• Sonuç bulunamadı

Vefa Zat ın Eski İstanbul u ve Meyhaneleri. Vefa Zat

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Vefa Zat ın Eski İstanbul u ve Meyhaneleri. Vefa Zat"

Copied!
18
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Vefa Zat’ın Eski İstanbul’u ve

Meyhaneleri

Vefa Zat

(2)

bizim meyhanelerimiz vardı... / 9

aksaray, küçük ekspres meyhanesi ve diğerleri / 17 farklı açılardan “gurme”ye bakış / 55

çiroz salatasının amerikancası ve bülent’in esnaf meyhanesi / 79 geleneksel meyhanelerimizden çağdaş barlara... / 107

bize özgü dostluk bağları... / 167 kaynakça / 233

(3)
(4)

Aslında, “Benim meyhanelerim vardı” diyerek başlayacaktım söze. Ama fazlaca ego- santrik olacağını düşünerek, “Bizim meyhanelerimiz vardı” diyerek çoğullaştırdım.

Sanırım doğrusu da buydu. Ya da en azından doğruya en yakın olanı...

Evet, bizim meyhanelerimiz vardı. Ne yazık ki değil, ne güzeldir ki vardı. Yazık oldu değil, yazık olmadı meyhanelerimize, çünkü dolu dolu yaşandı. “Vardı” sözcüğü yok olmuşluğu değil, yitirilmişliği yansıtıyor. Hayıflanmayı değil, sahiplenmeyi yan- sıtıyor her şeyiyle...

Biraz bohem, biraz salaştı meyhanelerimiz ama güzeldi. Buram buram biz koku- yordu hemen her türü. Tahta masaları, tozlu duvarları, isli perdeleri, kırık camlarıyla bizimdi. Hem de çok güzeldi...

Alt tarafı sekiz-on masa, bir içki tezgâhı, daha doğrusu içki tevzi tezgâhı, küçü- cük bir mutfak ve dört duvardan oluşmuş bir mekân. Neden bu kadar çekici, bu kadar etkileyiciydi acaba?.. Böylesine sihirli ve büyüleyici havası duvarlarından mı kaynaklanıyordu, masalarından mı, barbalarından mı, müdavimlerinden mi? Yoksa bir bütün olarak hepsi birlikte mi bu çekici atmosferi yaratıyordu? Ya da bir zaman diliminin gerçeği miydi her biri?..

Bizim yetişebildiğimiz, kısa bir süre de olsa hizmet verdiğimiz ya da hizmet gördü- ğümüz meyhaneler neydi, bu mekânlar nasıl yerlerdi?.. Nostaljiye kapılmadan, bire bin katarak değil, yaşadıklarımızı, yaşanmış ya da dile getirilmiş olanları eğrisiyle doğrusuyla aktarmaya çalışacağız sadece.

Neydi meyhane?.. Bohemiyle, salaşıyla nasıl bir âlemdi?..

Dilerseniz öncelikle bu mekânlarda verilen hizmetten kesitlerle girelim konuya.

Geleneksel tarzda işletilen meyhanelerin yiyecek ve içecek servisinde belki kural yoktu ama ahenk vardı. Meyhanelerin müdavimleriyle görevliler arasında sanki gizli bir dostluk vardı, samimiyet ve sıcaklık vardı. Kimi konuk, servis görevlisinden is- tediği mezenin ya da çerezin gecikmesi durumunda, kalkar mutfağa gider, mezesini ya da çerezini kendi alır, masasına götürürdü. Bundan dolayı görevli darılıp kızmaz, bilakis memnun olurdu.

Meyhanelerin çoğunda su ikramı için, kalınca su bardakları kullanılırdı. Mü- davimlerin “sebilhane bardağı” tabirini kullandıkları bu bardaklar kırıldıkları tak- dirde, keskin kısımları ince bir eğeyle törpülendikten sonra tuzluk ya da biberlik

(5)

hâline getirilirdi. Pek tabii ki sözünü etmeye çalıştığımız “Esnaf Meyhaneleri” idi.

Bu meyhanelerde Tekel İdaresi’nin nane, muz ya da gül likörlerinin boş şişeleri, iyice yıkanıp kurulandıktan sonra yağlık ya da sirkelik görevi görürdü. “Balıkçı Meyhaneleri”nde de aynı uygulamaya sık rastlanırdı. Osmanlı döneminde mey- hanelerde kullanılan “kulpsuz şarap sürahisi”ni andıran bu berrak şişelerin çok zarif, çok hoş görünümleri vardı. Son yıllarda Tekel İdaresi tarafından piyasaya arz edilen (aynı biçimdeki) nane, muz, gül likörlerinin şişeleri ne yazık ki eskileri kadar hoş, eskileri kadar şirin ve zarif değil. Bunun nedeni patent sorunundan kaynaklanıyor sanırım. Ancak unutulmamalıdır ki her yiyecek ya da içecek önce göze, sonra damağa, daha sonra da bütün benliğimize hitap eder. Zevkin felsefesi- ne uzanan kapılar estetikle açılır.

Bazı meyhanelerin tavanlarındaki çengellere, içlerinde “Kırkağaç” ve “Topatan”

kavunları bulunan fileler asılırdı. Kavunlar, kış ayları boyunca asılı olduğu yerlerinden teker teker alınır, müdavimlere ikram edilirdi. Boşalan filelere ambardakiler konur, dükkân kapandığı zaman fileler tekrar yerlerine asılırdı. Kavunlar özellikle meyhane konuklarıyla, müdavimleriyle dolup taşmaya başladığı zaman, “çatal uçlu değnek”le yerlerinden alınırdı. Dahası, müdavimlere hangi filedeki kavunu istediği sorulurdu.

