor şartlar altında vazife yapmaktadırlar.

Öğretmenliği daha iyi şartlar altında, daha iyi imkanlarla ailesinin yanı başında Türkiye’de yapmak varken bir ideal amacıyla yurt dışında yapmaktadırlar. Bu ideal ve yaptıkları vazifenin yüceliğine inanmışlığın gereği olsa ki; gittikleri ülkelerde önce kendilerine tahsis edilen okul binasının inşaatında bir işçi olarak çalışmakta daha sonra da öğrenci toplayıp eğitime başlamaktadırlar. Öğretmenler sadece öğrencilerin eğitimiyle ilgilenmemekte, yaşadıkları şehrin halkına da büyük bir ilgi alaka göstererek, büyük bir özveriyle Türkiye’yi temsil etmektedirler.

43 Öğretmenlerin temin edilmesiyle alakalı Helen Rose Ebaugh’un şöyle bir tespiti bulunmaktadır: “Öğretmenler dikkatlice seçilmekte ve genellikle bunlar da, bir eğitim sürecine dahil olmaktadırlar. Zaten genelde bir kısmı Gülen’e yakın okullarda eğitim görmüş ve çoğu ışık evler diye bilinen evlerde kalmış kişilerdir”

(Ebaugh, 2010: 48). Yurtdışına çıkacak öğretmenler daha üniversiteye adım attığı andan itibaren kendilerini bir eğitim öğretimin içinde bulmaktadırlar. Kaldıkları ışık evlere gelen komşuların çocuklarına ders anlatarak tecrübe kazanmakta ve mezun olduklarında tecrübeli bir öğretmen gibi kendilerine güven duymaktadırlar.

Uluslararası Türkçe Olimpiyatları tertip heyeti başkanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam’a sorulan “Türkiye'de çok iyi okullardan mezun olanlar, o okullarda yeri geliyor para almadan öğretmenlik yapıyorlar. Bunu neden yapıyorlar?” sorusuna Sağlam şöyle cevap vermektedir:

Böyle bir örneğe Moğolistan'da rastladım. Oradaki okulda bir öğretmenle konuşurken, hangi okuldan mezun olduğunu sordum. Boğaziçi Fizik bölümü mezunuymuş. Ulan Batur 25 bin nüfuslu başkent. Senenin 2-3 ayı hariç, kar kış, 4 bin metre yükseklikte bir yer. "Ne kadar süre buradasınız" diye sordum ama, "Ne kadar sürecek sizin çileniz" gibi sordum sanırım, "Hocam biz buraya geri dönmek için gelmedik" dedi. Hayret ettim. Eşinin de Boğaziçi mezunu olduğunu söyledi. Böyle adeta mahrumiyet ülkesinde, böyle bir sözü hiç beklemiyordum. Bu öğretmenler çok idealist, inanmış insanlar (Aytaç, 2010: 148).

Mezun olup yurtdışındaki okullara öğretmenlik yapmak için gitmek isteyenleri bekleyen en büyük problem ailelerinin iknası olmaktadır. Hiçbir ailenin doğal olarak üniversiteden yeni mezun olmuş evladının Türkiye’de öğretmenlik yapabilecekken uzak diyarlarda öğretmenlik yapmasına gönlü razı olmaz. Hele birde gidilecek ülke, gelişmemiş ve iç savaşın olduğu bir ülkeyse bu daha da zor olmaktadır. Ne var ki aileler, mesele eğitim olunca birde bu eğitim götürülecek yerlerdeki insanların mahrumiyeti ve mazlumiyeti olunca izin vermektedirler. Bunun da ana sebebi Anadolu insanının ruh ve mana köklerinden aldığı yaşatmak için yaşama duygusudur. Bu ülkelere sadece yeni mezunlar değil her yaşta öğretmen gitmektedir. Kimisi milli eğitim kadrosundan istifa ederek kimisi beklide yüksek maaşla çalıştığı özel okullardan istifa ederek gitmektedirler. Kimi zamanda evli olanlar beraberinde yaklaşık 1 yıl eşini ve çocuklarını götürememekte ve ayrı kalmaktadırlar. En büyük sıkıntıyı ise ülkeye ilk gidenler çekmişlerdir.

