• Sonuç bulunamadı

Hadis-Sünnet İlişkisi, Hadislerin Tesbiti ve Sünnetin Dindeki Yeri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Hadis-Sünnet İlişkisi, Hadislerin Tesbiti ve Sünnetin Dindeki Yeri"

Copied!
9
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Hadis-Sünnet İlişkisi, Hadislerin Tesbiti ve Sünnetin Dindeki Yeri Hadis:

Hz. Peygamber’in (sav) söz, fiil ve takrirleri anlamına gelen bu kavramı, bazı alimler kapsamını daha da genişleterek sahâbe ve tâbiînin şahsi beyan ve fetvalarını da kapsayacak şekilde tanımlamışlardır. Hz.

Peygamber’e ait olan hadislere merfû, sahâbeye ait olanlara mevkûf, tâbiîne ait olanlara da maktû adını vermişlerdir

Hadis-Sünnet İlişkisi:

Hadis sözlü olanı, sünnet ise ameli olanı ifade eder. Ancak zamanla bunlar eşanlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Aslında sünnet yol ve siret (gidişat) anlamına gelir.

Her ilim dalı ayrı bir sünnet tanımı yapmış. Dolayısıyla birine göre sünnet olan bir şey diğerine göre olmayabilir. Bu anlayış daha sahâbe döneminde başlamıştır.

Şâfiî gibi âlimlerin yaptığı iş, sünnet kelimesinin başka kullanımlarından ayrıştırılarak sadece Resûlullah’a atfen kullanımını sağlama yönünde terimsel bir yenilik getirmektir. Şâfiî ile birlikte, hadis/sünnet, Hz. Peygamber’in sözleri, fiilleri, takrirleri, ahlâkı ve şemaili ile ilgili bilgiler şeklinde anlaşılmıştır.

Burada hadis ve sünnet kavramları arasındaki farka dikkat çekmeliyiz. Önce sünnet vardı. Yanı sıra az sayıda hadis de sözlü olarak veya sahifeler aracılığıyla naklediliyordu. Ayrıca çoğu sözlü olarak nakledilen hadisler ise sonradan yazıya geçirilmişti. O halde sünnet ile hadis her zaman örtüşmeyebilir. Nitekim İmam Malik her hadisi sünnet olarak kabul etmemiştir. Başka bir örnek vermek gerekirse; refu’l-yedeyn (namazda tekbirlerde ellerin kaldırılması) uygulaması Irak’ta bilinmiyordu (sünnet değildi), dolayısıyla o bölgede bu konuda hadis de yoktu. Buna karşı özellikle bununla ilgili hadisler Medine’de nakledilmekteydi. Bu konuda dikkat edilmesi gereken diğer bir husussa, sünnet olarak bilinen bazı uygulamaların daha sonra hadis formatına sokulmuş olabileceğidir.

Sünnetin sübutunu tespitte sahâbe ve âlimler değişik yöntemler kullanmışlardır. En eski yöntem sahâbenin ve tâbiînden bazılarının kullandığı metin tenkididir. Bunlar altını tanıyan sarrafa benzetilmişler, sarrafın tecrübesine güvenildiği gibi onların da engin tecrübesine güvenilmiştir (Örneğin Hz. Aişe gibi). Abdurrahman b. Mehdi bunu, hadisle devamlı meşgul olarak “hadis melekesine sahip olma” şeklinde tavsif etmiştir. Ayrıca sahâbe, hadisin sübutunu tespit için şâhid istemişler, yemin ettirmişler hatta gerektiğinde Kur’ân ve meşhur sünnete arz ederek reddetmişlerdir. Sahîh-i Müslim’de şöyle bir olay nakledilir: Boşanmış kadının nafaka ve barınma hakkı konusunda Fâtıma bint Kays’ın naklettiği haberi duyan Hz. Ömer: “Ezberleyip ezberleyemediğini, unutup

(2)

unutmadığını bilmediğimiz bir kadının sözü ile Allah’ın kitabını ve Peygamberin sözünü değiştiremeyiz” demiştir. Şunu burada belirtmeliyiz ki, bu tenkitler çoktur ve tespit edebildiğimiz kadarıyla adalete yönelik değil, hep zabta yönelik tenkitlerdir. Özellikle mahrem konularda Hz. Aişe’nin daha bilgili olması hasebiyle diğer sahâbîleri sorguladığını görmekteyiz. (Ebû Hureyre, Abdullah b. Amr gibi) Yine Hz. Ömer’in kırbaçla Ebû Hureyre’yi kovalaması, onun hadislerin rivayetinde hata yapılması endişesinden kaynaklanmaktadır.