Bizim yetişebildiğimiz, görebildiğimiz meyhaneleri Osmanlı dönemindeki mey- hanelerle kıyaslamak pek doğru olmaz. Ancak, o dönemlerde kaleme alınan meyha- ne ve içki kültürümüzle ilgili metinlerden birçok benzerlik olduğu anlaşılıyor. Tan- zimat Dönemi’nin başlangıç yıllarından itibaren modern içkili mekânlar geleneksel meyhanelerimizin yerlerini yavaş yavaş almaya başlamışlardı. Bizim yetişebildiğimiz, görebildiklerimizse meyhanelerin âhir döneminde oldukça değişime ve gelişime uğ- ramış, ayakta kalabilmiş olanlardı.

Bilindiği gibi meyhane tabiri şarap içilen, şarap satılan (ya da şarap üretilen) yer anlamına gelir. Buna rağmen bu mekânlarda hemen her dönemde daha ziyade rakı içilmiştir. Pek tabii ki rakının bulunduğu 16. yüzyıldan itibaren... Şarapsa neredeyse yalnızca gayrimüslim azınlıklar tarafından rağbet görmüş, çoğunlukla da onlar tara- fından tüketilmiştir.

Bunun nedeni, özellikle “Bekri Mustafa” hikâyelerinden kolayca anlaşılmak- tadır. Muhtelif rivayetlerden yola çıkarak Tuzsuz Deli Bekir’in, namı diğer Bekri Mustafa’nın bir fıkrasını paylaşalım.

Osmanlı döneminde içki yasağının en şiddetle uygulandığı dönemler hiç kuş- kusuz ki Kanuni Sultan Süleyman ve IV. Murad’ın saltanat dönemleridir. Bu dö-

(6)

nemlerde içki yasağının kapsamı genişletilmiş, gayrimüslim azınlıklar da yasağa tâbi olmuştu. Bunun başlıca nedeni alkollü içki üretiminin tamamen gayrimüslimlerin tekelinde bulunmasından kaynaklanıyordu. Amaç onları da yasak kapsamına alarak yasağın delinmesini önlemekti.

IV. Murad içkiyi, tütünü yasaklamakla kalmamış, tüm meyhaneleri de yıktırmış- tır. Hatta bozaya bile yasak getirmiştir. Bilindiği gibi, “Mırmırık Boza”, diğer adıyla

“Tatar Bozası” diğerlerine oranla fazlaca tahammür ettirildiğinden 23°’lik alkole sa- hiptir. Meyhaneler yıktırıldıktan sonra ahali Bozahane’lere akın etmeye başlayınca, Yüce Hakan durumu öğrenmiş, boza üretimini de durdurtmuştur. Ancak, ne kadar ilginçtir ki “rakı tiryakilerinin pîri” olarak kabul edilen Bekri Mustafa da aynı dö- nemde yaşamıştır. Buna ilginç bir rastlantı ya da kaderin cilvesi demekten başka ne denilebilir ki? Belki de o dönemde yaşamış olduğu için düşündürücü ve yol gösterici fıkraları günümüze kadar ulaşabilmiştir.

IV. Murad içki yasağının düzenli olarak uygulanıp uygulanmadığını daha sağlıklı takip edebilmek ve denetleyebilmek için sık sık tebdil-i kıyafet ederek halkın ara- sına karışırmış. Günlerden bir gün, çıkmaz sokağın kuytu bir köşesinde birini gör- müş. Sessizce ve dikkatlice izlemeye başlamış kâfiri. “Demleniyor herhalde” demiş içinden. Adam tam şişeyi kafaya dikince, “Bre deyyus ne içersin!..” diye haykırmış.

Durumun vahametini kavrayan Bekri Mustafa elindeki şişeyi hemen yere fırlatıp kırdıktan sonra, “Rakı içerim hünkârım, rakı” demiş, iki büklüm bir hâlde. “Bre deyyus, içkinin, şarabın yasak olduğunu bilmez misin?” diye tekrar kükremiş Ulu Ha- kan. Bekri Mustafa, “Bilirim hünkârım, bilirim; onun için de şarap içmem, rakı içe- rim” diye cevaplamış ürkek ve titrek bir sesle. IV. Murad, “Gel hele gel, yanıma gel köftehor, adın nedir senin?” diye sormuş. “Bekri hünkârım, Tuzsuz Deli Bekir derler bana” yanıtını alınca, IV. Murad yanı başında el pençe divan duran sadrazama döne- rek, “Bu bedbahta dokunmayın, o zaten belasını bulmuş” demiş. Ardından Bekri’ye dönerek, “Rindân bir kişiliğin var, oldukça açık yüreklisin, babacan bir adama da benzersin. İç ama ne benim ne de hiç kimsenin gözüne görünmeden iç, görüldüğün anda ya da gördüğüm anda kelleni alırım” demiş. Rakı da alkollü bir içki olmasına rağmen şaraba itibar etmeyişimizin temelinde bu hoşgörü tarzı yatıyor belki de.

Ayrıca, rakıya yönelişimiz bir tür kaçış ya da bir tür bahaneye sığınma gayesini ta- şıyor gibi geliyor bize. Sultan Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman’ın dile getirdik- leri de bir tür bahaneye sığınma tarzındaki davranışlarımızı teyit eder mahiyettedir.