44 Türkiye’nin değişik coğrafyalarından ve kaliteli üniversitelerden bu ülkelere giden öğretmen ve idareciler dünyanın en zor şartları altında çalışıyorlar. Daha fazla bir ücretle aynı işi Türkiye’de çok rahat bir ortamda yapabilecekken idealleri gerçekleştirme adına bu ülkelere gitmektedirler. Gittikleri ülkelerde öğretmenlikten önce okulun hazır olması için inşaat işçiliği yapmaktadırlar. Birçok gazeteci yazar bu ülkeleri gezerken inşaatta çalışan öğretmenlerle karşılaşmışlardır. Kimileri anne-babasını, kimileri de eşini ve çocuklarını arkada bırakarak gitmişlerdir. Örneğin İbrahim Tatar, 2005 yılında eğitim hizmetleri için Kongo'ya ilk gidenlerden. Her dört çocuktan bir tanesinin sıtmadan öldüğü, genel yaş ortalamasının 40 olduğu Kongo'da ilk okulun açılması kolay olmamaktadır. Burç FM’de yayınlana sıfır merkez isimli programda yurtdışına Türk okullarında çalışmak üzere çıkan öğretmenler kendi hikayelerini anlatmaktadırlar. Bu programdan dinlediğim Kongo’ya giden İbrahim Tatar’ın hatıralarını paylaşacağım.

İbrahim Tatar, Nevşehir Ürgüp 1971 doğumlu. İlkokulu köyde okuduktan sonra, liseyi yatılı Mersin İHL'de okumuş. Daha sonra Marmara İlahiyat Fakültesi'ni kazanmış ve 6 yıl kadar öğretmenlik yapmış. 3 çocuğu var. Şu an hayatımızı Kongo'da devam ettirmektedir. 2005 yılında öğretmenlik yaparken Kongo sayfası sürpriz bir şekilde açılmış oldu. İstanbul'da, çocukları okumaktadır. Kongo'daki eğitim hizmetleriyle ilgili bir durum söz konusu olunca istifa ediyor ve ilk tayini çıktığında: “Kongo'ya giderken çok kolay olmadı. Kongo neresidir, nerededir, orada bir arkadaşımız var mı dediğimizde ilk gidenlerin bir arkadaşla beraber bizim olduğumuzu öğrendik” demektedir (www.burcfm.com.tr).

İşin duygu ağırlıklı kısmı havaalanından itibaren başlamaktadır. Çocuklar babalarını uğurlamak için havaalanına geliyorlar ve vedalaştıktan sonra son kontrolün yapıldığı pasaport kısmına geçen Tatar, pasaportunu uzatıyor ve: “Kontrol yapılırken birde baktım, üç tane çocuğum, elimden, ayağımdan, bacağımdan sarılmış bırakmak istemiyorlar. Kendilerinden geçmiş ağlayarak; “baba ne olur bizi bırakma”

diyorlar.” Annelerinin de yardımıyla çocuklar teskin edilmekte ve Tatar; Kongo’ya uçmaktadır. Bu iş insanlığın yararına, insanlığın çok ihtiyaç duyduğu eğitim

45 konusuyla alakalı bir görev, bir vazife, bir sorumluluk olduğu için İbrahim Tatar bu ayrılığa katlanmaktadır (www.burcfm.com.tr).

Diğer arkadaşıda uçakla Nairobi’den gelmektedir. Kongo’da Fransızca konuşulduğunu öğrenmiş ama kendisi Türkçe ’den başka hiçbir dil bilmemektedir.