Sahâbe sonrasında ise, sünnet bilgisi değişik bölgelerde farklılıklar arz etmiştir. Zira her bölgenin sünnet birikimi farklı farklıydı. Mesela İbn Şihâb ez-Zührî’nin bize bildirdiğine göre o, yırtıcı hayvanların etlerinin yasaklandığı hadisi Medine’de duymamış, ancak Şam’a geldiğinde öğrenmiştir. Dolayısıyla bu hadisin bilinmediği bir coğrafyada bu eti yemek haram değilken. Bu hadis öğrenildikten sonra haram hükmü verilmeye başlanmıştır. Ancak Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir’inde Enam 146’ya göre yırtıcı ve tırnaklı hayvanların sadece Yahudilere haram kılındığını söylemiştir. Ona göre söz konusu hadis haber-i vahiddir ve Kur’an’a aykırıdır. İmam Malik’in görüşünün de bu yönde olduğunu belirtmiştir.

(Geniş bilgi için bkz. Hüseyin Akgün, Hadis Rivâyet Coğrafyası, İstanbul:

İFAV, 2019)

Hadislerin Tesbiti ve Rivayeti:

Eskiden beri şiir, hitabet, savaş kıssaları (eyyâmü’l-Arab) ve nesep bilgilerinden oluşan kültürlerini şifahî yolla nakletme geleneğine sahip olan Arapların ezberleme yetenekleri çok gelişmişti. Bunlardan az sayıda okuma- yazma bilenler, İslâmiyet’in ilk devirlerinde Hz. Peygamber’in emirleri doğrultusunda hareket ederek Kur’ân-ı Kerîm’i yazmakla meşgul olmuştu.

Öte yandan kendi sözlerinin ilâhî kitapla karışması ihtimalini veya hadisleri yazmakla uğraşırken Kur’ân’ın ihmal edilebileceğini göz önünde bulunduran Resûl-i Ekrem hadislerin sadece şifahî olarak rivayet edilmesine izin vermiştir (Müslim, “Zühd”, 72). Esasen sahâbîler, Allah ile devamlı surette irtibatta bulunduğunu bildikleri Peygamber’e samimiyetle inanıp bağlandıkları için onun her buyruğunu ve hareketini büyük bir dikkatle takip ederek hâfızalarına nakşediyorlardı. Ziraat ve ticaret gibi işlerle meşgul olduklarından Resûl-i Ekrem’in yanında bulunamayan sahâbîler ilk fırsatta onun söylediği sözleri öğrenmeye çalışırlardı. Resûlullah’ın meclislerine nöbetleşe katılan ve emirlerini dinleyip bellemeye gayret eden sahâbîler de (Buhârî, “ʿİlim”, 27) duyup öğrendikleri hadisleri kendi aralarında müzakere ediyorlardı. Ashabın son derece önem verdiği bu müzakere geleneği daha sonra da devam ettirilmiştir (Dârimî, “Muḳaddime”, 51). Hz. Peygamber’in, sahâbîlere kendi sözlerini dinleyip öğrenmelerini emretmesi ve öğrendiklerini başkalarına tebliğ edenlere hayır duada bulunması (Buhârî, “ʿİlim”, 9;

Tirmizî, “ʿİlim”, 7), onların hadisleri bir ibadet vecdiyle öğrenip başkalarına nakletmelerini sağlamıştır. Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde oturan ve sayıları genellikle yetmiş civarında olan (Buhârî, “Ṣalât”, 58) ehl-i Suffe de Resûlullah’tan hadis tahsil etmişlerdir. Bazı hadislerin değişik sayıda sahâbî

(3)

tarafından rivayet edilmesi, Hz. Peygamber’in onu söylediği veya huzurunda bir olay meydana geldiği sırada yanında bulunanların sayısıyla ilgilidir.

Sahâbîlerin Hz. Peygamber’den bizzat duymadıkları hadisleri öğrenme gayretleri onun vefatından sonra da devam etmiştir. Câbir b. Abdullah’ın, Abdullah b. Üneys’in bildiği bir hadisi ondan öğrenmek için Medine’den Şam’a yolculuk yaptığı (Buhârî, “ʿİlim”, 19), Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin, Resûl-i Ekrem’den duyduğu bir hadisi Mısır’da bulunan Ukbe b. Âmir el-Cühenî ile görüşerek kontrol etmek maksadıyla Medine’den oraya kadar gittiği bilinmektedir.