Güneri Cıvaoğlu’nun 6 Mayıs 1999 tarihinde Kanal D’de yapmış olduğu “Du-

(7)

rum” programının konusu, “Son Osmanlı Anlatıyor”du. Güneri Cıvaoğlu bu prog- rama Sultan Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman’ı konuk etmişti. Söyleşinin bir bölümünde Güneri Cıvaoğlu, Osman’a, “Sizin çocukluğunuzun önemli bir bölümü sarayda geçmişti, bu nedenle belki bilirsiniz, acaba padişah içki içer miydi?” diye sordu. Ertuğrul Osman bu soruya, “Evet, rom içermiş. Bunun şeker kamışından ya- pıldığını, bu nedenle de günah sayılmayacağını söylermiş” cevabını verdi.

Dikkat edilecek olunursa padişah bile içki içerken hemen hemen aynı bahanele- re sığınırmış. Bu sığınma tarzı asırlardan beri sürdürülerek gelenek hâline gelmiştir.

Bu nedenle mi bilinmez, bizim yetişebildiğimiz meyhanelerin çoğunda genellikle siyah renkli perdeler vardı. Hatta çalgılı meyhanelerin ilklerinden olan Gaskonyalı Toma’nın Bebek’teki meyhanesinde bile...

Çalgılı meyhaneleri, yarı meyhane, yarı gazino, yarı bar, yarı kafeşantan tarzında ve batakhane zihniyetiyle işletilen “Balozlarla” karıştırmamak gerekir. Çalgılı mey- haneler hem bu tür meyhanelerin hem de günümüzde eğlence hayatında yer alan

“Taverna”ların ilkleridir. Çalgılı meyhaneler yarı meyhane, yarı gazino tarzında iş- letilebilirdi. Tavernalar bir anlamda çalgılı meyhanelerden esinlenilerek biçimlen- dirilmiştir. Batı dünyasındaki tavernalara oranla bunlar daha oryantaldir.

Tekrar perde faslına gelelim. Vaktikerahet gelmeye başladığında, yavaş yavaş perdeler kapanmaya başlar, meyhane, müdavimleriyle dolduğunda perdeler tama- men kapanmış olurdu. Bu zarif uygulama bir anlamda içki içmeyen dinibütün kişi- lere gösterilen saygıdan da kaynaklanıyordu. Yani, “Bizler kabahat ediyoruz, ancak sizlere olan saygımızdan dolayı da kabahatimizi gizlemeye çalışıyoruz” inceliği vardı.

Kamuflaj uygulamasını biraz daha ileri götürecek olursak, “köprüaltı şarapçıları” da içkilerini satın aldıkları zaman bir gazete kâğıdına ya da herhangi bir kâğıda sardı- rır, köprüaltı âlemlerini öylece yaparlardı. Aynı uygulama “Surdibi şarapçı âlemleri”

için de geçerliydi. Böylesine anlamlı bir davranış önce gizlenme, sonra da karşı tara- fa gösterilen saygının güzel bir nişanesiydi. Günümüzü de dikkatlice gözlemlediğimiz zaman, akşamcı rakı tiryakilerinin bakkaldan (ya da benzeri bir yerden) aldıkları içkiyi mutlaka kâğıda sardırdıklarını görürüz. Bu, çok eski dönemlerden başlayarak günümüze kadar gelmiş, anlamlı, zarif bir gelenektir. Üstad Ahmet Rasim de bakka- liye dükkânından rakısını aldığı zaman kâğıda sardırır, zembiline koyarmış.

Büyükdere sahil meyhanelerinde de perdeler vardı. Pek tabii ki, denize bakan bölümlerinde perde bulunmazdı. Büyükdere Vapur İskelesi’nin çıkışında, sahil mey- hanelerinin hemen karşı tarafında, “Sıçanlı Meyhane” olarak nam salmış bir esnaf

(8)

meyhanesi bulunuyordu. Bu meyhane “Fuat Paşa Yalısı”nın (Fuat Paşa Oteli) karşı sırasında farelerinden arınmış olarak halen hizmetini sürdürmektedir.

Büyükdere’den Sarıyer’e giderken sağ tarafta Sarıyer Dalyanı, biraz daha ileride, bugünkü Sarıyer Balık Pazarı’nın yan tarafında sahil ve balıkçı meyhaneleri bulunu- yordu. Sahil meyhaneleri oldukça bakımlı, balıkçı meyhaneleriyse oldukça salaştı.

Daha ileri gidildiğinde Rumeli Kavağı Vapur İskelesi’nin yan tarafında ve meydanda küçük ama bakımlı balıkçı meyhaneleri karşımıza çıkardı. Genellikle hamsi, bazen çaça ya da tirsi balığından yapılan (tuzlu ve yağlı) ançüez ezmesinin en lezizi, en kalitelisi balıkçı meyhanelerinde servise sunulurdu.

Rakı tiryakileri tarafından, “uskumru balığının perhizi fazla kaçırmış zarif hatu- nu” yakıştırması yapılan, kurutulmuş uskumru balığıyla hazırlanmış çiroz salatasının en leziz ve nefisleri de balıkçı meyhanelerinde yapılırdı. Kimi rakı tiryakisi, rakı sofrasının orospusu, “perhizi fazla kaçırmış uskumrunun zarif hatunuyla hazırlanmış çiroz salatası; pezevengi de başı iyice ezilmiş ançüezin ezmesidir” derdi.

Bize göre de öyle... Ançüez ezmesiz ve çiroz salatasız bir rakı sofrası düşünemiyo- rum. Bu eşsiz lezzetler, hele bir de “torik lakerdası” olmazsa vay o sofranın hâline.

Kervansaray

(9)

Geleneksel meyhanelerimiz görenek ve gelenekleriyle, jargonu ve ritüeliyle dile getirilmelidir. Nostaljiye kapılarak eklemeler ya da eksiltmeler yaparsak, hem kendi- mizi hem o dönemlere yetişmemiş olanları hem de gelecek kuşakları yanıltmış oluruz.