Artık Fransızcayı da Kongo’da öğrenmeyi planlamaktadır. Pasaport kontrolüne geldiği zaman hem uzun süreli vize aldığı hem de “beyaz adam” olduğu için çok rahatsız olmakta ve çok detaylı bir sorguya almaktadırlar. Türkçe ‘den başka bir dil bilmediği için sorulan sorulara cevap vermek de mümkün olmamaktadır. Uzun bir sorgulama süreci geçmiştir. Kongoluların, beyaz insana karşı; içlerinde yaşamış oldukları talihsiz hadiselerden, hor ve hakir görüldüklerinden, ezilmişliklerinden ve sürekli olarak sömürüldüklerinden dolayı bir öfke ve nefret var. Bundan dolayı daha da çok üzerine gitmektedirler. O anki durumunu Tatar şöyle ifade etmektedir: “Bu sırada bir beyaz görsem de yardım istesem diye bakıyorum. Bu sırada karşıdan iki beyaz gördüm, onlara "Siz Türk müsünüz?" diye sordum. Onlar "evet" dediğinde büyük bir sevinç içindeydim.” 15 milyonluk başkentte elçiliğimizde çalışan birkaç Türk karşısına çıkmıştı. Onların yardımıyla bu sorgudan kurtulmuştur (www.burcfm.com.tr).Tatar beyaz insana karşı olan öfkelerini şöyle anlatmaktadır:

Birçok defa gittiğimiz yerlerde, kaldığımız yerlerde öldürme işaretleri yapıyorlardı. Ama biz dövene elsiz, sövene dilsiz, onlara muhabbetle baktık.

Bizlere taş atan insanlara gül atma hissiyle davrandık. Zamanla onların yerel dilleriyle güzel mukabelelerde bulunduk. Onlar da bizden bunları duyunca özür diliyorlardı. "Biz sizi başka insanlarla karıştırmışız." diyorlardı.

Belçikalılar tarafından sömürülmüşler. Kongo'nun nüfusu 60 milyon.

Yüzölçümü Türkiye'nin üç katı büyüklüğünde. Başta bakır, elmas madenleri olmak üzere dünyanın en büyük madenleri bu ülkede. Amazon ormanlarından sonra en büyük ormanlar bu ülkede (www.burcfm.com.tr).

Ramazan ayı geldiğinde Ramazan ayının, güzelliklerinden istifade etmek için o güne kadar tanıştıkları ve pop star olan tercümanlarının tanıdıklarıyla, iftar yapmak istemektedirler. Nüfusunun yüzde 80'i Hıristiyan olan bu ülkede bir lokantayla anlaşıp iftarlar vermeye başlamaktadırlar. Tercümanları vasıtasıyla gazeteci, sanatçı 15 kadar insanı çağırıyorlar ama Müslümanlar hakkında kötü şeyler duydukları için davetliler biraz çekingen davranmaktadır. ABD’de yaşanan 11 Eylül saldırısından sonra Kongolularda Müslümanların terörist olduğu düşüncesi yerleşmiş. İbrahim Tatar o anı şöyle anlatmaktadır:

46 Onların ellerini sıkıp, kucakladığımızda yanlış düşüncelerinin silindiğini

hissettik. Müslüman'ın terörist, teröristin de Müslüman olamayacağını, İslam'ın emniyet ve güven dini olduğunu, Müslüman'ın elinden, dilinden bir zarar gelmeyeceğini dilimiz döndüğünce anlattık. Aynı masada, izzet ve ikramlarla yemek yemek, hayretler içerisinde seyrediyorlar. Orada beyaz adamla uçurum olduğunu gördük. Ülkemizi, Ramazan'ı, insanımızı anlattık.

Niçin geldiğimizi, eğitimin önemini anlattık. Hoşgörüyü, renk körü olduğumuzu, siyah-beyaz ayırt etmediğimizi, Allah katında insanların bir olduğunu anlattık (www.burcfm.com.tr).