Hz. Peygamber’in hadisleri yazmak isteyen herkese izin vermediği bilinmekle birlikte onun hadisleri yazmayı kesinlikle yasakladığını söylemek de mümkün değildir. Nitekim Abdullah b. Amr b. Âs gibi okuma yazma bilen genç ve dikkatli sahâbîlerle (Müsned, II, 403) hâfızasının zayıflığından şikâyet edenlere (Tirmizî, “ʿİlim”, 12) hadisleri yazma konusunda izin vermiş, bir konuşmasının yazılıp kendisine verilmesini isteyen Yemenli Ebû Şah gibi kimselerin isteklerini de reddetmemiştir (Buhârî, “Luḳaṭa”, 7, “Diyât”, 8).

Daha sonraki yıllarda ise âyetlerin çoğunun nâzil olması, bunların yazımında gerekli titizliğin gösterilmesi, Kur’an hâfızlarının çoğalması, Müslümanların ekseriyeti tarafından Kur’an üslûbunun kavranması ve artık kendi sözlerinin Kur’an’la karışması ihtimalinin veya hadisle meşgul olup Kur’an’ı ihmal etme endişesinin kalmaması üzerine hadisleri yazmak isteyenlere izin vermiştir (Tirmizî, “ʿİlim”, 12; Dârimî, “Muḳaddime”, 43).

Resûl-i Ekrem’den bu konuda izin alan sahâbîler duyup öğrendikleri hadisleri hem ezberlediler hem de yazdılar (Müsned, II, 403). “Sahîfe” adıyla anılan bu belgeleri kaleme alan sahâbîler arasında, 1000 civarında hadis ihtiva eden es-Sahîfetu’s-sâdıka’nın sahibi Abdullah b. Amr b. Âs başta olmak üzere Sa‘d b. Ubâde, Muâz b. Cebel, Ali b. Ebî Tâlib, Amr b. Hazm el- Ensârî, Semure b. Cündeb, Abdullah b. Abbas, Câbir b. Abdullah, Abdullah b. Ebû Evfâ ve Enes b. Mâlik bulunmaktadır. Bu ilk yazılı kaynaklardan biri olup Ebû Hüreyre tarafından talebesi Hemmâm b. Münebbih’e yazdırılan ve içinde 138 hadis bulunan Sahîfetü Hemmâm b. Münebbih (es-Sahîfetu’s- sahîha) ilk defa Muhammed Hamîdullah tarafından yayımlanmıştır. İlk devirlerde hadislerin kitap haline getirilmesi durumunda onların Allah’ın kitabına denk tutulacağı veya Kur’an’dan çok hadislerle meşgul olunacağı endişesini taşıyanlar hadislerin ezberlenmesini tavsiye etmiş, daha müsamahakâr olanlar ise ezberlemeden önce yazılabileceğini, fakat ezberledikten sonra yazılı metinlerin imha edilmesi gerektiğini söylemişlerdir (Hatîb el-Bağdâdî, Taḳyîdü’l-ʿilm, s. 58-63).

Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi bazı idarecilerin çok hadis rivayet edilmesine karşı tavır almalarına bakarak onların hadislere veya hadis râvilerine güvenmedikleri sonucunu çıkarmak doğru değildir. Hulefâ-yi Râşidîn’in çözümünü Kur’ân’da bulamadığı birçok meselede hadise başvurduğu, hatta ortaya çıkan problemlere çözüm getirecek hadislerin mevcut olup olmadığını tesbit etmek için sahâbîlerle istişare ettiği bilinmektedir (Buhârî, “Ṭıb”, 30; Müslim, “Selâm”, 98; Ebû Dâvûd, “Ferâʾiż”,

(4)

5; Tirmizî, “Ṭalâḳ”, 23). İlk halifelerin hadis rivayetindeki titizliği, hâfızaya dayanan rivayete ağırlık vermek suretiyle rivayetin içerdiği konular üzerinde yeterince düşünmeyi ihmal etme gibi bir endişeden kaynaklanmış olabilir.