Meyhaneler, masaları iskemleleri, gramofonları, mezeleri, çiçekçileri, taze ceviz- içicileri, bademcileri, karidesçileri, lavaboları, tuvaletleri, tuvaletlerindeki musluk ve maşrapaları, mutfaklarındaki helezonik sineklikleri (sinek kapanları), geleneksel teldolapları, olabildiğince de isim zikretmeden müdavimleriyle dile getirilmelidir.

Esnaf meyhaneleri, balıkçı meyhaneleri, çalgılı meyhaneler, sahil meyhaneleri dedik. Bunların yanı sıra Krepen Pasajı, Çiçek Pasajı meyhaneleri vardı. Çiçek Pa- sajı meyhaneleri ayrı, esnaf meyhaneleri ayrıdır. Balıkçı meyhaneleri ayrı, çalgılı meyhaneler ayrıdır. Hem çevre düzenlemeleri, hem mutfakları hem de müdavimleri bakımından bu böyledir. Samatya ya da Kumkapı meyhaneleri ile Çiçek Pasajı ya da Krepen Pasajı meyhanelerini kıyaslamak doğru olmaz. Krepen Pasajı ya da Çiçek Pasajı meyhanelerinde mezeler, “Yıldız Porselen” tabaklarda hizmete sunulurken, esnaf meyhanelerinde oldukça kaba görünümlü, “Yarımca Porselen” tabaklar kulla- nılır. Hem servis takımlarında hem de ikram edilen meze ve yemek türlerinde kalite farklılıkları vardır.

Konunun kapsamını biraz daha genişletirsek, Abdullah Efendi Lokantası, Degüs- tasyon, Liman Lokantası, Konyalı ve Borsa Lokantaları, Eminönü Balık Pazarı’nın arka tarafında, sahildeki Pandeli’de; Taksim Belediye Gazinosu, Kristal Saz, Park Otel, Pera Palas, Tokatlıyan, Kervansaray ve Cumhuriyet Pavyonu gibi seviyeli te- sislerde, Bavyera’ya kadar uzanan ithal tabak türleri, yani servis takımları kullanılır- dı. Örnekleme yapmaya çalışmamın nedeni, o dönemde eğlence yerleri arasındaki sınıf farklılıklarını dile getirebilme gayesinden kaynaklanıyor.

Ellili yıllarda, hatta 50’li yıllardan da önce lokantalar, daha doğrusu eğlence yerleri birinci, ikinci, üçüncü sınıf, lüks, turistik gibi sınıflara ayrılırdı. Ayrıca, her sınıfa göre fiyat ve gramaj standardı vardı. Örneğin, ikinci sınıf içkili lokantaların hepsinde rakı 4 cl olarak servis edilir, hepsinde aynı fiyat alınırdı. Birinci sınıf, lüks ya da turistik lokantalarda da rakı 4 cl olarak servise sunulur, ancak farklı fiyatlar uygulanırdı. Gramaj ve fiyatlar belediyeler tarafından tespit ve tasdik edilir, matbu olarak hazırlanmış fiyat listeleri tesisin (salonun) her tarafından rahatça görülebi- lecek yerlerine asılırdı. Üçüncü sınıf lokanta, bir diğer deyişle esnaf lokantalarında servise sunulan ızgara köftenin gramajı ve fiyatı ayrı, birinci sınıf lokantada servise sunulanın gramajı ve fiyatı ayrıydı. Gramajlar değişebilir ama fiyatlar yükseltilemez-

(10)

di. Dileyen fiyatları düşürebilirdi. Bu uygulama meyhane türleri için de geçerliydi.

Bu nedenle esnaf ve balıkçı meyhanelerinde, Yarımca Porselen’in ucuz tabaklarıyla hizmet verilirdi. Sonraları İstanbul Porselen, Kütahya Porselen devreye girdi.

Meyhanelerde fiyat standardı olduğu için konuk ya da müdavimler sipariş ettikleri yiyecek ve içeceklerin hesap tutarını bilirdi. Bu nedenle hesap pusulası istemeye ge- rek duymadan peçetenin altına parayı bırakırdı. Ayrıca, masanın köşe kısmına da bir miktar bahşiş koyardı. Masanın köşe kısmına bırakılan bahşiş garsonun değil, kominin bahşişiydi. Komi masadaki kirlileri topladıktan sonra bahşişini alır, cebine koyardı.

Rakı sofraları sohbet sofralarıdır, hemdem sofralarıdır. Dostlukların geliştiği, dostlukların pekiştiği rakı sofraları yemek sofrası değil, çeşni sofralarıdır. Bu nedenle servise sunulan meze türleri küçük tabaklarda ve küçük porsiyonlar hâlinde hazırla- nır, ancak garnilerle özenle süslenirdi.

Ayrıca, çeşni sofraları bir anda mezelere boğulmazdı. Mezelerin servis zamanla- ması özenle takip edilir, ahenklice yapılırdı. Bir yandan mezelerden çatalucu çeş- ni alınır, bir yandan sohbetlerin tadına varılırdı. Bu nedenle klasik restoran servis görevlileriyle, geleneksel meyhane hizmet erbapları arasında mesleki açıdan fark- lılıklar vardı. Hizmet erbapları müdavimlerin hangi meze türlerini sevdiğini bilir, sormaya gerek duymadan belli aralıklarla her birini usulca servise sunardı.