Fransızca dersi vermeye gelen arkadaşlarının anlattığı şey onları çok duygulandırmıştır. Günde bir defa olmak üzere, bir gün erkek, bir gün de kız çocuklarına yemek yedirmektedirler. Yağmuru bol olduğu halde uzaklardan su taşımaktadırlar. Başkent Kinşasa'da bir hafta elektrik olmakta, bir hafta olmamaktadır. Bir Kurban Bayramı'nda hapishanedeki insanlara kurban eti gönderelim dediklerinde enteresan bir durum karşılarına çıkmaktadır. Buradaki mahkûmlar kurban eti teklif karşısında; "Biz kalabalığız ve her gün saat bir de sadece bir kaşık pilav yeriz. Günlük yediğimizin tamamı budur. Bizim alıştığımız bir sistemimiz var. Eğer siz her gün gönderebilecekseniz kabul edebiliriz. Bir defaya göndereceğiniz şeyi alamayız” diyerek geri iade etmişler (www.burcfm.com.tr).

2006 yılında Kurban Bayramında fakir insanların listesini almışlar. Oradaki emniyet güçleriyle birlikte gittikleri yerlerde uzaktan görünce insanlar; dans etmeye, sevinmeye başlamaktadır. Oradaki her insan bu beyaz insanlara tek tek dokunmak istemektedir. Dokunmazlarsa alınmaktadırlar. İbrahim Tatar onların düşüncelerini şu cümlelerle aktarmaktadır: “Beyaz insan söz verir, yapmaz düşüncesindelermiş.

Bizim gelmeyeceğimizi düşünmüşler. Biz et dağıtmaktan çok o insanlarla kucaklaşmaktan, el sıkmaktan yorulduk” (www.burcfm.com.tr). Çünkü beyaz insanın ilk defa ve yardım için buraya gelmiştir.

Türkiye'den gelen kurban yardımları, giyim ve nakdi yardımlarla buradaki fakir insanlara dağıtmaktadırlar. Beyaz insanın giremeyeceği mahallelere kurban eti götürdüklerinde de o insanlar şunu demektedir: "Biz ilk defa et yiyoruz. Etin tadının ne olduğunu bilmiyoruz." Ülkenin farklı vilayetleri var, oralara da gitmek istiyorlar.

'Buranın en fakir bölgesi neresidir?' diye sorduklarında, "Uçakla iki saat gitmeniz gerekir." demektedirler. Gidiyorlar ama kurbanlık hayvan yok, hayvanı bulsalar, taşıyacak araba yok. 3 saat yürüyerek gittikleri yerden geceleyin ormanın içinde

47 elleri boş dönmüşler. Ertesi gün buldukları bir arabayla gidiyorlar ancak patika bitiyor ve karşılarına tehlikeli olan Kongo Nehri çıkmaktadır. Ağaçtan oyma kayıklarla yağmur altında nehirden karşıya zorda olsa geçerek ve yürüyerek bir çiftliğe varmışlar. Bir kadın, ineklerinden iki tanesini satmaya razı olmuş. Nasıl geçirdiklerini Tatar şöyle anlatmaktadır: “Peki bunu nehirden nasıl geçireceğiz? İki ineği bir başka kayığa koyduk; ama inekler kayığı boynuzlayınca kayık parçalandı.

İnekleri yüzdürerek kıyıya çıkardık.” Kongolular kendileri için bu kadar fedakarlığa katlanan insanları sevmesinler de kimi sevsinler (www.burcfm.com.tr).