Hz. Ömer’in, Irak bölgesine gönderdiği adamlarıyla birlikte Medine dışına kadar yürüyerek onlara gittikleri yerdeki insanların yeni Müslüman olduklarını, bu sebeple henüz Kur’ân’ı doğru okuyamadıklarını hatırlatması ve bu durumdaki kimselere önemli meselelerde ihtiyaçlarına yetecek kadar hadis rivayet edip fazlasından kaçınmalarını özellikle tembih etmesi de (İbn Mâce, “Muḳaddime”, 3; Dârimî, “Muḳaddime”, 28) aynı endişeye dayanmalıdır. Ferâiz ve sünneti Kur’ân öğrenir gibi öğrenmeyi tavsiye eden (Dârimî, “Ferâʾiż”, 1), Kādî Şüreyh’e çözümünü Kur’an’da bulamadığı bir mesele için Resûlullah’ın sünnetine başvurmasını emreden (Dârimî,

“Muḳaddime”, 20) Hz. Ömer’in hadislerin rivayetine karşı olduğunu düşünmek mümkün değildir. Onun sahâbîleri az hadis nakletmeye zorlamasının bir sebebi de rivayet konusunda onları mümkün olduğu kadar titiz davranmaya sevk etmek istemesidir.

Hz. Peygamber zamanında Müslümanlar, hadis rivayetinde yanılma veya unutma sebebiyle hata edilebileceğini dikkate almakla beraber sahâbîlerin yalan söyleyebileceğini düşünmemişlerdir. “Kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin indirilmesinden” (et-Tevbe 9/64) korkan münafıklar da Resûl-i Ekrem’in söylemediği bir sözü ona isnat etmekten çekinmişlerdir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra hadislerin kabulünde daha titiz davranma gereğini duyan Hulefâ-yi Râşidîn ve önde gelen sahâbîler, Resûlullah’tan bizzat duymadıkları bir hadisi rivayet edenlerden ya Hz. Ömer’in yaptığı gibi o hadisi Allah’ın resulünden duyan bir şâhid getirmelerini istemiş (Buhârî, “İstiʾẕân”, 13, “İʿtiṣâm”, 13) veya Hz.

Ali’nin yaptığı gibi hadisi Hz. Peygamber’den duyduğuna dair yemin ettirmiş (Müsned, I, 2, 10), yahut da Hz. Âişe’nin yaptığı gibi râvisinin iyi öğrenip öğrenmediğini anlamak için aradan uzun zaman geçtikten sonra tekrar sorarak hadisi kontrol etmiştir (Müslim, “ʿİlim”, 14).

Hz. Ebû Bekir’in Resûlullah’tan duyan sahâbîlerden derleyip yazdığı 500 hadisi yakması, rivayet sırasında bir hata yapılmış olabileceği endişesinden kaynaklanmıştır (Zehebî, Teẕkiretü’l-ḥuffâẓ, s. 5). Hadislerin yazılmasını düşünen Hz. Ömer’in, ileri gelen sahâbe ile bir ay boyunca istişare ettikten sonra bu düşüncesinden vazgeçmesi de bu işin Kur’an’ın ihmaline yol açabileceği kaygısına dayanmaktadır (Hatîb, Taḳyîdü’l-ʿilm, s.

50-51). Zira ilk iki halife ile önde gelen diğer sahâbîlerin Resûlullah tarafından yasaklanmış bir işi yapmaya teşebbüs etmesi söz konusu olamazdı.

Hadisleri bir kitapta toplamayı düşünen kimseleri haklı çıkaran sebepler zamanla yoğunluk kazanmıştır. Halife Ömer devrinden itibaren fetihlerin gittikçe çoğalması, hadisleri bilen sahâbîlerin vefat etmesi, sahâbenin Medine’den ayrılmasını doğru bulmayan Hz. Ömer’in vefatından sonra halife Osman’ın buna engel olmaması üzerine birçok sahâbînin Medine’den ayrılması bu konuda tedbir almayı gerekli kılmıştır. Yeni

(5)

fethedilen ülkelerin halkından kötü niyetli kimselerin özellikle son iki halifenin şehid edilmesinden sonra dini bozmaya teşebbüs etmeleri, hadisleri yazıyla tesbit edip koruma altına almayı icap ettirdiği için başlangıçta bu işe karşı olanların çoğu daha sonra buna taraftar olmuş, tanınmış sahâbîlerin öğrencileri onlardan duyduklarını kaydetmek için kâğıt bulamadıkları zaman elbiselerine, semerlerin arkasına, hatta duvarlara bile yazacak kadar bu konuyu önemsemişlerdir (Dârimî, “Muḳaddime”, 43).

Böylece hadisler, onları rivayet etmeyi ibadet sayan gayretli kişilerin himmetleri sayesinde kaybolmaktan kurtulmuştur. Bir tesbite göre hicretin I. asrında tâbiînden olan talebelerine hadis yazdıran sahâbîlerin sayısı elliyi bulmuştur (M. Mustafa el-A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 34-58).