Rakı sofraları “çilingir sofrası” olarak da anılırdı. Aslında klasik çilingir sofrası, beyaz peynir ve kavunla başlar, kişinin maddi imkânları ölçüsünde ıstakoza, siyah havyara kadar uzanırdı. Klasik çilingir sofrasının özü birkaç meze, birkaç çerez, bir karafaki rakı ve rakı kadehinden oluşurdu. Günümüzde de rakı tiryakilerinin ölçüsü bir karafaki rakı, yani dört tek, bir diğer deyişle iki dubledir. Rakı sofralarının tarzı çilingir sofrası, ölçüsü de iki duble rakıdır. Üslubunu da rakı tiryakileri bilir.

(11)
(12)

Meyhane mukassî görünür taşradan ammâ Bir başka ferah başka letâfet var içinde Nedim

Her kıyaslama belirli ölçüler içinde yapılır. Bu nedenle geçmiş dönemlerdeki mey- hanelerimizi günümüzün modern içkili mekânlarıyla kıyaslamak doğru olmaz. Kıyas- larsak, hem yaşanmış olanlara hem de bunları yaşamış olanlara büyük haksızlık etmiş oluruz. Geleneksel meyhanelerimize o dönemlerin koşullarını nazarı itibara alarak yaklaşabiliriz ancak. Örneğin, 1950’li yıllarda yaşam koşulları neydi? Dünyanın du- rumu neydi, nereye koşuyordu dünya? Teknoloji hangi boyutlardaydı? Ülkemizde okuma yazma oranı neydi acaba?

“Cahilin cesareti bilgenin hışmından çok daha tehlikelidir” derdi sevgili annem.

Ne cahil kadar cesur ne de bilge kadar bilgili olmadığımı iyi biliyorum. Ama mesleğimi karınca kararınca doğru olarak da bildiğimden eminim. Bildiklerimi satırlara aktarma cesaretim, yalnızca doğru bildiklerimden kaynaklanıyordu. Ayrıca, bilgi korkuları azal- tıp cesareti güçlendirdiği için, geçmişe daha gerçekçi ve cesur bakabiliyorum.

1948 yılında mektebe başladığım ilk gün, rahmetli annem Müşerref Hanım saba- hın köründe beni kaldırmış, biblo gibi pırıl pırıl giydirmişti. Ayakkabılarımın üze- rine yandan bağlı beyaz tozluklarımı taktıktan sonra, “Otur bakayım şu sedire, sana söyleyeceklerim var” dedi.

Elinde kâğıt kalem vardı. Yüksekokul mezunuydu, öğretmendi annem. Harf İnkılabı’ndan sonra yeni yazıyı öğretmek için Ege’nin hemen her yöresini köy köy, belde belde dolaşmıştı. İzmir’in işgali sırasında Yunan mezaliminin en acı yönlerini yaşamış, diğer kız kardeşleriyle birlikte küçücük bir odada günlerce saklı tutulmuştu.

Her Türk kızı gibi sokağa çıkamamıştı aylarca. Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ülkemizin yeniden yapılanmaya başladığı yıllarda babamla tanışmış, mutlu beraber- liklerinden altısı erkek, ikisi kız, sekiz evlat dünyaya getirmişti. Ardından, İkinci Cİhan Harbi’nin yoksulluk ve sefalet dolu gerçekleri içinde bulmuştu kendini.

Bunları bir bir anlattıktan sonra, “Bak evladım, bugünkü maddi imkânlarımızla büyük kardeşlerini okutamadığımız gibi seni de okutamayabiliriz belki. Sen de bili- yorsun ki yemeklerimizi bile çoğu zaman imarethaneden alıyoruz (ki o yıllarda savaş bitmiş olmasına rağmen Aksaray semtinde oturan birçok yoksul aile gibi çoğu zaman yemeğimizi imarethaneden alıyorduk. Aksaray ve çevresine yemek dağıtan imaret-

(13)

hane Lâleli Camii’nin arka avlusundaydı). Ancak, en azından ilk mektebi bitirmen gerekiyor. Elimdeki kâğıda bir öğüt yazacağım, bu öğüdümü askere gidene kadar sa- kın yanından ayırma. Hangi ortamda olursan ol, bu öğüdümü hatırla. Bu öğüdüm senin hayat rehberin olsun” dedi.

Öğüdü elindeki kâğıda yazdıktan sonra bana okudu: “Hakikat bir güneştir, sırtını dönme ona, yüzünü çevir, sen gölgeni değil, gölgen seni takip etsin” yazılıydı.

Okuduklarından pek bir şey anlayamadığım için, “Bu öğüdün anlamı nedir ki?”

diye sordum.

“Her hakikat bir doğrudur. Yüzün daima doğrulara, gerçeklere dönük olsun, hep doğrulara yürümeye çalış. Doğrulara sırtını dönersen eğer, gölgen önüne düşer, hep gölgende, hep gölgede kalırsın. Doğrulara, gerçeklere asla ulaşamazsın. Doğrulara yürümeyenler, doğrulara koşmayanlar hiçbir zaman başarılı olamazlar. Doğru ve ka- lıcı mutluluklara asla ulaşamazlar. Ayrıca, Yüce Allah her zaman doğruların yardım- cısı olur, bunu asla unutma” dedi.

“Peki, ilk mektep tahsiliyle bu dediklerinizi nasıl başarabilirim ki!” diye sordum.

Aile fotoğrafı. Kucakta oturan ortadaki çocuk Vefa Zat, 1947.