Tercümanlarının bir tanıdığı olan, Kongo'yu 33 yıl yöneten diktatör Mobutu döneminde milli eğitim bakanlığı (1994'te bırakmış) yapmış ve aynı zamanda avukat olan bir insanın kefil olmasıyla ve bakanlığı döneminde yerleştirdiği insanların desteğiyle devlete ait bir okulu bize 5 yıllığına tahsis etmişler. Türk okulu yapmak için de bir arsa vermişler. İnsanlar Türkiye'yi bilmiyorlar ve endişeleri var haklı olarak. Tatar onları Türkiye'ye davet etmiş. 2005 yılında milli eğitim bakanı başta olmak üzere önemli bir heyeti Türkiye’ye getiriyor ve okulları gezdirmişler. Hepsi memnuniyetle 'Size her yönüyle yardımcı olmaya hazırız. Biz bu modelleri orada da istiyoruz.' demişlerdir. Kongo genelinde 8 milyon öğrenci var ve okulların çoğunda sıra, kapı, materyal yok (www.burcfm.com.tr).

2006-2007'de Kongolu işadamlarını Tuskon'un davetiyle Türkiye'ye getirmişler. Hepsi hayranlıklar içinde ayrılmışlar. Türk insanının misafirperverliğini görmüşler. Kültürlerinde ikram bulunmamaktadır. İkramı, misafirperverliği karşısında "Biz rüyada yaşıyoruz." demişler. Daha fazla kalabilmek adına hepsi biletlerini erteletmişler (www.burcfm.com.tr).

Görüldüğü üzere dünyanın en ücra, ismini ilk defa duyduğu yerlere giden öğretmenler, başkaları için yaşama, insanlığın elinden tutma, maddi manevi yardımcı olma duygu düşüncesiyle gitmektedirler. Giderken, ülkenin dilini bilmeden, kültürünü bilmeden, tehlikelerden yılmadan, ölümü bile göze alarak gitmektedirler.

Eşlerini, çocuklarını bazen uzun süreliğine arkada bırakarak gitmektedirler.

48 Ortaya çıkan diğer bir boyut ise ülke insanında ilk andaki tepkiler yerini sevgiye hoşgörüye bırakmaktadır. İnsanlar ülkemizi tanımakta, gelip gezmekte, yerine göre beyaz insanın iyi yanı, ülkemizin yardımseverliği, misafirperverliği gösterilmektedir.

Şu anda yüzlerce öğrenciyle eğitime devam eden Kongo’daki Şafak Türk Koleji 2009 ve 2010 düzenlenen uluslararası Türkçe olimpiyatlarında altın madalya, 2011 yılında Tanzanya'da düzenlenen uluslararası bilim olimpiyatlarında gümüş madalya aldı. Okulda her milletten öğrenci bulunuyor. Öğrenciler Türkçe dahil olmak üzere 4 dil öğreniyor ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin 2012 yılında Cumhurbaşkanı Joseph Kabila'nın destekleriyle düzenlenen yılın en güzel ve temiz okul sıralamasında Fransız, Amerikan ve diğer özel okulları geride bırakarak yılın okulu seçildi (www.sondakika.com).

Öğretmenlerin ülkelere gidişi ve ülkelerdeki yaşam standartlarından ve yaşadıklarından birkaç örnek daha vermek istiyorum: Muhittin öğretmenin hikâyesi Urfa'dan başlayıp, Hindistan'ın yanı başındaki ada devlet Sri Lanka'ya uzanmaktadır.

Yaklaşık bir buçuk yıldır Sri Lanka'da yaşayan genç öğretmen, "Orada birilerinin bulunması lazım." diyerek gitmiştir. Muhittin Çoban, Urfa'nın Bozova ilçesinin Eğrice köyünde doğup büyümüş ve ilkokul ikinci sınıfa kadar köyde okumuştur.

Ortaokul ve liseyi de İzmir’de burada bitirmiş. Muhittin Çoban, Karadeniz Teknik Üniversitesi Fizik Öğretmenliği bölümünden mezun olduktan sonra Giresun'da bir dershanede çalışmaya başlamıştır. Kendisine yurtdışında çalışma teklifi geldiğinde ise hiç düşünmeden kabuletmiştir (www.aksiyon.com.tr).