Tâbiîler içinde, önceleri hadislerin yazılmasına karşı iken sonradan bu fikirden vazgeçenlerle hayatlarının ilk dönemlerinden itibaren hadisleri yazmadığına pişmanlık duyanların çok oluşu, bu nesilde hadisleri yazma işinin büyük tasvip gördüğünü ortaya koymaktadır.

Sünnetin Dindeki Yeri ve Önemi:

Hadisler, ihtilâfa düştükleri konularda insanları aydınlatan, böylece onlar için hidayet ve rahmet kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine indirildiği (en-Nahl 16/44, 64) bir peygamberin sözü olarak üstün bir değer ifade ettiği gibi Kur’an’ı herkesten iyi anlayan ve âyetlerdeki ilâhî maksadın ne olduğunu en iyi bilen Allah resûlünün görüşü olarak da büyük önem taşır. Hz. Peygamber’in insanlara sözleriyle açıkladığı, fiilleriyle uygulanışını gösterdiği ilâhî emirlerin başında namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler gelir. Namazların hangi vakitlerde, kaçar rek‘at ve nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı, zekâtın hangi mallardan, ne kadar verileceği, haccın nasıl yapılacağı gibi hususlar Kur’an’da yer almayıp hadislerle açıklık kazanmış, İslâm hukukunun birçok meselesi hadislerde verilen bilgilerle çözüme kavuşturulmuştur. Ayrıca Kur’an’da birkaç türlü yorumlanabildiği için mânası kolayca anlaşılmayan (müşkil) âyetler, şirkin “zulüm” kelimesiyle tefsir edilmesinde olduğu gibi geniş kapsamlı ifadelerle daha dar anlamların kastedildiği âyetler de hadis rivayetleri sayesinde yorumlanabilir. Hadisler aynı zamanda Kur’an’da yer almayan birçok meseleye açıklık getirmiş, bu konulardaki uygulama şekillerini göstermiştir. Meselâ bir kadının âdet halinde kılamadığı namazları kazâ etmeyeceği, bir erkeğin hanımının üzerine onun teyzesi ve halasıyla evlenemeyeceği, nesep yakınlığı dolayısıyla evlenilmesi haram olan kimselerle süt yakınlığı sebebiyle de evlenmenin haram olduğu gibi hususlar, ayrıca nineye ve baba tarafından akrabaya düşecek miras gibi meseleler Hz. Peygamber tarafından halledilmiştir.

Otuzdan fazla âyette Hz. Peygamber’e itaatin emredilmesi ve özellikle,

“Resulün size verdiğini alın, yasakladığından da sakının” (el-Haşr 59/7) şeklinde kesin bir tâlimatın bulunması, Kur’an’da açıkça zikredilmeyen hususlarda Resûl-i Ekrem’in ortaya koyduğu uygulamanın benimsenmesi

(6)

gerektiğini göstermektedir. Allah ile Peygamber’in verdiği hükümlere Müslümanların aykırı davranma muhayyerliğinin bulunmadığını (el-Ahzâb 33/36), aralarında çıkan anlaşmazlıklarda Peygamber’i hakem tayin edip onun verdiği hükme gönül hoşnutluğu ile boyun eğmedikçe iman etmiş sayılmayacaklarını (en-Nisâ 4/65), Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlarla Allah’ı çok zikredenler için Resûlullah’ın güzel bir örnek olduğunu” (el-Ahzâb 33/21) belirten âyetler, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerinin Müslümanlar için vazgeçilmez bir önem taşıdığını ortaya koymaktadır. “Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilmediğin şeyleri öğretti” (en-Nisâ 4/113) ve “Evlerinizde okunan Allah’ın âyetleriyle hikmeti hatırlayıp üzerinde düşünün” (el-Ahzâb 33/34) meâlindeki âyetlerde Kur’an ile birlikte anılan hikmetin, özellikle Kur’an ile yan yana zikredildiği zaman Resûlullah’ın kavlî ve fiilî sünnetini belirttiği kabul edilmektedir (Şâfiî, er- Risâle, s. 78, 93, 103). İslâm âlimlerinin büyük bir kısmıyla birlikte aynı görüşü benimseyen İmam Şâfiî Kur’an’ı vahy-i metlüv (okunan vahiy) saymış, bunun karşılığında sünnet veya hadislere de vahy-i gayr-i metlüv (okunmayan vahiy) denilmiştir.