(14)

Önce altın sarısı saçlarımı okşadı, sonra yanağımı öperek, “Bunların hepsini ki- tap okuyarak başaracaksın, boş zamanlarında kitap okumayı kendine âdet edinecek, nerede olursan ol, boş zamanlarını hep kitap okuyarak değerlendireceksin. Ancak, hiç unutma ki iki tür kitap vardır. Biri vakit geçirmek için okunur, diğeri öğrenmek, bilgi edinmek için. Yorgunluktan, sıkıntı ve üzüntüden kurtulabilmek için, vakit geçirmek için olanları; bilgi dağarcığını arttırmak, zenginleştirmek için diğerlerini seç. Dünyanın, yaşamın sırlarının hemen hepsi kitaplarda gizlidir. Dünyayı tanımak, kendini tanımak için okuyabildiğin kadar oku. Ancak, şunu da hiç unutma ki, ne kadar okursan oku, ‘yüksek tahsilli insanlar’ hep senin bir adım önünde olacaklardır.

Yüksek tahsil yapmadan bu mesafeyi kapayabilmek imkânsızdır. Ancak, okuyarak mesafelerin daha da açılmasını önleyebilirsin” dedi.

O anda gözleri buğulandı birden. Ardından, “Bütün kitaplar iki şeyi anlatır. Bi- rinci uhrevi olanlardır. Uhrevi olanlar, ‘Önce Allah, sonra sıhhat, sonra iş’ der.

Dünyevi olanlarsa, ‘Önce insan, sonra dünya gerçekleri’ der. Okudukça bunların ne kadar doğru olduğunu görecek, dünyevi konularda hep ‘önce insan’ diyeceksin”

dedi. “Haydi, Allah zihin açıklığı versin, Allah yardımcın olsun” diyerek rahmetli Osman Ağabeyimle beni mektebe uğurladı.

aksaray’ın güncel yaşamından kesitler

İlkokula başladığım yıl hem okula gidiyor hem de Aksaray Tramvay Durağı’nda, Topkapı tarafına bakan kısmındaki saçağın altında gazete satıyordum. Sabahın al- tısında kalkar, Aksaray Polis Karakolu’nun yan tarafındaki gazete genel bayiinden gazeteleri alır, belli bölümlere ayırarak azar azar tramvay durağına taşırdım. Polis ka- rakolunun sağ tarafındaki cadde Topkapı’ya, sol tarafındaki Cerrahpaşa’ya uzanırdı.

Karakolun arka kısmında, kapıları her iki caddeye açılan Vecdi Bey’in çalıştırdığı kıraathane bulunuyordu. Kıraathanenin Cerrahpaşa Caddesi’ne bakan bölümünde bakımlı bir çay bahçesi vardı. Çay bahçesinin hemen yan tarafında “Oğlanlar Tek- kesi” diye anılan büyük bir bina vardı. Aksaray’ın en saygın ailelerinden bazıları bu binada oturuyorlardı.

Aksaray gazete genel bayii, Oğlanlar Tekkesi’nin giriş katının sağ tarafındaki büyük sofadaydı. Oradan gazeteleri azar azar alarak, bugünkü Migros Mağazası’nın bulunduğu yerdeki simitçi fırınının önüne taşırdım. Simitçi fırınında çalışan hamurkârlar gazetelerime mukayyet olurlardı. Gazetelerin tümü öylesine ağırdı ki, en az sekiz-on sefer yapmak zorunda kalırdım. Ardından gazete tezgâhını açardım.

(15)

Tezgâh dediğim, kalın çıtalardan yapılmış, rahle gibi açılan ve üzeri çadır beziyle kaplı bir şeydi. Gazeteleri ikiye katlayarak birer birer tezgâha yerleştirirdim. Ga- zeteler öylesine güzel görünürlerdi ki, kimi müşteri, “Bugün yine tezgâhı çiçek gibi yapmışsın” derdi.

En çok Hürriyet gazetesi satardım. Çünkü, Hürriyet gazetesi o yıl çıkmış ve çok beğenilmişti. Ayrıca, münazaalı 1946 genel seçimlerinden sonra “hürriyet” ve “de- mokrasi” sözcükleri dillere pelesenk olmuştu. Hemen her yerde hürriyet ve demok- rasi rüzgârları esiyordu âdeta. Hem yeni bir tarz, hem yeni bir üslup olduğu için hem de hürriyet ve demokrasi rüzgârlarından olacak, müşterilerin onda dokuzu Hürriyet gazetesi alırdı.

Çikolata lezzetiyle ilk kez Hürriyet gazetesi sayesinde tanıştım. O günlere dek sa- dece “Tombul Teyze” ve “Abdülvahit Turan (Yeni Hayat)” marka karamela (hayat) şekeri yiyebilmiştim. Gazete satışlarından elde ettiğim kazançla çikolata lezzetini keşfettim. Yaşıtlarım olan diğer gazeteci çocuklar (gazete müvezzileri) için de aynı şeyleri söyleyebilirim.

Simitçi fırınının yan tarafında “Şansal Kırtasiye” dükkânı, onun yanında semtin en modern lostra salonu (bugün Yılmaz Kundura mağazası) bulunuyordu. “Yıldız Lostra” salonunun bir bölümü kundura imalat atölyesi, bir bölümü de kundura satış reyonu olarak hizmet veriyordu. Kundura imalat atölyesindeki tezgâhlar intizamlı ve tam teşekküllüydü. Mehmet Korkmaz’a ait bu dükkânda ısmarlama ayakkabı da imal edilirken, varlıklı semt sakinleri de ayakkabılarını Yıldız Lostra salonunda boyatırdı.

Şansal Kırtasiye mağazasında sadece kırtasiye satılmaz, kadın çorabı da çekilirdi.