Muhittin Çoban, Sri Lanka ismini ilk defa teklifi aldığı o gün duymuş.İlk başta Hindistan'ın bir eyaleti zannetmişve internette yaptığı araştırma sonrasında buranın bir ülke olduğunu öğrenmiştir. İsmini ilk defa duyduğu ülkeye geldiğinde bir hafta kendine gelememiştir. Ekvatora çok yakın olduğu için nem çok fazladır, iklimine alışamamıştır. Yemekleri ise onun için en büyük sorun olmaktadır: "Yemek konusunda ciddi problemler yaşıyoruz. Zeytin, peynir yok.Bir buçuk yıldır yemek yemiyorum.Dışarıda yiyecek olursam da otellere gidiyorum." demektedir.Kahvaltıda bile pilav yediği olmaktaama zamanla alışmaktadır (www.aksiyon.com.tr).

49 Muhittin Çoban'ın verdiği bilgilere göre, Sri Lanka halkının çoğu Simhalaca konuşmaktadır, ülkede sadece 10 Türk yaşamaktadır. Sri Lanka'da çoğu kişi Türklerin Arap olduğunu düşünmektedir. Hatta ülkede bulunan Türkiye markalı yağ sayesinde Türkiye'nin adını duyduklarında 'yağ' demeye başladıklarını hatırlatmaktadır. Muhittin öğretmen Türkiye'yi ve Türkçeyi Sri Lanka halkına anlatmaktadır.Ancak veliler tarafından en fazla karşılaştığı soru, "Neden Türkçe?"

olmaktadır.Çoban buradaki insanlara Amerika ve Asya'da Türkçenin giderek yayıldığını, ayrıca çocuklarına Türkiye'de okuma imkânı verebileceklerini söyleyerek ulaştıklarını belirtmektedir. Çoban'ın geri dönmeye de niyeti yok: "Orada birilerinin bulunması lazım. Bizim kültürümüz çok zengin.Biz de burada kültürümüzün zekâtını veriyoruz." demektedir (www.aksiyon.com.tr).

Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi mezunu olan ve Bosna'dan evlenen Ali Dokumacı, Saraybosna'ya 1995 yılında Bosna'ya gelmiş. Şahsımında Bosna-Hersek ziyaretimde dinlediğim Dokumacı, Bosna'ya geliş sebebinin Fethullah Gülen’in o tarihlerde bir çok insana kardeş ülkelere gidilmesi gerektiğini öğütlemesi olduğunu söyledi. Ali Dokumacı’da bu öğütlere kulak vermekte ve herkes bir tarafa giderken onunda kaderine Bosna düşmektedir. Gülen buralara gidilmesini öğütlerken söyle demiştir: "Siz oralara şimdi gidin düğünlerine ortak olun, cenazelerini beraber kaldırın. Yarın başka devletler geldiğinde siz orada aileden biri olun." Şimdi Dokumacı diyor ki: “Hocaefendi çok doğru söylemiş, iyi ki o zaman gelmişiz. Biz şu anda Bosna'da aileden biriyiz. Her kademedeki insan ile rahatça görüşebiliyor ve yardımlaşabiliyoruz. Hocaefendi birçok şeyi önceden sezmiş ve görmüş.” Son bir defa gidip duasını alalım da veda edip gidelim diye Dokumacı Gülen’in yanına gitmiştir. Bu arada günde Bosna'ya iki bin bomba düşüyor, diye haberler var ve televizyon haberlerinde atılan bombaların bazı tahribatları gösterilmektedir.

Ayrılırken Dokumacı diyor ki: "Efendim biz Bosna'ya gidiyoruz. Belki orada şehit olma durumu var. Eğer öyle olursa, gıyaben cenaze namazını kıldırabilir misiniz?"

Ayrılırken Dokumacı diyor ki: "Efendim biz Bosna'ya gidiyoruz. Belki orada şehit olma durumu var. Eğer öyle olursa, gıyaben cenaze namazını kıldırabilir misiniz?"