Âlimler, Hz. Peygamber’in Allah’tan Kur’an vahyinden başka vahiy aldığına bazı âyetlerde de işaret edildiğini belirtirler. Meselâ Hz. Hafsa’ya bir sır veren Resûl-i Ekrem’in bunu kimseye söylememesini tenbih ettiği halde Hafsa’nın o sırrı Âişe’ye söylemesi üzerine Allah’ın bu durumu resulüne bildirmesi ve daha sonra bu olayın Kur’an’da anlatılması (et-Tahrîm 66/3);

6. yılın Zilkade ayında (Mart 628) umre yapmak için Mekke’ye hareket etmeden önce Resûl-i Ekrem’in rüyasında Mekke’ye girip tavaf ettiğini görmesi ve bunu ashabına haber vermesi, fakat Hudeybiye’den öteye gidemeyip burada Mekkelilerle bir antlaşma yapmak zorunda kalınca bazı sahâbîlerin üzüntülerini Resûlullah’a bildirerek vaadinin gerçekleşmediğini hatırlatmaları üzerine Peygamber’in rüyasının doğruluğunu belirten âyetin nâzil olması (el-Feth 48/27) ve diğer bazı örnekler, Resûl-i Ekrem’e Kur’ân vahyinin dışında da Allah tarafından bilgi ulaştırıldığını ortaya koymaktadır.

Şu halde hadislerde Peygamber’in rolü söyleyeceği bir şeyi kendi söz kalıplarına dökmek veya fiil ve davranışlarıyla sergilemekten ibarettir. Buna karşılık Hanefî imamlarının vahiy tasnifine göre (Erdoğan, s. 77-78) hadislerin oluşmasında Resûlullah’ın re’y ve ictihadının da rolü vardır.

Ancak onun sürekli vahyin kontrolünde bulunması, risâletiyle ilgili konularda nâdiren vuku bulmuş olan hatalı görüş ve ictihadlarının vahiyle düzeltilmesi sebebiyle (meselâ bk. el-Enfâl 8/67; et-Tevbe 9/43; et-Tahrîm, Abese 80/1-10) bu nevi hadisler de bir tür vahiy sayılmıştır.

Sahâbe ve tâbiînin sözlerinde sünnet kelimesinin Hz. Peygamber’in örnek uygulamaları yanında Ebû Bekir’in sünneti, Ömer’in sünneti ve Müslümanların sünneti ifadelerinde olduğu gibi (Buhârî, “Eḍâḥî”, 1; Nesâî, VI, 458; Nevevî, IX, 20) daha çok örnek alınan diğer davranışlar, bazan da namazın sünneti ve i‘tikâfın sünneti ifadelerindeki gibi (el-Muvaṭṭaʾ, “İʿtikâf”, 3; Buhârî, “Eẕân”, 145) “bir ibadetin yapılma şekli” anlamında kullanıldığı görülmektedir. Başlangıçta sünnetin, Resûl-i Ekrem yanında onun

(7)

yetiştirdiği sahâbe ile onları takip eden tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn nesillerinin yaşantılarında mevcut olduğu var sayıldığından sünnetin derlenmesine ilişkin ilk yazılı metinler Hz. Peygamber’in hadislerinden başka sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiînin dinî içerikli söz ve uygulamalarını da içermekteydi.

İmam Mâlik gibi bazı âlimlerin “Medineliler’in ameli”, “bizde (Medine’de) üzerinde ittifak edilmiş hususlar”, “insanların uygulaması”, “bilinegelen uygulama” vb. ifadelerle tanımladığı uygulama da önemli ölçüde bu anlamda sünneti içermekteydi (el-Muvaṭṭaʾ, “Zekât”, 7; “Büyûʿ”, 61; ayrıca bk. AMEL-i EHL-i MEDÎNE). Ancak bu nitelikteki uygulamalarla toplumdaki örf ve âdetlerin karıştırılması tehlikesi her zaman mevcut olduğundan genel sünnet tanımının daha açık bir hale getirilmesine ihtiyaç duyulmuştur.

Kronolojik sırayla Ebû Hanîfe, Mâlik, Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan ve Şâfiî gibi ilk fakihler sünnet malzemesinin tesbitinde gittikçe artan oranda dinî nitelikli sünnet ve yerel örf ve âdetlerle karışmış sünnetleri birbirinden ayırma çabasına girmiştir. Leys b. Sa‘d’ın amel-i ehl-i Medîne konusunda Mâlik’e (Yahyâ b. Maîn, IV, 487-497) ve Ebû Yûsuf’un sünnet hakkında Evzâî’ye (Şâfiî, el-Üm, VII, 337, 343) yönelttiği eleştirilerde görülen, dinî içerikli sünnetin bu nitelikte olmayan sünnetten ayrıştırılması bilinci en yüksek düzeyde ifadesini Şâfiî’nin er-Risâle’sinde bulmuştur. Bu olgu XX.