Çorap çekme dediğim, naylon kadın çorapları kaçtığı zaman, çorabın kaçan kısmı- nın özel bir iğneyle çekilerek kaçığın tutulması, çorabın tekrar giyilebilir hâle geti- rilmesi. O yıllarda naylon kadın çorabı epeyce pahalı olduğu için bu yola başvurulur, böylece tasarruf sağlanırdı. Çorap çekme makinesi on, on beş santim boyunda, boru biçiminde metal bir tezgâhtan ibaretti. Çorabın kaçan kısmının başlangıç noktası tezgâha geçirilir, ince örgü tığına benzer iğne başlıklı ve dolmakalem biçimindeki çekici aletle çekilirdi. Kaçan kısım tamamen çekildikten sonra, ucu, iğneye geçi- rilmiş naylon çorap ipliğiyle tutturulurdu. Avni Şansal, çorap çekiminden kırtasiye satışının en az on misli oranında gelir elde ederdi.

Yıldız Lostra salonunun yan sokağında, bugün “Birtat” esnaf lokantasının bulun- duğu yerde “Toroslar Kahvehanesi” vardı. Toroslar Kahvehanesi’nin yan tarafındaki sokakta da Ciğerci Muammer’in Bitirimhanesi bulunuyordu. Bitirimhane’de doğal

(16)

olarak barbut oynatılırdı. Bu yüzden de söz konusu sokakta zaman zaman büyük kav- galar çıkar, dövüşler olurdu. Bitirimhane’nin karşı köşesinde ütücü dükkânı, onun yan tarafında da terzi Cemal’in dükkânı vardı. O yıllarda yıkama ve küçük çaplı kuru temizleme ütücü dükkânlarında yapılırdı. Ütücülerde daha ziyade gömlek yı- kanır, yıkanan gömleklerin yakaları ve kol ağızları kolalanırdı. Kolayı yiyen gömlek yakaları ve kol ağızları âdeta kemikleşirdi. Kolalı gömlek giyildiği zaman sürtünme sonucunda boyunda kızarıklıklar oluşurdu. O dönemde benimseyemediğim birkaç şeyden biri gömlek kolalatmak, diğeriyse saça briyantin sürmekti. Özellikle bu ikisi- ne bir türlü alışamadım.

Toroslar Kahvehanesi’nin karşısında şirin ve oldukça bakımlı bir aşevi vardı.

Oturaklı ve ağır akşamcılardan bazıları hep bu lokantayı tercih ederdi, çünkü bu mekânda hatırlı müşterilere kimseye çaktırmadan içki servisi yapılırdı. Bu nedenle de bu aşevine, Osmanlı dönemi koltuk meyhanelerinin o yıllardaki çağdaş bir versi- yonuydu denilebilir. Aşevinin biraz ilerisinde, köşebaşında “Ankara Pazarı” bakka- liye dükkânı, onun yanında “Gaguş”un aşevi, aşevinin yanında, köşebaşında semtin ünlü börekçi dükkânlarından biri bulunuyordu. Bu börekçi dükkânında Çarşıkapı Rus Börekçisi’nde imal edilen Rus böreklerinin benzerleri yapılırdı. O dönemde Karaköy Börekçisi ile Çarşıkapı Rus Börekçisi, İstanbul’un en ünlü börekçileriydi.

Börekçi dükkânının yan tarafından Şekerci Sokağı’na girilirdi.

Aksaray tramvay durağının karşı sırasında Foto Fehmi, onun yanında ekmek fı- rını, fırının yanında da “Gençlik Kıraathanesi” bulunuyordu. Gençlik Kıraathanesi Aksaray’ın en büyük kıraathanelerinden biriydi. Ayrıca çok bakımlı bir bahçesi de vardı. Bahçesi tramvay deposunun çıkış yoluna bakardı. Kıraathanenin giriş bölü- münün sol tarafında bilardo oynayan gençlere, mekânın yaşlı sakinleri, “Bobstil”

gençler derlerdi. O yıllarda gençler arasında yumurta topuk ayakkabı ve briyantin modası vardı. Erkek çocukların saçları modaya uygun olarak “Alabrus”, kız çocuk- larınınsa “Alagarson” kestirilirdi. Bu modalar hemen herkes tarafından uygulanırdı.

Gençlik Kıraathanesi’ni geçip Yenikapı yoluna dönüldüğü zaman, yolun başında Aksaray Postanesi bulunuyordu. Postanenin tam karşısında da küçük bir tramvay du- rağı vardı. Bu durakta Yedikule-Bahçekapı tramvayları durduğu gibi, Aksaray Tram- vay deposundan sefere çıkan bütün tramvaylar durup ilk yolcularını alırdı. Tramvay durağının karşı sırasında, Lâleli’ye çıkan yokuşun başında, semtin en güzel kıraat- hanesi olan “Vardar Kıraathanesi” vardı. Vardar Kıraathanesi’nin müdavimleri ağır insanlardan oluştuğu için üniversiteye giden gençlerin çoğu bu mekânı tercih eder-

(17)

lerdi. Vardar Kıraathanesi’nden yukarı doğru çıkıldığı zaman Lâleli Camii sebilinin yan tarafından, Lâleli Camii imarethanesine varılırdı. Sebilin karşı sırasında semtin en lüks berber dükkânı yer alırdı. Berberin giriş kapısının üst kısmında helezonik biçimde kırmızı ve beyaz renge boyanmış ve sürekli dönen, berber dükkânlarına özgü bir sembol vardı. Sembol helezonik boyandığı ve sürekli döndüğü için uzaktan bakıl- dığında sanki devamlı olarak yukarıya doğru çıkıyormuş izlenimi verirdi.