yüzyıl şarkiyatçıları tarafından, Hz. Peygamber’in söz ve tasarruflarının Kur’an yanında dinî hükümlerin ikinci kaynağı olarak tanımlanmasının, dolayısıyla Resûlullah’ın hadislerinin sünnetin veri tabanı diye belirlenmesinin ilk defa Şâfiî tarafından ortaya atıldığı veya en azından bu yaklaşımın onun tarafından sonuçlandırıldığı, daha önceki nesillerin algılamasında Resûl-i Ekrem’in rolünün bu şekilde tanımlanmadığı, aksine sünnetin hadislerden bağımsız salt gelenek anlamı içerdiği iddiasına temel yapılmıştır. Halbuki terim olarak sünnetin başlangıçta sadece Hz.

Peygamber’in rolüne işaret etmediği doğru olsa da onun söz ve davranışlarının dinî hükümlerin kaynağı olduğu düşüncesi ilk İslâm toplumundan itibaren temel bir ilke şeklinde görülmektedir. Şâfiî gibi âlimlerin yaptığı iş, sünnet kelimesinin başka kullanımlarından ayrıştırılarak sadece Resûlullah’a atfen kullanımını sağlama yönünde terimsel bir yenilik getirmektir. er-Risâle dikkatle incelendiğinde Şâfiî’nin, İslâm ilim çevrelerinde yerleşik düşüncenin izini sürerek onu ilk defa tutarlı bir teorik çerçevede ifade etmekten başka bir şey yapmadığı görülür (ayrıca bk. er-RİSÂLE). Sünnet, Resûlullah’ın ve ashabının çağından bakıldığında beşerî düzlemde yaşanan İslâmî hayat modeli idi ve bu yönüyle bir uygulamalar bütünüydü. Fakat İmam Ebû Hanîfe’nin ya da Şâfiî’nin yaşadığı dönemden bakıldığında içindeki öz İslâmî unsurların ayrıştırılarak bu uygulamaların evrensel İslâmî hayat tarzına temel teşkil edecek biçimde kurgulanması gerekiyordu. Şâfiî’nin er-Risâle’sinde görülen kurgusal dil ve söylemin sebebi budur ve Şâfiî yahut onu takip edenler mevcut anlayış ve uygulamadan bağımsız bir teori ihdas etmiş değildir. Meselâ Şâfiî öncesi fıkıh âlimleriyle Şâfiî arasında, Resûl-i Ekrem’e aidiyeti yaygın biçimde bilinen dinî içerikli uygulamaların sünneti teşkil ettiği konusunda farklı bir anlayış yoktur. Bununla birlikte tedvin çağı öncesinde yaygınlaşmamış haber-i vâhid rivayetlerin tespiti, bunların Hz. Peygamber’in sünneti

(8)

anlamında örneklik teşkil edip etmeyeceği, eğer ediyorsa hangi şartlarda ettiği konusunda Şâfiî ile diğerleri arasında farklı anlayışlar vardır. Bu husus, şarkiyatçıların araştırmalarında iddia edildiği gibi Resûl-i Ekrem’in otoritesinin kabul edilip edilmemesiyle ilgili bir tartışma olmayıp sadece ondan nakledilen verilerin sahihliğinin tespitiyle ilgilidir ve bu çabalar neticesinde fıkıh usulü ilminde ortaya konan şekliyle sünnet teorisi ortaya çıkmıştır.

Hz. Peygamber’in fiilleri tek başına bağlayıcı bir otoriteye sahip bulunmamakla birlikte çeşitli karînelerle dinî nitelik kazanabilecek mahiyette görülmüştür. Meselâ bir yiyeceği yemesi gibi, bir şeyin Resûlullah tarafından yapıldığının tespit edilmesi o şeyin en azından günah olmayıp mubah sayıldığını gösterir. Bir eylemi Resûl-i Ekrem’in dinî bir vecîbeyi yerine getirmek için yaptığı biliniyorsa o eylem bağlayıcı bir kural olur; diğer bir ifadeyle sözlü bir emrin nasıl yapılacağını gösteren eylem o emrin hükmünü alır. Meselâ Hz. Peygamber’in namazın nasıl kılınacağını gösteren fiilî hadisleri böyledir. Onun dinî vecîbeler dışında ibadet (takarrub, kurbet) amacıyla yaptığı bilinen eylemlerin müslümanlar bakımından zorunlu olmasa da dinen teşvik edildiği kabul edilir; bir eylemi çoğunlukla yapıp bazen terk etmesi ise o eylemin daha güçlü biçimde tavsiye edildiğini gösterir.