Kovboy kıyafetli sevimli bir ihtiyar günün belirli saatlerinde bu berber dükkânının önünde köpek oynatırdı. Babacan kovboy, önce dükkânın önüne daire şeklindeki kırmızı kadifesini serer, sonra bisikletinin ön tarafına oturttuğu minik şapkalı beyaz köpeğini kadifenin üstüne kor, daha sonra da komutlar vererek şirin köpeğine mas- karalıklar yaptırırdı. Gösteri yaklaşık on-on beş dakika sürerdi. Gösteri bitiminde seyirciler, gönüllerinden kopan parayı kadifenin üzerine atardı. Berberin biraz ileri- sinde Meşhur Lâleli Turşucusu, onun yanında francala fırını, fırının yanında da bir kafe vardı. Kafe binanın iç kısmında, bina da Tayyare Apartmanları’nın (eskiden Harikzedegân Apartmanları, bugün Crown Plaza) tam karşı sırasındaydı. Adını ha- tırlayamadığım bu kafe, İstanbul Üniversitesi’nde okuyan gençlerin uğrak yeriydi.

Burada çarşamba, cumartesi ve pazar günleri gençler, özellikle de talebeler için dans- lı matineler düzenlenirdi. Matinelerde kimi zaman yetmiş sekiz müzisyenden oluşan orkestralar bile sahne alır, kimi zaman dans, özellikle tango yarışmaları yapılırdı.

Matinelerde uygulanan fiyatlar el yakmadığı için hemen her kesimden genç, bu eğ- lence etkinliklerinden yararlanırdı.

Foto Fehmi’nin diğer yan tarafında “Şöhret Pastanesi”, onun yanında Bulgar Mihail Usta’nın “Sütçü” (Muhallebici) dükkânı, sütçü dükkânının yanında, köşe- başında yufkacı dükkânı vardı. Bulgar Mihail Usta çok merhametli ve babacan bir adamdı. Sabahın köründe gazete tezgâhında gazete satarken beni çağırır, tıka basa güzelce doyururdu. İki gün para alır, üçüncü gün, “Bugün benden olsun” diyerek ba- şımı okşardı. Meğer ki merhametli ve babacan adam Bulgar casusuymuş. Günlerden bir gün Rumeli Kavağı’nda askerî bölgenin fotoğraflarını gizlice çekerken yakalandı.

Önce gözaltına alındı, sonra Bulgaristan’a sınırdışı edildi. Daha sonraki günlerde öğ- rendiğimize göre, İstanbul’a teğmen rütbesiyle gelmiş, burada kaldığı süre içinde al- baylığa kadar yükselmiş. Belki bu bir tevatürdü ama sınırdışı edildiği kesindi, çünkü gazetelerde okumuştum. Ne yalan söyleyeyim, çocuksu duygularla Mihail Usta’nın sınırdışı edilişine çok üzülmüştüm. Ne zaman ki bahriyeli kıyafetini giyip paleti tak- tım, verilen kararın ne kadar doğru ve yerinde olduğunu anladım.

(18)

Neyse, biz biraz daha ileri doğru yürümeye devam edelim. Yufkacı dükkânının karşı köşesinde, Tramvay Deposu ve Çukur Pazar’a giden yolun başında “Mavi Köşe Kurukahvecisi”, onun yanında Vangel’in işkembe çorbası salonu, çorbacının ya- nında “Küçük Ekspres” esnaf meyhanesi, onun yanında Vefa futbol takımının ünlü oyuncularından Hilmi Kiremitçi’nin içkili lokantası, Hilmi’nin lokantasının yanın- da benzinci, benzincinin yan tarafında da semtin en güzel ve bakımlı parklarından biri olan Aksaray Parkı bulunuyordu.

Aksaray Parkı’nın bitişiğinde Aynalı Kahvehane, onun yanında Merdivenli Kahvehane, Merdivenli’nin yanında Berber Behçet’in dükkânı, berberin yanında, köşebaşında Dimo’nun bakkaliye dükkânı vardı. Aynalı ve Merdivenli kahvehane- lerin bahçeleri Aksaray Parkı’nın en renkli kısmını oluştururdu. Parka gelenlerin çoğu genellikle bu bölümde otururdu.

Oğlanlar Tekkesi

Referanslar

Benzer Belgeler

1 Erciyes Üniversitesi, Veteriner Fakültesi Gıda Hijyeni ve Teknolojisi Anabilim Dalı, Kayseri – TÜRKİYE 2 Kırgızistan Türkiye Manas Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi,

Din ve toplum ilişkilerinin belirleyici aktörü “dindar” karakteridir. Genel olarak “di- nine bağlı kimse” olarak tanımlanan dindar kavramı, bireyin din ile kurduğu

Mahremiyet sözcüğü; bireyin yalnız kalabildiği ve diğerleriyle hangi koşul altında ve ne oranda iletişime geçeceğine bizzat kendisinin karar verebil- diği kişisel

Daha sonra, Blackwell ve diğerleri (1977) tarafından bir Savonius rüzgar türbininin deneysel olarak belirlenmiş performans karakteristikleri kullanılarak nümerik

Kişilerin kent mekânlarını kullanım biçimleri, koşulları ve kamusal alan memnuniyet düzeyleri incelendiğinde, yaş grupları arasında büyük

Çalışma kapsamında toplumu oluşturan bireylerin çevresel bilinç düzeyinin ve çevreye ne derecede bağlı olduklarının ortaya konduğu bu çalışmada ayrıca

Yapılandırmacı yaklaşımla hazırlanan program, öğrencilerin yeni karşılaştığı bilgileri önceki bilgileriyle ilişkilendirerek öğrenmesini, böylece daha

Demirel'in Çankaya'ya çıkmasıyla birlikte boşalacak Başbakanlık ve DYP Genel Başkanlığı koltuğuna kimin yerleşeceği DYP Grubu için de SHP Grubu için de