Sünnetin kaynaklık değerini belirleme bağlamında Hz. Peygamber’in Kur’an’ın ifadesiyle hem bir beşer olduğu hem de vahiy alma özelliğine sahip bulunduğu dikkate alınıp (el-Kehf 18/110; Fussılet 41/6) İslâm âlimlerince belirli ayırımlar yapılmıştır. Buna göre Resûlullah’ın sırf insan olarak davranışları dinî hüküm ifade etmese de ona olan sevginin bir tezahürü şeklinde bu konuda onu izleyenin niyetinden dolayı uhrevî mükâfat elde edebileceği kabul edilmiştir. Resûl-i Ekrem’in peygamber sıfatıyla yaptığı davranışları ise dinî hüküm kaynağıdır. Ayrıca onun devlet başkanı, kumandan, yargıç, aile reisi, kanaat önderi vb. rolleri ve konumları da vardır. Bu sıfatlar bir yönüyle Resûlullah’ın insanî özelliklerinden öğeler taşırken aynı zamanda peygamberlik özelliğinden doğan öğeler de barındırmaktadır. Dolayısıyla onun bir söz veya tasarrufunun dinî-evrensel bir nitelik mi taşıdığı yoksa salt insanî bir kanaat veya yargı mı içerdiğinin tesbit edilmesi dinî hüküm kaynağı olan sünnetin kapsamının tanımlanması açısından önemlidir. Bu belirlemede Kur’ânî tebliğin temel ölçü alınması gerektiği ise açıktır.

Öte yandan modernizmin etkisiyle geleneği yanlışlardan arındırma söylemiyle ortaya çıkan başka yaklaşımlar da vardır. Bunların en radikali, İslâm’ın Kur’an dışında vahiy temelli bilgi kaynağı bulunmadığını iddia eden Kur’ancılık/meâlcilik düşüncesidir. Diğer bir kesim ise sünnetin otoritesini inkâr etmemekle birlikte hadislerin özellikle modernist ideolojiyle çeliştiği kabul edilen unsurlarının uydurma olduğunu ileri sürmektedir. Bu bağlamda kadınlarla ilgili hadisler önemli bir yer tutmaktadır. Modernist yöntem, tutarlı bir metodolojiye dayanmadan sırf modern hayatla veya

(9)

aydınlanmacı akılla çeliştiği varsayımından hareket edip hadislerin sıhhatine dair keyfî hüküm vermekle itham edilmiştir.

Ancak sünnetin yalnız hadislere indirgenip lafızcı (literalist) yorumlama yöntemi de ayrı bir problemdir. Bu da Selefilik/Vehhabilik dediğimiz akıma zemin hazırlamaktadır. O halde bunların arasında dengeli ve tutarlı yöntemler takip edilerek, Hz. Peygamber’in evrensel mesajının günümüz dünyasına anlaşılır şekilde sunulması gerekmektedir.

Kaynakça:

Mürteza Bedir, “Sünnet”, DİA Yaşar Kandemir, “Hadis”, DİA

Hüseyin Akgün, Hadis Rivâyet Coğrafyası, İstanbul: İFAV, 2019

Referanslar

Benzer Belgeler

Konya’da 11-12 Mayıs 2007 tarihlerinde Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakül- tesi tarafından Hadis Anabilim Dalının etkinliği olarak “Sünnetin Bireysel ve Top-

180 hastayı değerlendirdikleri çalışmalarında doktorların mu- kozayı daha fazla kısalttıklarını ancak sünnet sonrası bıra- kılan mukoza uzunluğu, penil deri uzunluğu

Zira en yalın haliyle, “za- manı etkin kullanmaya yönelik bilinçli bir çaba” 64 olarak da ifade edilen zaman yönetimi konusundaki bilinçsizlik, bireyin stres, depresyon gibi

Kur'an'ın bu konudaki pek çok ayetinde Allah'a ve Resulüne itaatin veya sadece Resul-i Ekrem'e itaatin getireceği sonuçlar çeşitli şekillerde takdim edilir.. Bir

Peygamberlerin siyaseti ifrat ve tefritten uzak olduğu ve tüm insanların zahiri ve batini ıslahını amaçladığı için mutlak ve kamil siyasettir..

 Kuran ve sünnet, din eğitimi alanında hedeflerin/amaçların belirlenmesinde katkı sağlar mı?...

Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, Ankara Okulu 17.. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis

Hayri Kırbaşoğlu, İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, Ankara Okulu 17.. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis